Eski Türk Tarihi ve Kültürü Üzerine Düşünceler / Prof. Dr. Vasily V. Barthold

Eski Türk Tarihi ve Kültürü Üzerine Düşünceler / Prof. Dr. Vasily V. Barthold





Birinci Ders

Verilecek derslerden amaç, sizlere Türk kavimleri tarihi hakkında Rus ve Avrupa ilimlerinin elde ettiği neticeleri bana verilen ders saatlerinin müsaadesi nispetinde tanıttırmaktadır. Lakin bu neticelerin daha pek zengin olmadığını ve bununla ilgili birçok meselelerin henüz tamamen hallolunamadığını göreceksiniz. Bunun sebebi, Türk tarihini ilk kaynaklardan öğrenebilmenin zorluğu ve bir şahısta toplanması zor olan çeşitli ilim ve dillere vukufun lüzumudur.

Bilindiği gibi bir kavmin tarihi anlamak, medeni hayatını öğrenmek için ilk önce o kavmin kendi dilini bilmek gerekir. Halbuki Türk tarihini öğrenebilmek için en lüzumlu olan ilk kaynakların çoğunluğu Türkçe olmayarak diğer dillerle yazılmıştır. Bundan dolayı Türk tarihini öğrenen bir mütehassıs, Rus veya Batı Avrupa kavimlerinden birisinin tarih mütehassıslarından tamamen ayrı bir vaziyette bulunuyor. Çünkü Türklerin göçebelik hayatı yaşadıkları zamanki tarihlerini de çoğunlukla medeni komşularının hikâyelerinden öğrenebilmek mecburiyetinde kalıyoruz ve hatta Türkler fethettikleri medeni memleketlerde bizzat kendileri göçebelikten yerleşik hayata geçerek kendi sülaleleri idaresi altında medeni memleketler teşkil ettikleri halde bile, yendikleri yerli halkın medeni tesirleriyle edebi dilde ve bilhassa düz yazı dilinde bu mağlup medeni kavimlerin dilini kullanmışlardır. Doğu Asya'da ve Özellikle Moğolistan'da yaşayan Türklerin durumlarını (Türkler Moğolistan'dan M.S. X. yüzyılda göç etmiş olmalılar) tamamen denilebilecek derecede Çin kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Orta Asya'nın batı kısmına göç ederek İslâm medeniyeti tesiri altında kalan Türklerin durumlarına ait bilgiyi ise Arap ve daha çok Acem kaynaklarından öğrenmekteyiz.

Orta zamanlarda Türkistan dahilinde tarihe ait eserler yazılmamış, veyahut yazılmış olsalar bile kaybolmuştur. Meselâ Orta Asya Moğol hanlarının, Timur ve torunlarının tarihlerini de pek az istisna ile ancak İran hudutları dahilinde yazılan eserlerden öğrenebiliyoruz. Gerçekten Türkistan dahilinde vücuda getirilen tarihî eserler ancak XVI. yüzyıldan başlayarak asıl Özbekler devrinde çoğalarak kendini daha fazla gösterebilmiştir. Türkistan'da kurulan üç Özbek Hanlığı'ndan birisi olan Buhara Hanlığı'nda ta son zamana kadar resmî işlemler ve edebiyat dili (bazı istisnalar bir tarafa) Farsça olmuştur. İkincisi olan Hive Hanlığı'nda ise Orta Asya Türkçesi kullanılmıştır. Üçüncüsü olan Hokând Hanlığı'nda da bazen Türkçe fakat çoğunlukla Farsça kullanılmıştır. Bütün Türk devletleri içinde ancak Osmanlı Devleti tarihini özellikle Türkçe yazılan kaynaklardan öğrenmek mümkündür. Fakat Osmanlı tarihçilerinin dili de, Türkçeye göre daha çok Arapça ve Farsça kelimelerle dolu olduğundan Türk kavminin çoğunluğu tarafından anlaşılmaz bir derecede ve bir Türkoloji mütehassısını az ilgilendirir bir halde kalmıştır. Arıduru Türk diliyle yazılan tarihî eserler ise tamamen yok denilse yeridir. Bu yüzdendir ki bir İranist İran tarihçisi olamadığı gibi, (bilindiği gibi Moğol devrine kadarki İran tarihini Farsça değil, Arapça ve Yunanca kaynaklardan öğrenmek zaruretindeyiz) Türkoloğun da Türk tarihçisi olması pek nadirdir. Her halde Türk tarihini öğrenmek için yalnız Türkolog olmak yetmiyor.

Belki, Türk tarihi devrelerinin hangisini seçerseniz, ona göre ya Sinolog, yahut Arabist veyahut İranist olmak mecburiyetindesiniz.

Türkolog için de, tarihçi için de aynı derecede mühim olan nadir âbidelerden birisi, Türk dilinin en eski (VIII. yüzyıla ait) yadigârı olup, XIX. yüzyılın ikinci yarısında keşf olunarak tetkik olunan tarihî Orhun Âbideleridir. Bunlar tarihleri üzerlerine yazılmış ilk Türk âbideleridir. Bu âbidelerin ait olduğu kavim, tarihte ilk defa olarak kendisini Türk ismiyle yad etmiştir. Bu kavim VI. yüzyılda meydana çıkarak Çin hudutlarından İran ve Bizans'a kadar olan bütün sahayı pek kısa bir zamanda istilâ eden bir kavimdir. İşte bu sebepten biz, bu Türkler hakkında kendilerinden önceki diğer göçebe hükümetler hakkında olduğundan daha çok çeşitli kaynaklardan bilgi alabiliyoruz. Halbuki bunlardan evvelki göçebe hükümetlerini yalnız Çinliler biliyorlardı. VI. yüzyılda devlet kuran bu kavmin Türk olduğu ise Orhun yazıtlarının çözüldüğü zamandan önce de biliniyordu. Nitekim Çin kaynaklarındaki Tuküe kelimesinin "Türk"den bozulmuş olduğu hakkındaki tefsirler bazı münakaşalara sebep olmuşsa da, Bizans kaynaklarındaki Turkoi kelimesi hiç münakaşa edilmeden "Türk" olarak kabul edilmişti.

VI. yüzyıl Türk hükümetinin diğer göçebe memleketlerin çoğundan farkı şu idi ki burada memleket devletin daha ilk kuruluşundan başlayarak yalnız bir kişinin değil, bir sülâlenin idaresi altında bulunmuştur. Buna dayanarak memleketin batı yarısında hükümdarlık eden hanlar daha devletin kurulmasından başlayarak tamamen bağımsız idiler. Hattâ, meselâ son Moğollar devrinde Altınordu hanlarından birincileri dış münasebetlerini ve işlerini DoğuMoğolistan'daki baş hakana müracaat etmeksizin bir türlü yürütemedikleri halde, Batı Tukyu Hanları yabancı elçilerini doğrudan doğruya kabul ederler, yabancı devletlerle antlaşma yaparlar ve bu hususta doğu hakanına hiç danışmazlardı. Batı Tukyu (Göktürk) Devleti, son devirlerdeki Moğol Devleti derecesinde değilse de, çeşitli kavimler ile medenî münasebetlerde bulunmuş ve Uzak Doğu medeniyeti ile Batı Asya medeniyeti arasında bir derece aracılık etmiştir. Bu yüzdendir ki Avrupa âlimleri, hattâ Sinologları bile, çoğunlukla Batı Türk devleti tarihine ilgi göstermişlerdir. Nitekim Fransız Sinologu Chavannes'in XX. yüzyıl başlarında Rus Akademisi yayınları arasında çıkan eseri, Batı Türklere (Tukyulara) aittir. Bu eserde Çinlilerin Batı Türklere ait verdikleri haberleri, Bizans, Ermeni ve İslâm kaynaklarındaki bilgilerle karşılaştırmıştır.1 Batı Türkler ise kendileri hakkında hiçbir bilgi bırakmamışlardır. Ancak bilindiği gibi bugüne kadar bunlardan yalnız bazı küçük mezar kitâbeleri kalmıştır.

Orhun Âbideleri, başlıca, Doğu Türklerinin M.S. 630680 yılları arasında yarım asır kadar Çin'e bağlı olarak kaldıkları devirden ve bundan sonra, yeni hanlar kumandası altında bağımsızlıklarını kazanarak kısa bir zaman içinde batı kardeşlerini de kendilerine bağladıklarından bahsediyor. Danimarkalı âlim Thomsen tarafından bu âbidelerin okunduğu zamandan şimdiye kadar aradan otuz yıl geçtiği halde üzerlerindeki yazıların keşif ve tetkiki henüz tamamlanamamıştır. Bazı yerlerinin keşfi bu zamana kadar münakaşa konusu olarak kalıyor. Bunun için asıl Türkçe metni okuyup anlamayanlar yalnız eldeki tercümelerden faydalanırken, bunlardan tarihî bir sonuç çıkarmak için şüphesiz son derece uyanık bulunmak mecburiyetindedirler.

Âbidelerin yazılarını anlayabilmek hususunda büyük yardımları dokunan eserler, Radloff2 ve Thomsen3 in tercümeleridir. Thomsen ilk tercümesinin yayınlanmasından sonra bu âbidelerle tekrar meşgul olmayacağını açıklamıştı. Halbuki memnuniyetle görüyoruz ki o kendi niyetine sadık kalamamış, ve âbideler hakkında birkaç araştırma daha yapmıştır.

Bunlara ait tercüme denemelerinin en sonuncusu4 19241925 yılında Alman Şark Mecmuası'nda (Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft) yayımlanmıştır. Mamafih yeni tercüme denemesinde de, evvelki tercümelerine ait dikkatle yapılmış başarılı düzeltmelerle beraber okuyucuları yanlış yola sürükleyecek oldukça tehlikeli faraziyelere de rastlanır. Meselâ Han'ın kardeşi KülTegin'in (KölTigin) seferlerinden birisi anlatılırken düşmanların KülTegin'e yüzden fazla ok attıklarından ve okların isabet ettiğinden bahsolunur. Orada bir de "Yarıkında yalmasında" (Thomsen'e göre: Yarıgında ayalmasında) kelimeleri vardır. Thomsen bunu (Seine Rüstung und seinen MonddiamantenSchmuck) 5 yani "koşumuna ve alnındaki elmas aya" diye tercüme ediyor ve metindeki "yalmasında" kelimesinin "Ayalmasında" okunmasını teklif ediyor. Bu suretle KülTegin'in başındaki tolgada hilâl şeklinde elmastan bir süs bulunduğunu da farz ediyor. Eğer böyle olmuş olsa idi, tarihçiler için pek dikkat çekici olurdu. Fakat maalesef metinden bu şekilde bir anlam çıkarmak oldukça zordur.

