Çağatayca: Klasik devrin başlangıcı (XV. yüzyılın ikinci yarısı)

Çağatayca: Klasik devrin başlangıcı (XV. yüzyılın ikinci yarısı)


Çağatayca: Klasik devrin başlangıcı (XV. yüzyılın ikinci yarısı)

Çağatay edebiyatının ikinci devresi klâsik öncesi devridir. Timur’un kurduğu muazzam imparatorluk, ölümünden sonra (m.1405) başlayan taht kavgaları sebebiyle zayıfladı, dağılmaya yüz tuttu. Horasan ve Hârezm dışındaki bazı topraklar fiilen imparatorluk idaresinden çıktı. Buna rağmen Semerkand ve Herat gibi merkezlerde huzur ve asayiş sürdüğü için, buralarda sanat ve edebiyat gelişmesine devam etti. Edebiyat halk arasında değil, Fars dilini ve edebiyatını iyi bilen, Farsça eser yazabilecek seviyede olan aristokrat zümre arasından gelişti. Bu zümre arasında millî dil ve edebiyatın rağbet bulması XIII. yüzyılda Letâfet-nâme yazarı Hocendî, Muhabbet-nâme yazarı Hârezmî gibi şairlerle başladı. Halk arasında ise Yesevî dervişleriyle Yesevî geleneği ve hikmet tarzı devam ettiriliyordu.

1381 yılında Timur tarafından zapt edilen Herat, önce Mîrânşâh’ın daha Şâhruh’un idaresinde gelişti ve Semerkand’dan sonra ikinci önemli merkez oldu. Mimarî eserler ve medreselerle süslenen Herat, önce devletin kültür merkezi, daha sonra da Hüseyn-i Baykara’nın saltanatı zamanında siyasî merkez haline getirildi.

Klâsik devirden önce eser vermiş, şiirleriyle Çağatay şiirinin teşekkülünü hazırlamış belli başlı şairlere geçmeden önce şu hususu belirtmeliyiz:

Bu devir şiirleri klâsik divan şiirinin ilk örnekleridir. Meydana getirilen divanlar, tertip bakımından klâsik devirdeki kadar gelişmiş değildir. Divanda yer alan şiirler daha ziyade münâcât, na’t, kaside, gazel, muhammes, tuyuğ ve müfredlerdir. Bazı divanlarda ise çoğu zaman gazel tarzındaki şiirler yar alır. Kullanılan vezinler genellikle aruzun remel, hezec ve rezec bahirlerinin yaygın olan ölçüleridir. Mesnevîlerin çoğu küçük hacimdedir. Bazıları ise mektup tarzında yazılmıştır. Bu devrin başlıca şahsiyetleri şunlardır:
Sekkâkî

Çağatay şiirinin ilk büyük şairi olan Sekkâkî’nin hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak kasidelerinden büyük bir kısmının Timurlu hükümdarlarından Halîl Sultan (saltanat yılları : 1405-1409) ve Uluğ Bey (saltanat yılları : 1409-1449) ile büyük devlet adamı vezir Arslan Hâce Tarhan’a ithaf edilmiş olduğuna bakarak, onun XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olabileceğini söyleyebiliriz. Alî Şîr Nevâyî’nin Mecâlisü’n-nefâ’is adlı şairler tezkiresinin ikinci meclisinde verilen bilgiye göre Sekkâkî, Mâverâünnehr’li olup şiirleri Semerkand’da şöhret bulmuş ve Timurluların saray şairliğine yükselmiştir. Bazı kimselerin, onu başkalarının şiirlerini aşırmakla suçlamaları ise doğru değildir. Nevâyî, Muhâkemetü’l-luğateyn adlı eserinde de onun Mevlânâ Lutfî kadar büyük bir şair olmadığı görüşünü ileri sürer.

Elimizde bulunan Londra, British Museum’daki tek nüsha divanında bir münâcât, bir na’t, on bir kaside, altmış sekiz gazel bulunmaktadır. Na’t ile üç gazeli, Lutfî’nin divanında da yer almaktadır. Bu şiirlerin gerçekte kime ait olduğunu tespit etmek oldukça güçtür. Kasidesinden birinin büyük sûfi Hâce Muhammed Pârsâ’ya ithaf edilmiş olması, Sekkâkî’nin tasavvufa meylini göstermekte ise de, onun bir mutasavvıf olmadığı gazellerinde din dışı konuları işlemesinden açıkça bellidir.