Türk dilcisi olmadığımdan çeşitli kelimelerin münakaşa konusu olacak yorum ve tercümeleri veyahut tercümenin mevzubahis olan kabul şekilleri hakkında fazla söz söyleyemem. Lâkin Thomsen'in son tercümesinde fikrime göre noksan gördüğüm noktalar hakkında şu kadar diyeceğim ki asıl metinde, bir şekilde yazılmış olan kelimeler, bazen değişik yerlerde, farklı şekillerde okunuyor ve değişik anlamda tercüme ediliyor. Görüşüme göre böyle bir yol ancak çok zor bir durumda takip edilmelidir. Halbuki Thomsen metinde aynı şekilde yazılan kelimeleri her yerde aynı anlamda almak daha uygun iken bunlara çeşitli anlamlar veriyor. Meselâ âbidelerde "ölmek, vefat etmek" kelimesi birçok yerde vardır ve bazen bütün bir kavim hakkında kullanılıyor. Şüphesiz burada bir kavmin tamamenkelimenin hakiki anlamı ileölmesi değil, belki geçici bir düşüşü söylenilmek istenilmiştir ki, bu takdirde, o kavim bir müddet sonra yeniden kuvvet kazanarak meydana çıkabilir. Thomsen de bu ibareleri öyle anlıyor. "Mahvu perişan olmakZugrunde gehen" şeklinde tercüme ediyor. Lâkin bazen bu "ölmek" kelimesini "ülmek" diye okuyor ve buna göre "Geteilt werden" sözleriyle yani "bölünmek, sukût etmek" anlamında tercüme ediyor. Halbuki bu gibi yerlerde "ölmek" diye okuyarak "Zugrunde gehen" "helâk olmak" şeklinde tercümede bulunmak daha uygun geliyor. Özellikle burada "yanılıp ölmek" yani hata ve günah işleyerek helâk olmak gibi deyimler dikkati çekiyor. Yani ibarede helâk, hata ve günahın tabiî ve vasıtasız bir neticesi olarak gösteriliyor. Thomsen ise bu ibareyi "wie du geteilt wurdest, als du treulos warst, nasıl sadakatten ayrılınca bölündüğü" diye tercüme ediyor.6 Benim görüşüme göre böyle bir tercüme her halde hatalıdır. Halbuki Radloff'un eski tercümesinde buraları doğru tercüme olunmuştu. Thomsen'in son tercümesi evvelce Danimarka dilinde yayınlanmış ve daha sonra kendi izniyle, tarafından düzeltmeler eklenerek, Almanca olarak neşrolunmuştur. Makaleyi Almanca'ya çeviren, Thomsen'in bu son tercümesini o kadar mükemmel görüyor ki, bundan sonra Radloff'un tercümelerinin tamamen eskimiş bir halde (völig antiquiert) kalacağını iddia ediyor.7

Halbuki gösterdiğimiz misallerle de ispat edilmiş olduğu gibi, asıl metinlerin bazı yerlerinin okunuşu ve tercümesi hususu daha halledilmemiş olmasına rağmen, Radloff'un tercümesinde Thomsen'dekinden daha doğru tefsirlere tesadüf olunabilir.

Âbide metinlerinin bütünü göçebe bir kavim ve devletin hayatını pek açık bir şekilde tasvir ediyor. Göçebe bir devletin kuruluş ve yıkılışı, Avrupalıların anlayabildiği devlet hayatınınkinden ne kadar farklı olduğu Radloff'un daha evvelce Aus Sibirien8 adlı eserinde ve Kudadgu Bilig9 tabının girişinde (ki bu girişin daha sonra "Uygur meselesine aid" adıyla Rusçaya tercümesi de neşredilmiştir) açık bir şekilde tasvir etmişti. Thomsen'in itiraf ettiği gibi Radloff'un görüşleri Orhun Âbideleri ile tamamen kuvvetlendirilmiştir. Alışılagelen hayat normal akışını devam ettirdiği müddetçe göçebe kavim siyasî birlik ihtiyacını görmüyor. Böylece kavmin her ferdi kendisine tam bir emniyet temin edecek idareyi aşiret usulü şartlarında görüyor. Yani cemiyet, gelişmesinin bu devresinde kendi arasında genel düzen ve dirliğin devamlılığını hedef alan liderlerin kuvvetine ve belli kanunlara sahip bir hâkim kuvvetine ihtiyaç görmüyor ve belli bir idare müessesesi icat etmeyerek, antlaşmalar yapmayarak, sadece aşiretler arasında uygulanan münasebetlerin tâyin ettiği töre ile kendini idare ediyor. Devlet kuvvetini temsil eden hanlar bazen, imkân bulundukça, bütün kavmi veyahut birkaç kavmi bir idare altında birleştirebiliyordu. Lâkin bu olay olağanüstü şartlar altında meydana gelebiliyordu. Böyle zamanlarda hanlar, hükümeti kendiliklerinden ellerine alıyorlardı.

Bunlar hiç bir kimse tarafından tâyin edilmedikleri gibi, hiçbir kimse tarafından da seçilmiyorlardı. Kavim veya kavimler bu oldu bittiyi karşı koymaksızın kabul ediyor, veya çoğu zaman uzun müddet karşı koyduktan sonra kabule mecbur kalıyordu. Hattâ hanın kendi idaresinde kendi kavminin birliği de uzun süren kanlı savaşlar neticesinde meydana gelebiliyordu. Halbuki hanın idaresi altında bu gibi kabilelerin hepsinin birden ziraî, medenî ülkelere yaptıkları hücumlarda daha az kan dökülüyordu. Bu sefer neticesinde ele geçen savaş ganimetleri bu yeni kurulan hanlığın hâkim kuvvetiyle halkın arasını ısındırmakta esas oluyordu.

Orhun yazıtları da böyle bir görünüş arz ediyor. Hanlardan "TürkOğuz"10 yahut "Tokuz Oğuz"lardan çıkıyorlar ve aynı zamanda kendi kabileleri olan Oğuzlar ve diğer Türk kabileleri ile uzun ve devamlı savaşlar yapıyorlardı. Âbidelerde, Çin ve diğer medenî komşuları ile olan savaşlara nispeten bu iç savaşlar hakkında daha çok tafsilât veriliyor. Burada görülüyor ki; hanlar ve her halde halkı, dışarıdaki medenî milletlerle olan savaşlara yalnız aç halka yiyecek ve çıplak halka giyecek bulmak için pek tabiî bir vasıta gibi bakıyorlar. Mamafih bu âbideler yeni bir göçebe devletinin kuruluşu tarihinde Radloff'un dikkat edemediği noktalardan yalnız biri hakkında yeni bilgiler de vermiştir: Memleketin teşekkülünde rol oynayan olağanüstü durum ve şartlardan biri zenginlerle fakirler, beylerle halk arasında cereyan eden sınıf mücadelelerinin kuvvetlenmesi olabilir.

Göçebe toplumlarda mülkiyet ve sınıf farkının bu gibi gerginliklere sebep olacak derecede kuvvetlenmesi pek mümkündür. Âbideler gösteriyor ki, Türk ülkesinde Çinliler hakim olduğu vakit medenî memleketlerde olduğu gibi Türklerin aristokrasisi (kibar sınıfı) , kendi sınıf imtiyazının korunmasını ileri sürerek, yabancı bir milletin elinde tutsaklığa daha çabuk alışmışlar ve milli adet ve geleneklere bağlılık göstermemişler, ihanet etmişlerdir. Fakat milletin halk kısmı (avam sınıfı) yabancı boyunduruğuna çabuk alışmamış ve geleneklerine bağlı kalmıştır (nitekim Leh hakimiyeti devrinde batı Rus eyaletlerinde de böyle olmuştur) . Beylerin Çin adetlerini ve ahlakını kabul etmesi, avam halkın onlara karşı düşmanlığını arttırmıştır. Bundan faydalanarak, han sülalesi temsilcileri halkı Çin hakimiyetine karşı ayaklandırdılar ve Türk devletinin istiklalini canlandırdılar.

Orta Asya göçebe kavimlerinin tarihinde, sınıf mücadeleleri neticesinde bir milletin siyâsî birliğinin ve bir devletin kuruluşunun diğer bir örneği de vardır: O da Cengiz Han devletinin kuruluşudur ki "Moğol" devleti diye isimlendirilir. Lâkin bunda memleketin teşekkülü aristokrasinin galibiyeti neticesinde olmuştur. Cengiz Han11 VIII. yüzyılın Türk hakanı gibi avam halkı yararına çalıştığından bahsetmiyor. Aksine aristokrat arkadaşları için yaptığı hizmetleri anlatıyor. Gerçekten bu başarıları neticesinde aristokrasiye, beyler sınıfına, kendi vatanlarında emniyetli ve düzenli bir hayat ve savaşlarda zengin ganimetler verebilmiştir.

Bu sınıf mücadelesi hakkındaki bilgiler ise, yalnız Moğolların destânî rivayetlerinde saklı kalmıştır.12 Bir çok Çin Ermeni ve Avrupa kaynaklarında buna dâir bilgiler yoktur. Bunun gibi, Çin kaynaklarında ve diğer kaynaklarda, Türkler arasındaki sınıf mücadeleleri hakkında hiçbir bilgi yoktur. Eğer göçebe kavminin kendi hakkında tespit ettiği olaylar daha çok olsaydı, muhtemelen, diğer göçebe devletlerin kuruluşunda da sınıf mücadelesinin ne mühim bir yer almış olduğu daha açık olarak görülürdü.

Orhun Kitabeleri Türk devletinin iç bünyesi hakkında epeyce bilgi veriyor. Birçok unvanları ve diğerlerini sıralıyor. Muhtemelen bu unvanların hepsi doğru olarak okunmamış olabilir. Şimdiye kadar okunabilen kadarından ise açıkça anlaşılıyor ki bu unvanlar Türklere dışarıdan gelmiş adlardır. Han sülâlesinin ayrı kabileler başında bulunan üyesinin lâkabı olan "Şad" galiba aslen İran'dan gelme bir kelime olup, "Şah" kelimesi ile bir kökten çıkmıştır; bunun gibi bazı unvanların sonunda Moğolca çoğul sıfatı belirtisi olan (t) harfinin bulunması da dikkati çekmektedir. Prof. Pelliot 1925 yılı sonbaharın da Leningrad'da verdiği konferanslarda Avarların yani Çin kaynaklarındaki Cücenlerin13 Moğol neslinden olduğu hakkında bir görüş ortaya atmış ve (t) harfi ile son bulan unvanların Tukyu Türklerine Moğollardan miras kaldığı fikrini ileri sürmüştü. Prof. Pelliot'nun fikrine göre Türkler devlet teşkilâtı usulünü hep Avarlardan öğrenmişlerdir. Bu konu bir taraftan Türklerin daha çok batıdaki medenî kavimlerle, diğer taraftan da Avrupa ve Asya'da, kendilerinden önceki göçebe kavimlerle olan münasebetleri ile alâkalıdır.

Son günlere kadar hâkim olan bir fikre göre, Uzak Doğu medeniyetinin Batı medeniyeti tesiri altına hemen hiç düşmediği ve Moğolistan'da yaşayan kavimlerin de yalnız Çin medeniyeti tesiri altında kaldığı zannediliyordu. Hattâ E. Blochet 1910 yılında "Reşidüddin'in Moğol Tarihine Giriş" adıyla yayımladığı eserinde, Orhun Kitâbeleri'nde aslen Türkçe olmaması ihtimali olan şeylerin hepsinin Çin'den gelme olduğunu14 ve Moğolların pek eski devirlerde bile Çin medeniyeti ile tanışık oldukları halde, İslâm medeniyeti ile temaslarının yalnız millî devlet kurup, İslâm memleketlerinde fetihlerde bulunduktan sonra meydana geldiğini kabul ediyor15 Halbuki buna karşı en kuvvetli delil gerek VIII. yüzyıl Türklerinde ve gerekse XIII. yüzyıl Moğollarında Batı Asya'dan gelme alfabelerin mevcut olmasıdır.

Orhun Kitâbeleri daha XVIII. yüzyılda bilinen Yukarı Yenisey Âbideleri yazılarının aynısı ile yazılmıştır. Bu Yenisey yazılarındaki bazı harflerin Avrupa alfabelerine benzer olduğuna daha o zaman dikkat eden olmuştur. Bu harflerin şekillerine bakılırsa herhalde Orhun Âbideleri harflerine göre daha eski oldukları görülür16 Bunlar belki de VII. yüzyıla ait olabilirler. Bunların tarihini daha doğru olarak tâyin etmek mümkün değildir. Ancak şurası dikkati çekmektedir ki, bu yazıların hiç birinde, hiç olmazsa Orhun Türkleri tarafından kullanılan, "Oniki Hayvan" takvimi ile olsun hiçbir türlü tarih konmamıştır. Halbuki Çin ve İslâm kaynaklarına göre, o zaman Yukarı Yenisey'de Kırgızlar oturuyorlardı. Buna göre bu yazılar Kırgızların da olabilir. Bu Kırgızların on iki senelik takvimi kullandıkları hakkında Çin kaynaklarında kayıtlar vardır. Hattâ bazı âlimler bu takvimin aslında Kırgızlar tarafından icat edildiğini farz ediyorlardı.17

Orhun ve Yenisey yazılarının kökeni konusunu uzun uzadıya araştıran zât Finlandiyalı âlim Donner'dir.18 Bu zât, adı geçen harflerin daha çok İran'da M.Ö. III. yüzyıl ile M.S. III. yüzyıl arasında hâkim olan Arşak sülâlesinin paralarındaki harflere benzediğini söylüyordu. O zamandan beri Doğu Türkistan'da ve Batı Çin'in hudut bölgelerinde çalışan ilmî heyetler, Doğu İran dilinde birçok belgeler elde ettiler. Bu Doğu İran dilini âdetâ Soğd dili diye isimlendiriyorlar (Soğd Zerefşan havzasında Semerkant'la Buhara arasındaki bir yerin ismidir) 19 Bu elde edilen belgeler M S. I. yüzyıla aittir. Soğd eserleriyle en çok meşgul olan Gauthiot20 Yenisey Orhun Yazıtlarının esasen Soğd harflerinden çıktığını ve Soğdcanın da M.S. I. yüzyılda yazılan şeklinden daha eski olan bir şeklinden çıkmış olduğunu iddia ediyordu. Halbuki şimdiye kadar bulunan Türkçe kitâbeler M.S. VII. yüzyıldan daha öncelere götürülemiyor. Bu sebepten, yazıları asıl Soğdca örneğine daha yakın bir eski Türk âbidesi ortaya çıkarılmadıkça en eski Türk alfabesinin doğuş ve gelişmesini ilmî bir şekilde ispat ve tâyin etmek mümkün olamaz.

Türkler anlaşılan yalnız dışarıdan alfabe almakla yetinmeyip buna bazı yeni şekiller de eklemişlerdir. Meselâ ok ve uk seslerini yazmak için kullandıkları şu (0) şekil gibi. Bu işaret Türkçe ok'u tasvir ediyor. Bundan başka dilin fonetik (vokal) özelliklerine ve özellikle sesli uyumu (vokal armonisi) kuralına uydurmuşlardır.

Bundan dolayı Türklerin o vakit kullandıkları en eski alfabe diğer (geç) zamanlarda kullandıklarından çok daha mükemmeldir. Tasavvur etmek mümkündür ki, bu alfabe ile yalnız âbideleri değil başka birçok şeyleri de yazmışlardır. Sonra han sülâlesinden birisi tarafından hanın adına dikilen âbidenin imlâsı, aynı sülâleden üç hana hizmet eden Türk devleti ileri gelenlerinden vezir Tonyukuk adına dikilen âbidenin imlâsına nispeten daha mükemmel ve düzgündür.

Âbidelerin yazı üslûbu ve kelimeleri, bunlardaki medeniyet seviyesininalelâde göçebe hayat şartları dahilinde bekleneceği gibiaşağı olmadığını farz ettiriyor. Hattâ han, bütün Türk kavimlerini kendisinin yazıp bıraktığı âbideleri okuyarak anlamaya ve bundan kendi hanlarının başarılarını ve halkın hana karşı ayaklanması neticesinde karşılaştıkları zorlukları bilmeye çağırıyor. Halkta okumanın ve yazmanın bu kadar yayıldığını düşünmek elbette zordur. Lâkin kitâbelerdeki bu sözler devleti idare eden zâtın yani hanın kendi vazifelerini, Chavannes'in21 "Hanlar bu heykellerinde yalnız kendilerinin vahşi şöhretlerinin rüyalarını (Reve de gloire brutale) tasvir etmişlerdir" sözleriyle anlatmak istediğinden daha geniş bir şekilde anladığını gösteriyor. Bu âbidelerde Türklerin talihsiz günlerinde kanlarının sular gibi aktığından bahsediliyor. Fakat zafer günlerinde diğer kavimlerin dökülen kanından bahsolunmuyor. Öldürülen düşmanların sayısı açıklanmıyor. Savaş anında gösterdikleri vahşice kan dökücülükle övünülmüyor. Halbuki bunlar meşhur Asur hükümdarlarının âbidelerinde övünülerek anlatılır. Halkın ruhi durumunu anlamak için dinî inançlarının bilinmesi pek mühimdir. Âbidelerde bunlara ait hiçbir bilgi verilmiyor. Yalnız gök ve yer ibadetlerinden (culte) bahsolunuyor. Bu münasebetle bazen "Türk Gök'ü, Türk Yer Suyu" gibi deyimler kullanılıyor. "Tengri" kelimesi bizim bildiğimiz "semâ" ve "Ulûhî semâ" mânasında kullanılıyor. Yer Su (Yer Sub) hakkında söz geçen yerlerde, "Yer Su" deyimiyle yer ruhlarının hepsi değil, belki bir tanrıça kast olunduğu anlaşılıyor. Thomsen'in, son tercümesinde (die türkischen heiligen Yer Sub) "Türk mukaddes Yer Suları" diye çoğul olarak göstermesi bu noktada bir şüphe uyandırmaktadır. Diğer ilâhlardan yalnız memedeki çocukların koruyucusu olan "Umay" zikrolunuyor. Han kendi anasını "Umay" dediği tanrıçaya benzetiyor. Bu tanrıça şaman Türklerin Altay'daki kalıntısında bu güne kadar korunmuştur. Şüphesiz Tukyu Türkleri Şaman idiler. Bununla beraber genellikle Türk dilinde Şaman kelimesine karşı kullanılan "Kam" kelimesi abidelerde hiç kullanılmamıştır. Yenisey yazılarında ise "Tengri" kelimesi ile beraber bir de "Bel" kelimesine tesadüf ediliyor. Şüphesiz bu da Şamanların saygı duydukları ruhlardan (cinlerden) biri olmalıdır. Fakat Orhun yazıtlarında bu kelime yoktur. Medenî dinlerin Türkler arasında yayılması Çin kaynaklarında bahsedildiği halde, Orhun Âbideleri bu hususta bir şey zikretmiyor. Çinlilerin bildirdiğine göre, han kendi başkentinde bir Buda ibadethânesi yapmak istemiş, lâkin danışmanı Tonyukuk "Budist mezhep ve telkinleri göçebe Türklerin askerlik kabiliyetlerine zarar getirir" diyerek hükümdarının fikrini değiştirmiştir. Batıdan gelen dinî propaganda hakkında ise bilgi daha azdır. Eskiden Fenike alfabesinin yayılması gibi, Türkler arasında da İran alfabesinin yayılması her şeyden önce sadece ticarî münasebetlerin kuvvetlenmesi neticesi olup, hiçbir dinî propaganda ile ilgili değildi. İran'ın millî dini olan Zerdüştlük milletlerarası dinî propaganda ile ilgilenmedi.

Makedonyalı İskender'in fetihlerinden sonra, Doğu İran vilâyetleri uzun müddet batı vilâyetlerden ayrı kalarak Hint medeniyeti ile Buda dininin tesirlerine kapıldılar. Budist misyonerleri İranlılar ve Türkler arasındaki faaliyetleri esnasında bazen Hint alfabesinden de faydalanıyorlardı; Doğu Türkistan'da Avrupalılar tarafından yapılan arkeolojik araştırmalar neticesinde biz şimdi Hint harfleriyle yazılan Türkçe Budist yazılarını ele geçirmiş bulunuyoruz. Lâkin Budistler pek az bir zamanda Soğd millî alfabesini kabul ettiler. Daha sonra bu harfler, ileride göreceğimiz gibi Türkler arasında yayıldı. Orta Asya'da yaklaşık olarak M.S. III. yüzyıldan başlayarak yayılmağa başlayan Manihaizm ve Hıristiyanlık da kendileriyle beraber alfabelerini getirdiler. Manihaizm, Hıristiyanlıktan sonra, Zerdüş dinini Hıristiyanlık ve Budizmle uyuşturmak fikriyle meydana gelmiştir; mamafih Manihaizm Orta Asya'da Hıristiyanlıktan biraz evvel yayılmış olsa gerektir. Bu sırada, dinle alfabe arasındaki münasebetlerde bir bağlantı meydana gelmeğe başlıyor. Manihaistler kendi alfabelerini, Hıristiyanlar ise "Süryanî Alfabesi" adında diğer bir alfabeyi kabul ediyorlar. Hattâ Hıristiyanlığın Orta Asya'da yayılan çeşitli mezhepleri arasında da aynı Süryanî yazılarının kullanıldığı görülüyor. Manihaizmi veya Hıristiyanlığı kabul eden Türkler veya İranlılar, uzun müddet Mani veya Süryanî yazılarını kullanmışlardır. Bununla beraber millî Soğd yazısı ile yazılan bazı Mani ve Hıristiyan metinlerine de tesadüf olunuyor. Bazen Mani Türk metninin her iki alfabe ile yazılanları da bulunuyor. Bunların biri "Mani yazısı" ve diğeri "millî Soğdca"dır.22

Oğuz Türkleri devletinin yıkılmasından pek az sonra gelecek derste anlatacağımız gibi, Manihaizm Türkler arasında geniş ölçüde yaygınlaşmaya başlamıştır. Lâkin VIVIII. yüzyıl Türk devleti zamanında Soğd ticaretinin bozkırlarda yayılmasıyla paralel olarak dinî propagandada da başarı kazanıp kazanmadığını bilemiyoruz. Tabiîdir ki Soğd tüccar ve misyonerlerinin esas faaliyet sahası Çin içlerine giden ticaret yolu olmuştur. Bu yolda LobNor'a kadar Soğd kolonileri kurulmuştur. Pelliot'nun tetkikleri sayesinde biz VII. yüzyılda "LobNor"da bir Soğd kolonisinin kurulduğunu ve ondan sonraki yüzyıl zarfında bunların hâlâ bir çeşit özel idareleri (muhtariyet) bulunduğunu biliyoruz.23 Lâkin aynı zamanda Soğd tüccarları, Türk bozkırlarında ve özellikle han ordalarında kendi malları için iyi pazarlar buluyorlardı. Bu suretle orada Soğd kolonileri meydana geliyordu. Çinli Budist rahibi (Hacısı) "Hüan Cuang" 630 yıllarında Orta Asya'dan geçmiştir. Onun rivayetinden anlıyoruz ki, Soğd ticaret şehirleri, ta o zaman bile, batı Türk memleketlerinden Çu nehri kıyılarına kadar vardı. Hüan Cuang Isık Göl'ün 24 güney kıyısından geçmiş ise de, oralarda şehirlerin bulunduğunu zikretmiyor. Halbuki Tang Sülâlesi tarihinde buralarda da şehirler zikrolunmaktadır. Orta Asya hakkındaki bilgileri, IX. yüzyılın ilk seneleri olayları ile sona eriyor.

Şaman inançları, özellikle Türklerin cenaze ve defin törenlerinde görülmüştür. Çin kaynaklarından anlaşılıyor ki Türkler askerlerin kabirleri üzerine bunların öldürdükleri düşmanların heykelini dikerlermiş. Orhun Âbideleri Çinlilerin verdikleri bu haberleri tamamen kuvvetlendirdi. Bu âbidelerden öğrendiğimize göre, bu çeşit heykellere balbal denilirmiş. Bu kelimenin kökeninin Çin olduğu söyleniyor. Bu heykellerin dikilmesi sırasında tören yapılıp yapılmadığı hakkında Orhun Âbideleri bir bilgi vermiyor. Lâkin Bizans kaynaklarından anlaşıldığına göre, Türk hanlarının kabri yanında, bazen, düşmanların Türk elinde tutsak kalan başbuğları öldürülürmüş. Şüphesiz bu âdetin esası, diğer Şamanist kavimlerde olduğu gibi, öldürülmüş adamın kıyamet gününde kendisini öldüren veya adına öldürülmüş olduğu kimseye hizmet edeceğine ait olan inançtı. Bu inanç asıl ilkel ve medenî dinler arasındaki esas farkı teşkil ediyor. Şamanlık gibi ilkel insanların dinleri birtakım ahlâki ülkülerle ilgili değildi. Bunlarda kıyamete iman, ahirette bir nevi yargılama yapılacağına ve uhrevî bir sorumluluk yüklenileceğine inanmayı gerektirmiyor. Yani insan bir kimseyi öldürdüğü için kıyamette ceza görmekten korkmuyor. Aksine ne kadar fazla öldürürse o kadar fazla itibar göreceğini tasavvur ediyor.