Şiirlerinden Sekkâkî’nin usta bir şair olduğu görülmektedir. Kasidelerinde Çağatay edebî dilini ustalıkla kullanması, gazellerindeki incelik ve coşkunluk, onu Çağatay şiirinin kurucularından saymamız için yeterlidir. Dilinde yer yer arkaik unsurlara rastlanması Çağatay edebî dilinin oluşma halinde bulunduğunu göstermektedir. Mevcut tek nüsha divanı Kiril harfleriyle basılmışsa da görmemiz mümkün olmadı.
Haydar Tilbe

Türkî-gûy “Türkçe söyleyen” lâkabı ile şöhret bulan Mîr Haydar veya eserindeki şekliyle Haydar Tilbe’nin hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Nevâyî, Muhakemetü’l-luğateyn adlı eserinde onun Hârezmli olduğunu kaydetmektedir. Timur’un torunlarından İskender b. Ömer Şeyh Mîrzâ namına kaleme aldığı Mahzenü’l-esrâr adlı mesnevîsi, onun XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşadığını göstermektedir. Haydar Tilbe’nin Mevlânâ Lutfî’den sonra XV. yüzyılın en kudretli şairi olduğu kabul edilmektedir.

Mahzenü’l-esrar “Sırlar hazinesi”, Nizâmî’nin aynı adlı mesnevîsine nazire olarak yazılmıştır. Mesnevîde yer alan fahriyelerden Haydar Tilbe’nin XV. yüzyılda büyük bir şöhret sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Nazım tekniği ve ifade bakımından oldukça başarılı olan eser, on makaleden ibarettir. Her makalenin sonunda konuyla ilgili bir hikâye yer almaktadır. Eser aruzun recez (müfte’ilün müfte’ilün fâ’ilün) bahriyle yazılmıştır. Mesnevînin Türkiye ve dünya kitaplarında birçok yazma nüshaları bulunmaktadır.

Haydar Tilbe’nin elimizde bulunan bu mesnevîsinden başka şiirlerinin de olabileceği düşünülürse de şimdiye kadar rastlanmamıştır.
Mevlânâ Lutfi


  1. yüzyılın ilk yarısında Çağatayca şiirleriyle şöhret bulan Mevlânâ Lutfî, Çağatay şiirinin gelişmesinde önemli rol oynayan bir şairdir. Nevâyî Mecâlisü’n-nefâ’is ve Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve adlı eserlerinde Lutfî’ye yer verip “Bu kavmin üstadı ve söz melikidir” ifadesiyle ona karşı duyduğu takdir ve hayranlığı dile getirmiştir. Yine Nevâyî’nin verdiği bilgiye göre Şeyh Şihâbüddin-i Hiyâbânî’ye intisap eden Mevlânâ Lutfî, ölünceye kadar ona bağlı kalmıştır.


Hayatının büyük bir kısmını Baysungur Mîrzâ’nın mâiyetinde geçiren Lutfî’nin doğum yeri ve yılı belli değildir. Ölüm tarihi olarak gösterilen 1482 veya 1492 tarihleri ise kesin değildir. Ancak bir asra yakın uzun bir ömür sürdüğü muhakkaktır. Kayıtlara göre Herat’a bağlı Kenâr köyünde gömülüdür. Şâhruh’tan Hüseyn-i Baykara’ya kadar pek çok Timurlu şehzadelerinin iltifat ve teveccühüne mazhar olmuştur.

Elimizde bulunan divanı ile Gül ü Nevrûz mesnevîsi, onun büyük bir şair olduğunu, Çağatay dilini ustalıkla kullandığını, klâsik edebiyatın teknik ve inceliklerine vâkıf bulunduğunu açıkça göstermektedir. Ustaca kasideleri, âşıkane ve sûfiyâne gazelleri ve cinaslı tuyuğları ile, o zamanki Türk-İslam kültür çevrelerinde haklı bir şöhret kazanan Mevlânâ Lutfî, kendisinden sonra gelen birçok şair üzerinde de müessir olmuştur. Nevâyî, onun Şerâfeddin Alî Yezdî’nin Zafer-nâme adlı meşhur tarihini Türkçe’ye tercüme ettiğini bildirirse de böyle bir tercüme henüz ele geçmiş değildir.