Âbidelerin yazıları ve o âbidelerle beraber bulunan diğer heykeller, o güne kadar yazma tarihî eserlerde bulunan bilgilerin birçok diğer özelliklerini tasdik ederek, o bilgileri tenkit eden fikirleri de çürüttü ve görüldü ki, VIII. yüzyıldaki Türk balbalları dış şekilleri itibarıyla, Güney Rusya bozkırlarından başlayarak uzayan çok uzak mesafelerde bulunan ve Ruslar tarafından Taşnine (Kamennaya boba) diye isimlendirilen heykellerin aynıdır. Türklerin, kabirleri üzerine böyle balbal heykelleri dikmek âdetleri hakkında, Çin kaynaklarındaki bilgilerden başka, XIII. yüzyılın ortasındaki Katolik Misyoneri Rubruquis'in de ayrıca bir rivayeti vardır. Ona göre yüzü doğuya çevrilmiş olan bu gibi heykelleri o zamanda Güney Rusya ovalarında oturan bir Türk kavmi olan Kumanlar (Rus vakayınâmelerinde Polovits) da dikiyorlardı.

Çin kaynakları rivâyetleriyle o kaynaklardan tamamen ayrı olan Avrupa kaynaklarındaki rivâyetlerin birbirlerine uygun olmasına rağmen, Radloff Aus Sibirien25 adlı kitabında, hem Çin tarihçilerinin ve hem de Rubruquis'in hatâ ettiklerini ve bu çeşit heykellerin Rusya'da Türklerin ortaya çıkması ve istilâsından çok önceki yüzyıllarda dikilmiş olduklarını iddia etmişti. Böyle bir görüş ancak Yenisey âbideleri üzerindeki yazıların anahtarı daha bulunmadığı bir devirde mümkündü. Bazı Orhun balballarında olduğu gibi birçok Yenisey balballarının üzerinde bir çeşit yazılar vardı. Şimdi Orhun yazıtlarının anahtarı bulunduktan sonra o yazılar da okunabilmiş ve Türkçe oldukları anlaşılmıştır. Bugün Rusça "Taşnine" denilen o heykellerin aslının Türk olduğundan zerre kadar şüphe yoktur.

Radloff aynı zamanda, Çinlilerin Türkler hakkındaki bilgilerinden bazılarına da itiraz etmişti. Meselâ Türklerin devlet kurmalarından önce bile demircilikle meşgul oldukları hakkında Çin kaynaklarının verdiği bilgileri gerçeğe uygun bulmuyor, madencilik işleriyle göçebe hayatı birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan bir durum olarak görüyordu.26 Bu hususta Orhun Yazıtları Çin kaynaklarının verdiği bilgilerin yanlışlığı hakkında hiçbir yeni bilgi vermiyor. Halbuki göçebe hayatında bile demir silâhların kullanıldığı lehinde, Türk ve Moğol halk rivâyetleri tanıklık etmektedir. Çin kaynaklarında, Türklerin bazen ölüyü yakmak âdetleri de olduğu söylendiği halde, Radloff bazı kabirler üzerinde yaptığı araştırmalarda böyle bir belirti görmemiş27 ve bunu da yazma tarihî eserlerin bilgileri ile maddî medeniyet kalıntılarından alınacak bilgiler arasındaki çelişki olarak izah etmiştir. Orhun Yazıtlarından ancak şu kadarı anlaşılıyor ki, Türk halk inancına göre, insanın ruhu, öldükten sonra kuş yahut böcek şekline giriyormuş. Ölen hakkında "uçtu" deniliyor.

Bilindiği gibi, Batı Türklerinde, hattâ İslâmiyeti kabulden sonra "öldü" yerine "Şunkar boldu" yani "şahin oldu" deyimi kullanılıyordu. Bundan anlaşıldığına göre insanın cesedini muhafaza etmeğe galiba ehemmiyet vermemişlerdir. Bununla beraber bir habere göre, Türklerin Araplarla savaşları sırasında Türk kumandanının cesedi Arapların elinde kalmış ve bu olay, kumandanın ölümünden daha ağır bir felâket kabul edilmiş imiş.28 Fakat bu durum dinî mahiyette olmayan bir namus meselesi olarak düşünülmüş olduğundan meydana gelmiş olabilir. Gerçekte bunlarda, kadınların savaşta düşman eline geçmesi, büyük bir ayıp sayıldığı gibi, bir kumandanın cesedinin de düşman eline geçmesi, aynı şekilde telâkki olunurdu. Türklerde ölü gömme ve cenaze töreni hakkındaki ayrıntılı bilgiyi âbidelerden çok, hanların gömülü oldukları yerlerde yapılan kazılar verebilirdi. Bu kazıları Radloff ve meslektaşları ve onlardan sonra 1925'te Profesör Vladimircov yaptılar. Fakat bu güne kadar bu kazılar sonucunda bir mezar çıkmadı. Olabilir ki diğer birçok kavimlerde olduğu gibi, Türkler de hanlar gömülürken, birkaç çukur kazarlar, düşmanların eline geçmesinden ve hakarete uğramasından korumak için cesedi veya külünü o çukurlardan rastgele birine koyarlardı. Vladimircov'un yaptığı kazının en çok göze çarpan sonucu bir Türk askerinin kabri içinde bulunmuş ve oldukça iyi korunmuş heykelidir. Bu heykelde Türk soyunun bütün heykel özellikleri görülmüştür. Bu tür heykeller daha evvel toprak üstünde de bulunuyordu. Fakat başları bulunmazdı. Bunların başlarını kırmak Moğolların işidir. Onlar eski adamların resimlerinin hayattaki insanlara zarar vereceği inancında idiler. Böylece ortaya çıkıyor ki heykellerin başlarını kırmak, İslâmlığın dinî taassubunun yayılmadığı yerlerde de âdet idi. Halbuki bugüne kadar bu olayı sadece İslâm taassubunun sonucu olarak izah ediyorlardı ki, doğru değildir. Gelecekte yapılacak kazılar muhtemelen daha birçok yeni bilgiler verebilir. O zamana kadar Türklerin cesetleri yakmak âdetleri hakkındaki Çin haberlerini reddetmek her halde esassız olur; çünkü Radloff'un kazılarından sonra bozkırlardaki bazı kabirlerde cesetlerin etrafındaki eşyaların kalıntılarına da rast gelinmiştir.29 Çinliler Türklerin ölü gömme törenini birçok defalar yakından görebiliyorlardı. Bazı Türk hanları, düşmanlarının baskısıyla vatanlarından kaçıp Çin'e gelerek orada öldükleri zaman, ahalinin gözü önünde kendi âdetlerine göre gömülüyorlardı. Bu yüzden Çin kaynaklarının verdikleri bilgilerin yanlış olması ihtimali kalmıyor demek mümkündür.

Bu dersten maksadım tarihte ilk defa olarak kendisini Türk adıyla isimlendiren bir kavimden kalan yazılar, âbideler ve heykelleri öğrenmek sonucunda ortaya çıkan ana fikirleri açıklamak idi. Şimdi bu sonuçların daha önce yaşayan kavimlerden hangisinin bu Türklere yakın veya uzak kardeşlik münasebetinde bulunduklarını öğrenmek ve M.S. VIVIII. yüzyıl Türk devleti hayatının olayları, Türk kavminin bundan sonra gelen yüzyıllardaki hayatını açıklamak için ne derece yardım edebileceği gibi sorular kalıyor ki, gelecek derslerimiz de bu konulara ait olacaktır.

İkinci Ders

Türklerin ve genellikle Orta Asya kavimlerinin tarihini öğrenmek yolundaki engellerin birinci derste söylenenlerinden başka bir diğeri daha vardır. O da çeşitli devirlerin birbirinden farklı bir şekilde aydınlatılmış olmasıdır. Bir kavim veyahut bir ülkenin tarihinin belli bir devri hakkında oldukça geniş bilgilere sahip olduğumuz halde, aynı kavim veya ülkenin o belli devirden önce veya sonra nasıl bir hayat geçirdiği hakkında çoğu vakit herhangi bir kaynakta mevcut birkaç kelime ile yetinmek mecburiyetindeyiz. Halbuki bir kavim veya ülkenin yavaş yavaş gelişen tarihî olaylarını gereği gibi öğrenmek için o kavmin tarihindeki her devreyi iyice müşahede etmek imkânına sahip olmalıyız. İstenilen bilgilerin kaynaklarda bulunmayışı bu devirler hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmasına ve şahsî fikirler ileri sürülmesine meydan veriyor ve bundan dolayı meselenin ilmî bir şekilde incelenmesi mümkün olmuyor.

Moğol devrine kadar Çin ile komşu olan göçebe devletler tarihinde Orhun Âbideleri evvelki derste görüldüğü gibi tamamen ayrı bir yer tutuyor. VIVII. yüzyıl Türk devletinden evvel bozkırlarda ortaya çıkıp kurulmuş olan göçebe devletler hakkında sadece Çin kaynaklarındaki pek az bilgilerle yetinmek mecburiyetindeyiz. Bu kavimler ise tarih sahnesindenkonuştukları dillerinden birkaç kelime bile bırakmayarakçekilip gitmişlerdir.

Bir kavmin hangi dille konuştuğu meselesini halletmek için bugüne kadar esas olarak kabul edilen kaynak Çin tarihlerinde Çin hiyeroglifleri ile yazılmış olan tek tük kelimeler, özellikle birtakım adlar, unvan ve lâkaplardı. Çin hiyerogliflerinin telâffuz kaidelerine göre bu kelimelerin şu veya bu türlü telâffuz olunduğuna hükmediliyordu.

Orhun yazıtları, eski âlimlerin dil hakkındaki bu çeşit tahminlerini ve ulaştıkları sonuçları kontrole yol açtı. Kontrolün sonuçları ise zikredilen alimlere pek teselli verici bir mahiyette değildir. Hattâ Türk olduklarında şüphe olmayan kavimlerden kalan Türkçe kelimeleri tetkik edenlerin görüşleri, bu araştırmaları yapan âlimler Türk dilinin en büyük âlimleri oldukları halde bile, yanlış çıkmıştır. Orhun Yazıtları daha keşfedilmeden az evvel Radloff, birkaç eserinde, bu cümleden "Kutadgu Bilig" tabının önsözünde Türk hükümdarlarının Çin kaynaklarında Çin hiyeroglifi ile yazılan unvanlarını tetkik ve tespit denemesinde bulunmuştu.30 Orhun Yazıtları, Radloff'un görüşlerinden bir çoğunun esassız olduğunu ortaya çıkardı. Meselâ Çin hiyeroglifi ile yazılan bir kelimeyi Radloff "bek" diye okuyordu. Halbuki "bek" değil "bilge" imiş. Diğer bir kelimeyi "aydınlık" diye okumuştu, halbuki "Ay Tengri" diye okumak lâzım imiş. Çünkü o zamanki Türk dilinde "aydın" kelimesi yok imiş vb.

Orhun Yazıtlarından anlaşılıyor ki, Çinliler bazen kendilerince bilinen kavimlere adı geçen kavimlerin kendilerine verdikleri addan büsbütün başka bir ad da verirlermiş. Meselâ Çin kaynaklarında "Kıtay" kavmi ile birlikte daima bir "Hi" kavmi zikrolunuyor. Orhun ki tâbelerinde ise "Kıtay"larla birlikte bulunan bu kavmin yerinde "Tatabı" adı geçmektedir. İşte bu iki ad arasında hiç benzerlik olmadığı halde Çin kaynaklarındaki "Hi" adı ile Orhun Kitâbelerindeki "Tatabı" adının aynı kavmin iki adı olduğunda, Avrupa âlimleri aynı fikirdedirler. Çin hiyerogliflerinin çeşitli göçebe devletlerin devirlerine rastlayan farklı zamanlarda ne suretle telâffuz olunduklarını Sinologlar daha tam olarak tespit edememişlerdir. İşte bu mesele de göçebe Türk kavimlerinin tarihini araştıran âlimlere zorluklar vermektedir. Orta Asya'da yaşayan şu veya bu kavmin dilini Çin hiyeroglifleri ile yazılan kelimelerle tâyin etmek için yapılan tecrübeler birkaç defa tekrar edilmiştir. Bu tecrübeler ilk defa olarak bu kavimlerin en eskisi olan Hunlar hakkında yapılmıştır. Bilindiği gibi Hunlar M.Ö. II. yüzyılda Çin hududunda kuvvetli bir devlet kurdular ve daha sonra Avrupa'ya kadar gelerek M.S. V. yüzyılda tanındılar. Hunları Türk sayıyorlar. Çinliler de M.S. VI. yüzyıl Türklerini Hunların torunları olarak yazıyorlar. Çin kaynaklarında Hunlara nispet edilen kelimelerin aslının Türkçe olup olmadığını araştırmak için yapılan denemelerin en meşhuru Japon doğu tarihçisi, Profesör Shiratori'nindir.31 Bu denemelerin ne kadar başarısız olduğunu şundan anlayabiliriz ki Prof. Shiratori bizzat kendi fikrinden döndü ve tamamen Hunlara maledilen kelimelerin Tunguz dili ile daha güzel açıklanabileceği sonucuna vardı.32 Hunlardan sonra Doğu Moğolistan'da hüküm süren göçebe kavmin aslının Tunguz olduğu daha az şüpheli addolunuyordu. Bu kavmin adını yalnız Çinceden Sienpi şeklinde yazılan hiyerogliften öğrenebiliyoruz. Bunlar Hunların doğu komşuları ve düşmanları olarak zikrolunuyorlar. Bunlar, M.S. I. yüzyıl sonunda Moğolistan'da Hunların yerini işgal ederek, tıpkı Hunlar gibi, asıl Çin ülkesinin kuzeyinde birkaç sülâle çıkarmışlardır. Hunların aksine bugüne kadar Sienpiler hakkında yazı yazan tarihçilerden hiçbiri bu kavmi Türk diye tasavvur etmemişlerdi; bunları yalnız Tunguz zannetmişlerdi. Prof. Pelliot Leningard'da verdiği konferanslarında bildirdiğine göre, Çin eserleri arasında Sienpilerin bir lügat kitabı bulunmuş ve bu kitap incelendiğinde görülmüştür ki, tam Türk dilidir. İşte bu sebepten Sienpilerin Türk olduklarında hiç şüphe kalmıyor. Prof. Pelliot'nun bildirdiği bu haber oldukça ehemmiyetlidir ve bu gösteriyor ki Çin kaynaklarından göçebe komşuların dili hakkında bugüne kadar tahmin olunandan daha fazla belli ve açık bilgiler alabilmek mümkünmüş. Çünkü Sienpi Lügati'nin bulunması tek bir hâdise değildir. Daha evvelce Prof. Pelliot basılmış bir makalesinde33 Orhun kitâbelerinde zikrolunan bir kavmin yani "Kıtay"ların da Çin eserleri arasında korunmuş bir lügat kitabının bulunduğunu da haber vermişti. Bu lügattan anlaşıldığına göre şimdiye kadar Tunguz sayılan Kıtaylar hakikatte Mogol dili ile konuşuyorlarmış.

Prof. Pelliot'nun geçen derste söylediğim fikirleri bana pek açık görünmüyor.34 Türklerden önce hüküm süren ve Türklerinki derecesinde geniş olmasa da (V. yüzyıl ile VI. yüzyılın ilk yarısında) Orta Asya'nın bütün doğu kısmını idare eden Avarları hiç şüphe etmeyerek Moğol neslinden addediyor. Bu fikrinde hangi esasa dayanıyor, bunu bilemiyorum. Çinlilerin bu kavme verdikleri adın bu kavmin hakiki adı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çinliler bunlara "Zuzen" yahut "ZuanZuan" diye uydurma bir ad veriyorlar. Çincede bu kelime nadir bir çeşit kurta denilirmiş. Şüphesiz Çinliler bu kelime ile göçebe kavimlere karşı, az çok besledikleri nefret ve küçümsemelerini göstermiş oluyorlar.

Avar kelimesine Çin kaynaklarında tesadüf edilmiyor. Orhun Âbidelerinde bu kelimenin bulunup bulunmadığı durumu sorulabilir. Orhun Yazıtlarındaki "Parpurum" yahut "Aparapurum" şeklindeki bilmece gibi kavim adları bu âbidelerin bir yerinde ve aynı zamanda kitâbeleri yazan kimsenin kendi zamanını değil, geçmişteki hayatı bildiren bir yerinde zikrolunuyor.

Thomsen son tercümesinde bu kelimeyi "Aparapurum" diye iki kelime ve iki ayrı kavmin adı olarak açıklamıştır. Fakat her ikisine de soru işareti koyarak kesin olmadığını bildirmiştir. Avar kelimesine ise Bizans ve Batı Avrupa ve Rus kaynaklarında çeşitli şekillerde (Rus vakâyınâmesinde Obri, Obriler) tesadüf olunur. Bizanslılar ise hakiki Avarlarla sahte Avarları ayırarak, hakikî Avarlann doğuda yok olduğunu söyleyip, Batı Avrupa'ya bu ad ile gelen kavmi de, yalnız hakiki Avarların adlarını kendilerine veren bir kavim olarak gösteriyorlar. Lâkin anlaşılan Bizanslıların bu suretle ikiye ayırdıkları kavim, bir kavim veya herhalde pek yakın iki kavim olsa gerektir.

Prof. Pelliot'nun lehine söyleyen bazı durumlar da vardır. Bunlardan birisi Tuna Bulgarlarının eski aristokrasi hâkimiyeti devrine ait, Slav vakâyınâmesinde rastlanan ve doğrudan doğruya Bulgarca addolunan sözlerdir. Bilindiği gibi Bulgarlar esasen Slav değildirler.

Hattâ kendilerinin Slav olmayan giyimlerinden bazı özelikleri bugüne kadar muhafaza etmişlerdir. Vakâyınâmedeki bilmece gibi kelimelerin Slavca ile bir alâkası olmadığı muhakkak olduğundan bunları Türkçe veyahut Türkçeye yakın dillerle izah etmek tecrübeleri yapılmıştır. Bu hususta en çok taraf bulan fikir Finlandiyalı Prof. Mikkola'nın fikridir. Bu zât bahsedilen kelimelerin hepsinin "Oniki Hayvan" adıyla olan takvimdeki adlardan ibaret olduğunu ileri sürmüştür. Bunun içerisinde "Yılkı (At) " yılının bu takvimde Türkçe değil, belki Moğolca olarak "Morin" kelimesiyle yazılmış olduğu görülmüştür.35

Avarların Moğol olduğu görüşü ortaya atılmazdan önce böyle bir takvimde Moğolca bir kelimeye rastlanması pek garip görülürdü. Eğer Avarların Moğol olduğu tahakkuk ederse bu kelimenin Bulgarlara doğudan Avarlar tarafından getirilmiş olduğu anlaşılacaktır. Ben yalnız bu örnekle yetineceğim; yoksa tarihi Moğolların ortaya çıkışından çok önceleri için batı taraflarda Moğolca kelimeler araştırılması yolunda bazı âlimler daha birçok zayıf dene meler yapmışlardır. Hattâ bu yolda en büyük âlimler bile tam bir cesaretle görüşler ortaya atmaya kadar varmışlardır. Bunlardan, Marquart Yukarı Amuderya havzasında36 bir vilâyet adı olan "Çağaniyan" kelimesini Moğolca "Tsağan "la (beyaz) karşılaştırma denemesinde bulunmuştur. Çağaniyan kelimesinin Moğolca olup olmaması münakaşa konusu olmasına rağmen, Marquart bu kelimeyi tarihte Moğolca olduğu muhakkak (Mit Sicherheit Belegt) ilk kelime diye kabul ediyor.37

Diğer taraftan Pelliot'nun fikrine karşı da birçok kuvvetli itirazlar yapılabilir. Gerçekten Zuzen yahut Avarlar'ın hâkimiyeti daha V. yüzyılda batı tarafına doğru epeyce uzak yerlere, hiç olmazsa Doğu Türkistan'daki "Karaşar"'a kadar gelmişti ve bu hareket diğer bir kavmin ve daha sonra Türkler tarafından memleketleri fethedilen "Haital" yahut AkHunların batıya, Amuderya havzasına göç etmelerine sebep olmuştu; fakat Zuzen'lerin hareketi bu kadar mühim olduğu halde, eğer bunlar Moğol kavmi olsaydı, niçin son zamanlarda Orta Asya'da yapılan eski eserler kazı ve tetkikleri sonucunda, Cengiz Han devrinden evvel yazılan bir tane Moğol metni bulunmadı? Mamafih Prof. Pelliot'nun fikrini destekleyecek bir ihtimal vardır. O da daha V. yüzyılda İranSoğd tüccarlarının Avrupa'ya göç etmiş olan Hunlar ile Çin hudutlarında oturan küçük Hun Devleti arasında münasebette bulunduklarını bilmemize rağmen Avarlar zamanında Soğd ve Batı tüccarlarının Orta Asya göçebe kavimleri ile ticarî münasebetleri sonradan TürkTukyu hükümeti devrinde görülen derecede gelişmemiş olacağını tahmin etmektir. Her halde Prof. Pelliot'nun verdiği bu bilgilerden anlaşılıyor ki, Orta Asya'daki tarihi göçebe kavimlerin kökenleri meselesini halletmek hususunda, Sinologlardan bugüne kadar meydana çıkarılan bilinmeyenlere nispetle daha kıymetli bilgiler bekleyebiliriz. Diğer taraftan, son zamanlarda Lingüistik ilminde mey dana gelen gelişmelerden de tarih için kıymetli sonuçlar veyahut hiç olmazsa bu ana kadar yapılan yanlışları düzeltebilecek bilgiler çıkabileceğini beklemek mümkündür. O zaman Lingüistlerin asla ilmî olmayan usullerle bugüne kadar yaptıkları yakıştırmalara imkân kalmaz. Meselâ bugüne kadar Hunlara veya diğer bir eski göçebe kavme ait bir kelimeyi bugün mevcut Türk lehçeleri ile açıklamağa kalkışıyorlardı. Fakat bugünkü lehçelerde mevcut bulunan o kelimenin aynı şekliyle o zamanda da mevcut olup olmayacağım göz önüne almıyorlardı. Bunlardan Prof. Shiratori M.Ö. yaşayan bir kavmin hükümdarlarının lâkabını, bugünkü Orta Asya Türk lehçelerinden birinde kullanılan "Bi" kelimesiyle açıklamak istemiştir. Halbuki (Bi) kelimesi Türkçe (Bek) kelimesinin yeni şeklidir ki buna XV. yüz yıldan önce rastlanmıyor. Marquart38 Orhun Yazıtlarında bir kelimeyi bugün de nehir anlamında kullanılan "Etil" kelimesiyle açıklamak istemiştir. Halbuki bu kelime Çuvaş dilinden alınmış olup, buna Tatarlardan yani Volga Türklerinden başka hiçbir Türk kavimde rastlanmamaktadır.

Abidelerdeki yazılarla, eski Türk dini edebiyatı kalıntılarından Orta Asya'da keşfolunanları, Türk dilinin kelimeler ve lügatının nasıl zamanla geliştiğini şu veya bu kelimenin hangi ülkedeki Türk lehçesinden hangisine mensup olduğunu ilmi bir şekilde çözmek imkanı kolaylaştırırlar. Eğer Moğol dilinin eski abideleri bulunmuş olsaydı o zaman belki Türk Moğol lehçelerini adapta etmek de, tetkik usulleri yönünden HindoAvrupai ve Sâmi dil ilimleri derecesine gelebilirdi. Halbuki Moğolcanın XIII. yüzyıldan evvelki abideleri mevcut olmadığı için, bunlar keşfolununcaya kadar Moğol dili tarihi, Türk dilininkinden daha kapalı ve karanlık kalacaktır.