Lutfî’nin şöhretinin yayılmasında, gazellerinde kullandığı ustaca dil ve üslup, ince hayaller başlıca rol oynamıştır. Dilinde yabancı unsurlar oldukça az, Oğuz-Kıpçak hususiyetleri ise çokça görülür. Bununla beraber şiirleri Çağatay şiirinin en güzel örnekleri arasında yer alır.

Divanının Türkiye ve dünya kitaplıklarında birçok nüshaları bulunmaktadır. Divanının tenkitli metni ve indeksi Günay Karaağaç tarafından doktora tezi olarak hazırlanmışsa da henüz yayımlanmamıştır.

Gül ü Nevrûz mesnevîsi ilk defa İran’da hüküm süren Muzafferîler zamanının şair ve tabibi Celâleddîn Tabîb tarafından 1333 yılında Farsça nazmedilmiştir. Eser Lutfî tarafından Türkçe’ye manzum olarak 1411 yılında Celâlü’d-dîn ve ‘d-dünyâ Ebu’l-Muzaffer İskender Sultan b. Ömer Şeyh Mîrzâ namına tercüme edilmiştir. Eser 1228 beyit olup aruzun hezec (mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün) bahriyle yazılmıştır. Lutfî, bu mesnevisinde Çağatay edebî dilini ustalıkla kullanmış, eserine âdeta telif hüviyeti vermiştir. Mesnevînin Londra ve Lâleli nüshaları karşılaştırılarak metni Leman Dinçer tarafından mezuniyet tezi olarak hazırlanmıştır. Eserin Türkiye ve dünya kitaplıklarında birçok nüshaları bulunmaktadır.
Yûsuf Emîrî

XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşayan ve Şâhruh’un oğlu Baysungur’un nedimlerinden olan Yûsuf Emîrî hakkında Nevâyî, Mecâlisü’n-nefâ’is’inde bazı bilgiler vermektedir. Buna göre Emîrî Türk şairlerindendir, güzel şiirleri bulunmakla beraber, fazla şöhret kazanmamıştır. Hayatı hakkında fazla bilgimiz olmayan Emîrî’nin 1433 yılında Herat’ta vefat ettiğini, kabrinin Bedehşân yakınında Erheng Saray’da bulunduğunu yine Nevâyî’den öğrenmekteyiz.

Emîrî’nin divanında Türkçe şiirler yanında Farsça şiirler de bulunmaktadır. Bilhassa Farsça şiirlerin rağbet kazanması, onun bu dili çok iyi kullandığını ve o devrin edebiyat telâkkisini göstermektedir. Farsça şiirlerinde büyük ölçüde devrin önde gelen mutasavvıflarından Şeyh Kemâl-i Hocendî’yi taklit ettiği kabul edilir.

Yûsuf Emîrî’nin Türkçe ve Farsça şiirlerini içine alan bir divanı ile Deh-nâme adlı mesnevisi ve Beng ü Çağır adlı münazarası elimizde bulunmaktadır. Şiirlerinde Emîr, Emîrî mahlasını kullanmaktadır. Divanının bir nüshası İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır.

Beng ü Çağır adlı eseri, nazım, nesir karışık bir eserdir. Eserde görünüşte Beng “afyon” ile Çağır “şarap” karşılaştırılır ise de gerçekte afyonun temsil ettiği yeşiller giyinmiş, uyuşuk bir derviş ile şarabın temsil ettiği kırmızılar giyinmiş, hiddetli ve hareketli bir genç karşılaştırılmaktadır. Bu bakımdan eser sembolik karakter taşır. Beng ü Çağır metin ve notlar halinde Gönül Alpay tarafından yayımlanmıştır. Bu münazaranın bilinen tek nüshası Londra’da bulunmaktadır.