Dillerin tarihini öğrenmek konusunda, eski dil hâtıralarından başka, bugün mevcut lehçeler de yardım edebilir. Dillerin hepsi çoğunlukla edebi dilde çoktan beri kullanılmayan en eski kelimelerin konuşma dilinde korunduğunu gösteriyor. Türk veya Moğol dilcileri işte bu bakımdan oldukça zor bir durumdadırlar ve öğrendiklerimize göre Moğol lehçeleri birbirlerine o kadar yakın imişler ki bunların karşılaştırılması herhangi bir tarihi tahmin için yardımcı bir malzeme vermiyor. Türklerse Moğollara oranla daha geniş bir sahaya yayıldıklarından lehçeler arasındaki fark daha fazla olmalıydı. Bununla beraber birbirine yakın olan Türk lehçelerinin çoğu karşısında Türk dilcisi de ancak iki aykırı lehçeye sahip bulunuyor ki biri "Yakut" diğeri de "Çuvaş" lehçeleridir. İşte bu iki dili diğer Türk lehçeleriyle karşılaştırmak Türk dilinin ve bu vasıta ile Türk milletinin tarihini izah eden ana bilgileri verebilir.

"Yakut" diliyle konuşan kavim, pek eskiden Türk kavimlerinden ayrılarak kuzeye çekilmiş ve daha sonra bütün Türklerin târihî hayatına katılmâmış bir kavimdir. "Çuvaş" dili ise İdil (Volga) nehrinin orta yatağı boylarında kullanılmış ve Orta Asya'dan göç eden Türk kavimlerinin takip ettikleri yol üzerine rastlamış olduğu halde, yine de korunmuştur. Zannolunuyor ki, bu dil orta zamanlarda bugünküne nazaran daha geniş bir sahaya yayılmış imiş, Arap coğrafyacıları GüneyRusya'daki Peçeneklerden başlayarak doğuda Çin hududuna kadar çeşitli Türk kavimlerinin dillerinin birbirine benzediğini kaydediyorlar. Yalnız Volga havzasındaki "Bulgar ve Hazar"ların dillerinin diğer Türklerce anlaşılmadığını, bu dilin Fin kavimleri dillerinden de farklı olduğunu ilâve ediyorlar. Bugünkü Çuvaş lehçesi de aynı vaziyettedir. Fin lehçelerine nazaran Türkçeye daha yakın olduğu halde bu lehçeyi Türk ve Finlilerin hiçbiri anlamıyor. Gerek Bulgar ve gerek Hazarlar Volga nehrine "Etil" diyorlardı (Bu kelime Çuvaşça nehir: anlamındadır) . Bunlara dayanarak Türkologlar, Çuvaş dilinin eski Bulgarların ve muhtemelen Hazarların dilinin kalıntısını teşkil ettiği sonucuna varmışlardır.

Çuvaş dilinin başlıca özellikleri hakkında bir zamanlar çalışmalar yapılmıştır. Radloff o vakit bu dili Türk dili ile Fin lehçelerinin karışımının meyvesi olarak tanıyordu. Daha sonra diğer âlimler, Türk dilinin diğer lehçelerinin kaybettikleri en eski şekillerinin Çuvaş dilinde saklı kalmış olduğunu ispâta çalışmışlardır. Bu meseleyi tetkik edenlerin en sonuncusu Poppe olup "Rus Akademi Haberleri"nde neşrettiği makalelerinde aynı sonuca ulaşmıştır.39 Bu zâtın fikrince Çuvaş dili de TürkMoğol lehçeleri'nin mensup olduğu gruba dahildir. Lâkin ne Türkçe ve ne Moğolcaya bağlı olmayan müstakil üçüncü bir kolu teşkil ediyor. Fakat bu konu hakkında Leningrad Akademisi'nde yapılan münakaşalar sonunda Poppe Çuvaşçanın Türkçe olduğunu kabul etmiş, ancak Türk dilinin en eski bir kolu olup, Moğol dili Türkçeden ayrılmış bulunduğu bir zamanda esas kitleden ayrılmış ve bugünkü Türkçe yazı ve konuşma lehçelerinde görülen şeklini daha almamış olduğunu ileri sürmüştür.

Eğer bu sonuç ilim âlemi tarafından kesin olarak kabul olunursa, tarihçiler için büyük bir ehemmiyeti haiz olacaktır. Nitekim, Bulgarlar ve Hazarlar VI. yüzyıldan evvel zikrolunmuyorlar. Lâkin bu kavimlerin Volga Havzasına VI. yüzyıl ortasında Türk (Tukyu) devletinin kurulmasından daha önceki devirde geldikleri şüphesizdir. Bunların, Hunların sebep olduğu meşhur göçler sırasında buraya geldikleri şüphesiz addolunabilir; hattâ II. yüzyılda Batlamyus zamanında Hunlar Volga'ya yakın bir yerde oturuyorlardı. Volga nehrinin Çuvaşça ve daha sonra genellikle Türkçe adı olarak "Etil" o zaman henüz zikredilmiyor; fakat Yayık nehri daha o zaman şimdiki Türkçe adıyla (Batlamyus'da Dayık şeklinde) yadolunuyordu. Kelimenin başındaki (y) yerine (d) harfinin kullanılması yerli OrtaVolga dilinde, galiba Batlamyus devrinden sonraları da tatbik edilmiş olmalı ki Orhun yazıtlarında, ölmüş adamlara karşı matem, Yuğ merasimi, "Yuğ" şeklinde yazıldığı halde VI. yüzyıl Bizans kaynaklarında Türklerin aynı âdeti Dochia diye adlandırdıkları bildiriliyor. Bu cihet Çuvaş dilinin bugünkü fonetik kaideleriyle açıklanamıyor. Zira Çuvaş lehçesinde diğer Türk lehçelerinde (y) kullanılan yerlerin hepsinde, Yakutça'da olduğu gibi (s) kullanılıyor. Lâkin Türk ve Çuvaş lehçelerindeki seslerin değişmesi tarihi henüz gerektiği gibi açıklanmamıştır. Herhalde Batlamyus'da görülen Dayık kelimesi tarihen tespit edilen en eski bir Türk sözü olarak telâkki olunabilir.

Tarihî olaylardan anlaşılıyor ki, eğer Türk dilinin gelişmesindeki en eski şekli Çuvaş dili ise, Hunların dilinin de Çuvaş dili gibi olması lazım gelir. Buna göre Hun dili de. Bugünkü Yakut ve Çuvaş dili hariç, bütün Türk kabilelerinin konuştuğu dil anlamında Türkçe değildir. İhtimale göre Hunlar bu dili batının uzak yerlerine kadar vasıtalı veya vasıtasız olarak naklederek dillerinin kalıntılarını kendi göçlerinden müteessir olan kavimlerin dili içine katmışlardır. Meselâ Macar dilindeki Türk kelimeleri böyledir.

Batının ta uzak noktalarına kadar yayılan bazı Çin medeni deyimlerini de bunların getirmiş olmaları ihtimali vardır; Macar dilinde yazmak anlamını ifade etmek için Türk dilindeki bitimek mastarıyla bir kökten olan kelime kullanılıyor. Bitimek kelimesinin aslının Çinceden gelmiş olduğunu da söylüyorlar40 Hunların doğu komşuları olan Sienpiler'in dili ise, Türk dilinin gelişmesindeki en eski devre ait olsa gerek.

Bu meseleyi halletmek için varlığı Prof. Pelliot tarafından haber verilen Sienpi'ceÇince lügatının bir an evvel basımını beklemek gerekir. Türk kavimlerinin liyetleri hakkında olan görüşler daha hiçbir delil ile ispat edilememiş olarak kalıyor. Eski Yunan edebiyatından bilhassa Hipokrat'ın "Ekâlîm ve Emâkîn"41 hakkında yazdığı eserinden yalnız "Yunanlıların HindoAvrupa kavimleri i!e komşu olarak diğer bir ırka nispet olunan bir başka kavmin de mevcut olduğunu bildikleri" gibi bir netice çıkarılabilir. Lâkin bu kavimler içinde Türkler var mı idi, bu henüz şüphelidir.

Chavannes on iki yıllık takvimin Türklerden çıkmış olduğunu iddia ettiği cihetle M.Ö, II. yüzyılda Orta Asya'da birkaç yüzyıl devam eden bir devlet kurmuş ve Hindistan'ın birçok vilâyetlerini fethetmiş olan ve Yunanlılar tarafından Hindoİskit olarak adlandırılan kavimleri de Türk saymağa meylediyorlardı. Chavannes'a itiraz edenlerin "bu takvim içinde maymun kelimesi var halbuki bu hayvan Türk memleketlerinde bulunmuyordu; bunun gibi diğer hayvanlar vardı" yolundaki sözlerine karşı Chavannes, "Türkler daha M.Ö. I. yüzyılda Hindistan'ı fethettikleri zaman maymunu görmüşlerdi" diye cevap veriyordu42 Şimdi ne on iki yıllık takvimin aslının ve ne de Hindoİskitlerin Türk olması görüşlerine taraftar olan yok gibidir. Yalnız ünlü Sinolog Friedrich Hirt bu fikirde ısrar ediyor.43 Anlaşıldığına göre on iki yıllık takvimin kökeni Hindistan olup Çinliler oradan almış ve eski devirlerde Türklere Çinliler'den geçmiştir. Hindoİskitler içinde birinci sınıfı işgal edenler "Tohar"lardır. O zamanlarda Amuderya'nın bu yatakları kavmin adına izafetle Toharistan diye adlandırılmıştır.44 Fakat İslâm yazarları Toharistan adının etnografik kökenini hiç bilmiyorlardı. Önceleri Toharlar Doğu Türkistan'da yaşıyorlardı. Budist dinî eserlerinin yazıldığı, Orta Asya edebî dilleri içerisinde Tohar dili de zikrolunuyor. Doğu Türkistan'da Avrupalıların arkeolojik seferleri sırasında buldukları yazına belgeler muhtelif dillerde yazılmış ise de bunlardan hangisinin Tohar dili olabileceği bugüne kadar münakaşa neticesinde halledilemeyen bir mesele olmuştur. Anlaşmazlık bu HindoAvrupaî ailesine mensup iki dil üzerinde olup, bunlardan birisi Hotan yanında; diğeri Kuça civarında bulunan eserlerde kullanılmıştır.

Bizim bugün Türkçe dediğimiz dil ile konuşan bir kavim olmak itibarıyla, Türkler şüphesiz daha ilk zamanlarda mevcut idiler. Fakat "Türk" kelimesinin VI. yüzyıldan önce var olduğunu zannetmek esassızdır. Bu kelimenin anlamı ve aslı hakkında henüz yalnız bazı faraziyeler yürütmek kabildir. Thomsen son eserinde, "Türk" kelimesinin müstakil bir kabilenin veyahut daha ziyade müstakil bir han sülâlesinîn adı olduğu görüşünü ileri sürüyor ve Türk yahut Türük kelimesinin de başlangıçta "kuvvet ve muhkemlik" (Kraft Stârke) anlamında bulunmasının çok muhtemel olduğunu söylüyor. Buna karşı olarak Orhun Yazıtlarında, yalnız bir defa olmak üzere Türk kelimesinin sadece kavim anlamında kullanılmadığı bir yer gösterilebilir. Han, Türkeş kavminin kağanı hakkında "Türkim budunum" yani kendi Türküm, kendi kavmim diyor. Thomsen bu deyimi "gehörte zu meinen Türken, meinen Volke" diye tecrüme ediyor. Eğer burada Türk kelimesi cins isim olmayıp sıfat ise anlamı "düzelmiş, tanzim edilmiş" gibi bir şey olabilir: Türk hanı burada kendisine baş kaldıran Türkeş hanının hâkimiyetini kendisine borçlu olduğunu söylüyor. Buna göre Türk kelimesinin aynı Orhun Yazıtları'nda tekrar tekrar kullanılan "Türü" kelimesiyle ilgili olduğunu farz etmek mümkündür. "Türü" kanun, âdet ve kanunla birlik kazanan halk kitlesi anlamlarına geliyor. Han "kendi iş ve kuvvetini (iş, güç) , kavmini (budun) ve hâkimiyetlerini (türü) bana verdiler" diyor.

Tuykuların hâkimiyeti devrinde Türk kelimesinin hangi kabileler için kullanıldığı hakkında Orhun yazıtları açık bilgiler vermiyor; sonra bu adın nasıl olup da diğer kabileleri içine alan bir ad şeklini aldığı ve nasıl bugün anladığımız anlamı kazandığı da pek belli değildir. Han kendi kavmine "Türk" ve aynı zamanda "Oğuz" yahut "Tokuz Oğuz" diyor. Halbuki âbidelerin diğer yerlerinde Tokuz Oğuzlar, hanın düşmanları olmak üzere vasıflandırılıyor. Daha Orhun Yazıtlarının anahtarı bulunmazdan önce Radloff VI.VIII. yüzyıllarda hüküm süren Türklerin Oğuz kavmine mensup olduğu sonucuna varmıştı.45 Âbideler de bu fikri tamamen doğruladı. Oğuzlar yahut Türkler birkaç kabileye ayrılırdı: Doğuda Tölös, Tarduşlar, batıda Türkeşler. Oğuzlardan başka daha birkaç Türk yani bugün bizim kullandığımız anlam ile Türk kabileleri zikrolunuyor. Bunlardan sonraki devirlerde, en çok şöhret kazananlar Karluk, Uygur ve Kırgızlardır; lâkin bu kavimlerin daha o zaman kendilerini Türk diye adlandırdıklarına ait bir delil yoktur. Türk kelimesinin son zamanlarda bilinen anlamı (yani bütün Türk kavimlerinin hepsini içine alan bir ad olması) Müslüman kavimlerinin eseri olsa gerek. Araplar birçok kavimlerin VIIVIII. yüzyıllarda savaştıkları Türklerle aynı dilde konuştuklarını gördüler ve bundan dolayı hepsini Türk diye adlandırmaya başlamışdılar. Sonra İslamiyeti kabul eden Türkler de gitgide kendilerini Türk diye adlandırmaya başlamışlardır. Bununla beraber bugün İslâmiyeti kabul eden Türklerin hepsi kendi dillerini "Türkçe" diye adlandırmıyorlar. İslâmiyet dairesi dışında Türk kelimesi o kadar yayılmamıştı. Bu hususta nadir bir istisna teşkil eden eser vardır ki, Türk Budist edebiyatına aittir. Bu eser kendisinin yazıldığı dili "TürkUygur Tili" diye adlandırıyor.46 Sonra ne Ruslar ve ne Batı Avrupalılar, Peçenek veyahut Polovetsleri (Kuman) Türk adıyla adlandırmışlardır. Türk kelimesi Avrupa'da yalnız Selçuk ve daha sonra Osmanlı Devleti'ni kuran ve esasen Orhun Türkleri gibi Oğuz neslinden gelen kavim için kullanılıyordu. Rus vakâyınâmesinde "Türk" adıyla bir kavim zikrediliyor. Bu çok büyük bir ihtimalle Türk kelimesiyle bir anlamda olsa gerek. Ancak bununla yalnız, Bizans kaynaklarında "Uz" yani "Oğuz" adı verilen kavim yadedilmiştir.

Orhun Yazıtlarında zikrolunan kavim adlarından ancak Kırgızların adına çok daha evvelki devrelerde rastlanmaktadır. Nitekim Kırgızlar, Hun devri olaylarına ait hikâyeler sırasında, yani milâttan biraz evvel ve biraz sonraki devirlerde zikrolunmaktadırlar. En eski Çin kaynaklarında KırgızlarKienKunşeklinde yazılmaktadır. Prof. Pelliot47 bu kelimeyi Moğolca tekil sigası şekli olan Kyrkun ile açıklıyor. Şu halde Çinliler Kırgızları ilk önce bir Moğol kavmi vasıtasıyla tanımış oluyorlar.

Kırgızlar ve onların yerleri bulunan Yukarı Yenisey havzası hakkındaki Çin kaynaklarındaki bilgilerin en doğrusu Türk hükümeti devrine ait olanıdır. Çinliler, bu devirde Kırgızları "Hakan" diye yad ediyorlardı. Bu kelime kilikisi suretinde gayet doğru yazılan diğer bir hiyeroglifin bozulmuş şeklidir. Rusya'da bulunan birçok Rus olmayan milletler gibi, Yukarı Yenisey havzasında eski Minosinsk çevresinde yaşayan Türk halkı da Rus ihtilâlinden sonra kendilerine millî muhtariyeti temin ettikleri zaman umumî bir ada ihtiyaç görmüşlerdir. Çar zamanında böyle bir ihtiyaç hissedilmemişti. Minosinsk aydınları kendilerinin, eski Çin kaynaklarında "Hakas" adıyla anıldıklarını ve yine Çin kaynaklarında bunun siyasî ehemmiyeti olan bir ad olduğunu görerek bu kelimeyi genel ad olarak kabul etmişlerdi. Halbuki bu adın bugün Minosinsk çevresinde bulunmayan Kırgızların adından bozulmuş bir kelime olduğunu bilmiyorlardı.

Çinlilerin "Tang Sülâlesi Tarihi"nde birkaç Kırgız kelimesi görülüyor. Bunlardan Kırgızların daha o zamanlarda bile Türkçe konuştukları anlaşılıyor. Bunlardan birisi "Ay=Hilâl" kelimesidir. Aynı zamanda o zaman Çinlilerin Kırgızların yüzleri hakkında verdikleri bilgilerden anlaşılıyor ki bunların yüzleri diğer Türklerden farklı imiş. Saçları açık renkli, gözleri mavi imiş. Çin kaynaklarının bu bilgisi, Müslüman kaynaklarının bilgileri ile de pekiştirilmektedir. XI. yüzyıl İran tarihçisi Gerdizî bize bilmediğimiz kaynaklardan alarak ve Kırgızların saçlarının açık renkli olduğunu,48 bu alâmetlere dayanarak Kırgızla Slav arasında bir akrabalık mevcut olduğunun farz edildiğini söylüyor. Marquart49 bu bilgiye dayanarak herhangi bir kavmin Avrupa'dan göçü ihtimalini söylüyorsa da böyle bir ihtimalin ispatı mümkün değildir. Son zamanlara kadar Kara Kırgız adı verilen bu Kırgızların yüzlerini nasıl değiştirdikleri ve şimdiki şekillerini nasıl aldıkları meselesinin halli için, sonradan elde edilen bilgiler de yeter bir malzeme teşkil edecek mahiyette değildir. Bu Kırgızların pek eski zamanda Çin kaynaklarında zikrolunmaları, bunların yerlerinin pek eski devirlerde milletlerarası ticarî münasebet dairesi içine girdiğini gösteriyor. Minosinsk eyâleti bu hususta Sibirya'nın bütün diğer eyâletlerinden üstündür. Bu sahada bulunan eski eserlerin hangi devirlere ait olduğunu tâyin her şeyden çok zor olan bir konudur. Hattâ bunların içinde hangilerinin Kırgızların kendilerine veya genellikle Türklere ait olduğu ve hangilerinin daha eski olduğu soruları da münakaşayı gerektirmektedir. Müslüman devrinde de Kırgızların oturduğu yerlere İslâm ticaret kervanları geliyordu. Kırgızlar tarafından yapılan ihracat, başlıca misk idi ki, o zaman bunun pek büyük önemi vardı. İslâm coğrafya âlimlerinin Kırgızlar hakkındaki haberleri ile daha sonraki devirlere ait haberler karşılaştırılacak olursa, bu ülkede medeniyetin bu devirde yavaş yavaş ilerlediği görülür. Çin ve İslâm kaynaklarının verdikleri ilk haberlere göre o devirlerde Kırgızların oturdukları yerde yalnız Kırgız hakanının oturduğu yer olan bir şehir var olup, bundan başka medenî şehir ve köyler kurulmamıştır. Ahalinin çoğunluğu göçebe hayatı geçirmekte olduğu halde, diğer kısmı tam ilkel denilecek şekilde avcılık ile geçiniyorlardı. Reşidüddin50 ise Moğol devrinde Kırgız arazisinde birçok şehirler bulunduğunu yazıyor. Bu ülkede ziraî medeniyetin ilerlemesine sebep, ticarî münasebetlerle beraber Minosinsk eyaletinin verimli olmasıdır.

Evvelce âlimlerin "UralAltaylılar" adıyla bir kitle olarak birleştirdikleri beş kavimden (ki bunlar batıdan doğuya doğru: Fin, Samoyed, Türk, Moğol ve Tunguzlardır) en çok Türkleşenleri Samoyed kavimleri olmuştur. Özellikle yerleşmiş oldukları arazinin güney kısmında oturanlar daha kuvvetli olarak Türkleşmişlerdir ve bu Türkleşme el'an devam etmektedir. Yakın devirlerde Türkleşen Samoyedlerden birisi "Karagas" kavmidir. Tamamen Türkleşmeleri sona ermeyen kavimlerden biri de "Kamasin"lerdir. Bu kavim Yakutlardan daha doğuda olmakla bütün Türkçe konuşan kavimlerin de en doğu kısmı bunlardır. Castren 1848'de Samoyed arazisini gezdiği vakit kendi dilleri olduğunu görmüştü. 1863'te ise Radloff Kamasinleri neredeyse tamamen Türkleşmiş olarak buldu. Lâkin henüz Türkleşmekte olanları da vardı. Bunlardan çok daha sonra seyahat eden Fin âlimi Kaj Donner bunların artık tamamen Türkleşmiş olduklarını ve yalnız bazı ihtiyarlarının Samoyedce bildiklerini görmüştü. Samoyedlerin Türkçe adı Tuba'dır. Bu ad Orhun âbidelerinde zikredilmiyor. Fakat o zamana ait Çin kaynaklarında bu kelime bulunmaktadır.

Âbidelerde zikrolunup da aslen Türk olmayan kavimlerden biri de "Az" kavmi olmalı ki, bunlar daima Kırgızlarla beraber zikrolunuyor. Önceleri âlimler bu "Az" kelimesini bir kavim adı olarak kabul etmek icap edip etmeyeceği hususunda şüphe ediyorlardı. Bu kelimeyi kavim adı olarak kabul etmek teklifi ilk defa olarak benim tarafımdan yapılmıştır. Şimdi Thomsen de son tercümesinde bunu kabul ediyor ve bu kelimeyi "menşei malûm olmayan bir kavim" diye açıklıyor. Yenisey nehrinin aşağı kısmında "Turuhan" eyaletinde bir kavmin kalıntısı vardır. Ruslar bunları yanlış olarak Yenisey Ostyakları diye tarif etmiştir. Halbuki bu kavimle "Ob" nehri boyundaki Fin kavimlerine mensup "Ostyaklar" ve umumiyetle UralAltay kavimlerinin hiçbir münasebetleri yoktur. Bu "Yenisey Ostyakları" kendilerini "Kott" veya "Assin" diye adlandırıyorlar. Bu kavmi 1845'te Castren tetkik etmiş ve daha sonra Anuçin bunların dil ve hayatlarına gayet tafsilâtlı bir surette vâkıf olmuştur. Muhtemelen, eskiden bu eski kavim Samoyedler gibi geniş bir sahayı işgal ederek oturmuş olabilir ve muhtemelen Orhun Yazıtlarındaki "Az"lar bunlar olabilir. Âbidelerde Kırgızlarla beraber zikrolunan kavimlerden diğer birisi de "Çik" kavmidir. Fakat bunlar hakkında daha sonraları bir bilgi elde edilememiştir.