Deh-nâme “On mektup” 1429 yılında tamamlanmış ve Baysungur Mîrzâ’ya ithaf edilmiştir. Münâcât, na’t, devrin padişahına övgü ve telif sebebi bölümlerinden sonra başlayan eser on mektuptan ibarettir. Her mektuptan sonra bir gazel ile maşukanın aşıka verdiği cevap yer alır. Tamamı 906 beyit olan mesnevî aruzun hezec (mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün) bahriyle yazılmıştır. Birçok şairler tarafından da ele alınan konuyu Emîrî’nin ustalıkla işlediği görülür. Farsçayı daha iyi kullanmasına rağmen eserini Türkçe yazması, o devirde başlayan Türk diliyle klâsik bir edebiyat yaratma temayülünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu mesnevînin de bilinen tek nüshası Londra’da bulunmaktadır. Deh-nâme’nin transkripsiyonlu metni Ümran Somer tarafından mezuniyet tezi olarak hazırlanmıştır.
Seydî Ahmed Mîrzâ

Nevâyî’nin verdiği bilgiye göre Seydî Ahmed Mîrzâ, XV. yüzyıl şairlerinden olup Timur’un torunlarından Mîrânşâh’ın oğludur. Şâhruh zamanında Horasan valiliği yapmış, değerli bir şairdir. Daha ziyade Ta’aşşuk-nâme adlı mesnevîsi ile şöhret kazanmıştır. Bu değerli şair hakkındaki bilgilerimiz de oldukça yetersizdir.

Ta’aşşuk-nâme Seydî Ahmed Mîrzâ’nın kuvvetli bir şair olduğunu göstermektedir. Eser, Hocendî’nin Letâfet-nâme’si tarzında yazılmış olup münâcât, na’t, İslam padişahı medhi ve telif sebebi bölümlerinden sonra on aşk mektubundan ibarettir. Her mektubu bir gazel ile “Sözün hulâsası” başlıklı bir bölüm takip etmektedir. Aruzun hezec (mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün) bahriyle yazılmıştır. Eserde şair Seydî mahlasını kullanmıştır. 320 beyit olan bu mesnevînin bilinen tek nüshası Londra, British Museum’da bulunmaktadır. 1435 yılında Şâhruh’a sunulan eser, şairin ifadesine göre yedi günde bitirilmiştir. Mesnevînin transkripsiyonlu metni ve indeksi Sezer Özkoçer tarafından mezuniyet tezi olarak hazırlanmıştır.
Gedâî


  1. yüzyılın önde gelen Çağatay şairlerindendir. Nevâyî, Mecâlisü’n-nefâ’is’in üçüncü meclisinde onun Ebu’l-Kâsım Babur zamanında büyük bir şöhrete kavuştuğunu, yaşı doksanı aştığı halde hayatta olduğunu kaydeder. Asıl adının ne olduğunu, doğum yılını ve yerini bilmediğimiz gibi hayatı hakkında da fazla bilgimiz bulunmamaktadır. J. Eckmann, Mecâlisü’n-nefâ’is’in 1494 yılında tamamlandığını dikkate alarak onun 1404-1405 yıllarında doğmuş olabileceğini ileri sürer.


Divanındaki şiirlerinden onun usta bir şair olduğu, aruzu çok iyi kullandığı anlaşılıyor. Dili oldukça sadedir ve yer yer Oğuz Türkçesi hususiyetleri taşımaktadır. Şiirlerinin konusu genellikle ümitsiz aşk, sevgilinin güzelliği ve zulmü olmakla beraber yer yer sûfiyâne duygu ve düşüncelere de rastlanır. Gedâ, Gedâ’î mahlasını alması her halde onun sûfiyâne temayülüyle ilgili olmalıdır.

Divanının bilinen tek nüshası Paris, Bibliotheque Nationale’de kayıtlı bir mecmuada bulunmaktadır. Gedâ’î divanı J. Eckmann tarafından metin, sözlük ve faksimile olarak 1971’de yayımlanmıştır.
Ata’î


  1. yüzyıl şairlerinden Ata’î (Atayî) Belh’li olup Yesevî dervişlerinden İsmâil Ata’nın torunlarındandır. Maalesef bu şairin hayatı hakkında da yeterli bilgiye sahip değiliz. XII-XV. yüzyıllar arasında Türkistan ve Mâverâü’nnehr dolaylarında yaygın bir şöhret kazanan Yesevî dervişlerinin hayatları hakkındaki bilgilerimiz çoğu zaman Nevâyî’nin Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve adlı sûfiler tezkiresindeki kısa kayıtlara inhisar etmektedir. Bu eserde yer almayan Ata’î hakkında Mecâlisü’n-nefâ’is’in ikinci meclisinde Nevâyî’nin verdiği bilgi ise çok azdır. Ancak burada mezarının Belh civarında bir köyde bulunduğu yolundaki kayıt önemlidir.


Ata’î’nin bazı şiirleri A.N.Samoyloviç tarafından yayımlanmıştır. Ayrıca Fitret’in Özbek Edebiyatı Numûneleri adlı eserinde de Ata’înin şiirlerinden örnekler verilmektedir.
Ahmedî

Çeşitli telli sazlar arasında geçen bir atışmayı konu edinen, hacim bakımından küçük, fakat edebî değeri büyük olan mesnevîsiyle tanınan Ahmedî’nin hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Tarihî kaynaklarda ve şuarâ tezkirelerinde adına rastlanmayışı, onun değerli bir şair olmadığını göstermez.

Bir ölçüde de olsa, eserinden Ahmedî hakkında bazı bilgiler elde etme imkânına sahibiz. Adının veya mahlasının Ahmedî olduğu eserinde belirtilmiştir. Doğum ve ölüm tarihi, doğum yeri hakkında da bilgimiz olmakla beraber, onun klâsik Çağatay öncesi şairlerinden olduğu eserinin üslûp ve muhtevasından kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu durumda Ahmedî XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olmalıdır. Fuad Köprülü de Ahmedî’yi klâsik Çağatay öncesi şairleri arasında zikretmiş bulunmaktadır. Eserde yer alan

Didi ki hey hey bu nidür mâ vü men

Keldi meger muhtesib-i hum-şiken

beytinden hareketle onun Şâhruh Mîrzâ devrinde yaşadığını ileri süren J. Eckmann, bu görüşüne delil olarak Şâhruh Mîrzâ’nın saltanatı devrinde (m.1409-1447) içki yasağı koyduğunu ileri sürer. Bizce de bu görüş yerindedir. Gerçekten de Şâhruh Mîrzâ, dindar, barışsever bir hükümdardı. İlim ve sanat adamlarını korurdu. Zamanında Semerkand, Herat, Merv gibi şehirler birer ilim ve kültür merkezi haline getirilmişti. Sünnî akideye sıkı sıkıya bağlı olan Şâhruh Mîrzâ saltanatı yıllarında bütün ülkeye içki yasağı koymuş, uymayanları ağır şekilde cezalandırmıştı.

Ahmedî’nin değerli bir şair olduğu, kuvvetli bir ifadeye ve sağlam bir musiki kültürüne sahip bulunduğu eserinden açıkça anlaşılmaktadır. O devir Orta Asya Türk musikisinde kullanılan ve eserde birbiriyle atışan tanbûre, ûd, çeng, kopuz, yatuğan, rebâb, gıçek ve kingire gibi telli sazlar hakkında verdiği bilgiler gerçeklere uygun ve mânalıdır. Ahmedî eserine belirli bir isim vermiş değildir. Ancak eserin muhtevasına bakarak  Telli sazlar  münazarası adını vermek uygur olur, sanırız.

Eser, kısa bir nesir halindeki mukaddimesinden sonra 130 beyitlik mesnevîdir. Mesnevînin konusu, meyhanede bulunan sekiz telli sazın birbirleriyle atışmaları ve her birinin kendisini diğerinden üstün görüp benlik dâvası gütmesidir. Bunu gören meyhanenin pîri, kendilerini gerçeğe davet eder ve benlik dâvası peşinde koşmamalarını, ahenk içinde bulunmalarını tavsiye eder, hepsini azarlar. Pîrin ikazı üzerine sazlar boş ve faydasız münazaradan vazgeçerler, hakikati anlarlar. Görüldüğü gibi eser, sembolik bir mahiyet taşımaktadır. Benlik dâvası güden sazlar, hakikatten habersiz, vahdet sırrına erememiş,  basit insanları, meyhanenin pîri ise mürşidi, hakikati gösteren rehberi temsil etmektedir.

Ahmedî’nin bu küçük mesnevîsi, ifadesinin canlılığı ve güzelliği kadar, konusunun çekiciliği ve dayandığı temel görüş bakımından da büyük bir değer taşımaktadır. Eser aruzun seri’ (müfte’ilün müfte’ilün fâ’ilün) bahriyle yazılmıştır.

Eserin bilinen tek nüshası Londra, British Museum’da bulunmaktadır.

Yorumlar (0)