Kırgızlar, ta o zamanda bile az çok siyasî ehemmiyeti olan bir kavimdi. Bunların müstakil bir kağanları vardı. Orhun Âbidelerinde pek az bir zaman zarfında "TürkOğuz"ların yerini tutmağa muvaffak olan Uygur (doğuda) ve Karluk (batıda) kavimlerine az yer verildiği halde, Kırgızlardan çok bahsediliyor. Bu kavimlerin yükselmesi anlaşıldığına göre pek çabuk vuku bulmuştur. Uygur kelimesi âbidelerde yalnız bir defa zikrediliyor. Bu kelimenin, Oğuzlarla hiçbir münasebeti olmayan Uygur kavminin adı olarak okunulmasında hiçbir şüphe yoktur. Uygurların başkanları Kırgız başkanlarına nispetle daha mütevazı bir unvan taşıyor ve "Eltebir" diye adlandırılıyordu (Thomsen de bu kelimeyi böyle okumuştur) . Thomsen'in fikrince bu kelime Türklerde bir çeşit vali (cayi nişin) anlamında kullanılıyordu. Lâkin bu "Eltebir"in bir kağan tarafından tâyin olunduğu hakkında hiçbir söz geçmiyor. Başkanı "Eltebir" olan kavim Eltebirlik Budun, başkanı kağan olan kavim Kağanlık budun'dan ayrı gösteriliyor ve ehemmiyeti nispeten az oluyor. Karluklarda da kağan mevcut değildi.

Orhun Âbidelerinde adı geçen galiba Türk olmayan kavimlerin biri de "Tatar"lardır ki, sonradan Moğollar bu ad ile kendilerini adlandırmışlardır. Âbidelerde Dokuz Tatar, Otuz Tatar adları vardır. Bundan anlaşılıyor ki Tatarlar o zaman ikiye ayrılarak biri dokuz uruğdan, diğeri de otuz uruğdan teşekkül etmiştir.

Türklerin o zamanki medenî dünya ile münasebetleri meselesi halli daha güç meselelerdendir. Görüldüğüne göre, Türkler yerleşik medenî kavimlerden doğuda Çinlilerin ve batıda diğer kavimlerin özellikle Soğdluların tesiri altında kaldıkları halde, tamamen veya çoğunlukla göçebe hayatı geçirmişlerdir. Esasen Soğdca olan kelimelerden Türk âbidelerinde rastlanan ve daha sonraları Türk ve Moğollarca da geniş ölçüde kullanılan bir kelime vardır ki o da, melike anlamında olan "Katun" (Hatun) kelimesidir. Soğd ülkesi, Âbidelerde "Soğd" ve "Suğdak" şeklinde zikrolunuyor. Bu adlara daha geç devir İslâm eserlerinde de rastlayacağız. Bir yerde Soğd kelimesiyle beraber "Berçeker Boqaraqulus (okunuşu şüphelidir) deyimi de vardır. Marquart51 bunu "Fars ve Buhara Ulusu kavimleri" diye tercüme ediyor. Kavim mânasında Ulus kelimesi eski Türkçe dinî eserlerde de var ise de, buna Orhun Âbidelerinde rastlanmıyor. Buradaki kelimeyi "Ulus" diye okumak ve ona kavim mânasını vermek çok zayıf bir düşünüştür. Çünkü aynı yerde "Budun" kelimesi de vardır. "Ulus" ve "Budun" kelimeleri aynı anlamda bulunduğundan aynı anlamda tekrar kullanılmaları mümkün olmasa gerek. Fars anlamında olan "Parsîk" kelimesini (Çince Posi) "Berçeker"e dönüştürmek filoloji kaidelerine uymuyor. Nitekim Thomsen son tercümesinde bu tarz okunuşu, üzerinde bir soru işareti ile kabul etmiştir.

Göçebelerin ziraat hayatı her yerde yalnız iktisadî bir mecburiyet altında meydana geliyor. Böyle bir mecburiyet her yere nispetle Doğu Türkistan'da fazlaca görülmüştür. Burada hayvanları beslemek ve yetiştirmek için otlak hemen hiç yoktu. Toprak kanallarla sulanmadığı takdirde ne hayvan yetiştirilmesine ve ne de ziraate elverişli olmayan bir çöl halinde kalıyordu. Batı Türkistan gibi Doğu Türkistan'ın da, esasen Türk kavimleriyle yerleşilmiş olmayıp daha sonraları yavaş yavaş bir şekilde Türkleşmiş olmaları son arkeolojik kazılardan sonra hiçbir şekilde şüpheyi gerektirmiyor.

Medenî kavimlerin Türkleşmesi ile Türklerin medenîleşmesi birbirineparalel olarak ilerlemiştir. Bu hareketler tabii olarak doğudan batıya doğru olup aynı yönü tâkip etmiştir. İleride göreceğimiz gibi, Moğolistan'da "Tokuz Oğuz" ve daha sonra "Uygur" devletinin çöküşünden sonra Doğu Türkistan'a birçok Türk gelmiştir. Orhun Yazıtları'nda şehir anlamında "Balık" kelimesine ve "BeşbalıkBeş Şehir"52 adlarına rastlanıyor. Bilindiği gibi "Beşbalık" şehri Doğu Türkistan'ın doğu kısmında "Guçen"in yanında kurulmuştur. Hakkında ileride bahsedeceğimiz XI. yüzyıl yazarının verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki, "Balık" kelimesi Türkçede "balçık" "çamur" anlamlarında kullanılırmış.53 Nitekim Araplarda da göçebe ve yerleşik kavimlere "keçeliler", "çamurlular" anlamında olmak üzere "ehlü'lveber, ehlü'lmeder" deyimleri kullanılıyordu. O zaman Beşbalık'ta yaşayan Türk kavmi Çin kaynaklarında adı geçen Basmıl kavmi idi. Orta zamana ait Avrupa lügat kitaplarından Du Cange'ın54 eserinde "Basmıl" kelimesinin "menşei karışık insan" anlamına geldiğini öğreniyoruz. Pek tabiidir ki Türklerden önce yerleşik ve medenî hayata geçen bu kavim kanca hâlis Türk olmayıp, oradaki eski medenî unsurlarlâ karışan melez bir kavim idi. Hattâ Kaşgarlı Mahmud Basmılları hâlis Türk olmayan kavimler arasında saymaktadır.

Doğu Türkistan'ın daha geniş bir şekilde Türkleşmesi meselesi önce Oğuz ve sonra Uygur devletlerinin çöküşlerinin neticelerine ait meselelerle ilgili bulunduğundan bunlardan da gelecek dersimizde bahsederiz.

Üçüncü Ders

Türk Oğuzların hakanı adına yazılan Orhun Âbideleri yazılarında bu hanların hâkimiyet ve kuvveti tamamen emin ve hiçbir taraftan korkuları yokmuş gibi tasvir olunuyordu. Halbuki adına âbide dikilen adı geçen hakanın ölümünden on sene sonra (745) Moğolistan'da hâkimiyetin diğer bir Türk kavmi olan Uygurların eline geçtiğini görüyoruz. Bu olaydan birkaç yıl önce Oğuz Türklerinin batı kolu da Araplarla mücadele neticesinde siyasî birliğini kaybetmişti.

Çin kaynaklarından öğrenerek biliyoruz ki Batı Türk Oğuzlar on kabileye ayrılıyorlardı. Bunlardan beşi İli nehrinin güneyinde ve beşi de kuzeyinde oturuyorlardı. Thomsen'in tercümesine göre Orhun Âbidelerinde bu on kabileye "On ok" yani "on ok (Sehm) " deniliyor. Bunların içinden bir müddet zarfında Türkeş kabilesi yükseldi. Batı Türk hakanlarının sonuncuları bu kabileye mensup idiler. Araplar o zaman yalnız Türklerin me denî ülkelere akınlarını püskürtmekle yetinip, Türk yurdunun içlerine ve Türk hakanının Çu nehri civarında bulunan karargâhına kadar ilerleyemiyorlardı. Türklerin Sirderya nehri havzasında Araplarla olan savaşlarında Batı Türk hakanının yenilgisi ve ölümü üzerine memleket parçalandı ve Arapların tesiri olmadığı halde memleket dahilinde karışıklık ve fitneler devam etti. Ancak 766 yılında Çu nehri boyunda Türk Oğuzların yerini diğer bir Türk kavmi olan Karluklar aldılar.

Arapların Orta Asya'daki esas başarıları Horasan'da Kuteybe bin Müslim'in emir bulunduğu 705715 yıllarında vuku buldu. Orhun Yazıtlarında görüyoruz ki, bu on yılın ikinci yarısında (yani 710715 yıllarında) Doğu Türk Devleti Türkeş Devleti'ni itaat altına alarak kısa bir müddet hâkim olmuş ve batıya yönelmiş olan bu seferlerinde Demirkapı'ya yani Soğd ve Toharistan'dan daha doğrusu Zerefşan ve Kaşkaderya havzasındaki medenî yerleri Amuderya'nın yukarı kısmındaki yerlerden ayıran "Buzgala" derbendine kadar gelmişti. Thomsen bu derbendi doğru olarak Semerkant ile Belh arasındaki geçit diye yorumluyor. Fakat geçidin yerini yanlış olarak Soğd ile Fergana arasında olmak üzere tâyin ediyor. Bilindiği gibi Soğd yahut Soğdiyana'dan Fergana'ya giden yol Belh yolu gibi güney değil; kuzeydoğu istikâmetindedir.

Hâdiselerin cereyan tarzından yalnız Batı Türkleri'nin değil, Doğu Türklerinin de Araplarla savaş yaptıkları anlaşılıyor. Gerçekten Orhun Âbidelerinin bazı yerleri de o şekilde yorumlanmaktadır. Fakat bazı âlimler bu yorumun doğruluğunu şüpheli görüyorlar. Nitekim genç İngiliz âlimi Gibb'in Orta Asya'da Arap fetihlerine ait yazdığı ve zaman bakımından konuya ait en son eser bulunan kitabında bu görüş reddolunuyor.55 Gerçekten Arap kelimesi Orhun Âbidelerinde yoktur. Aynı zamanda Araplar hakkında evvelce İranlılar tarafından kullanılarak daha sonra Çinlilere ve ihtimal Türklere de geçmiş olan "Tajik" yahut "Türk" telâffuzunca "Tezik" yahut "Tejik" kelimesi de galiba yoktur.56 Bilindiği gibi bu kelime şimdi tamamıyla başka bir anlamda kullanılıyor. Hattâ XI. yüzyılda bile Arap olmayan, belki İran milletinden olanlar için kullanılıyordu. Büyük bir ihtimalle Türkler "Tacik" kelimesiyle yalnız Arapları, sonra genellikle İslâm medeniyetine mensup olanları ve nihayet, bilinen İslâm kavimlerinin çoğunluğunu teşkil eden İranlıları kastediyorlardı.

Sonraları da Türkistan Arap kuvvetleri önünde İran'ın aksine olarak direnmiş ve İslâm kuvvetleri Türklerin memleketlerini fethe muvaffak olamamıştır. Araplar "Amuderyâ", "Zerefşan", "Sirderya" havzalarındaki medeni yerleri işgal ettikten sonra daha VII. yüzyılda müdafaa siyasetine geçtiler.57 Kendilerinden öncekiler gibi bunlar da bu nehir boyundaki medenî yerleri göçebelerin hücumundan muhafaza için uzun duvar ve hendekler yaptılar. Bilindiği gibi medenî ülkeleri barbarlardan korumak için bu gibi surlar eski devirlerde Büyük Britanya'dan Çin ve Mançurya'ya kadar bütün medeniyet âleminde yapılmıştır. Orta Asya'da bu gibi surlar İslâmiyetten pek eski devirlerde yapılmaya başlanmıştı. M.Ö. III. yüzyılda Merv ve etrafındaki medenî ülkeyi korumak için yapılan surlar bu memleketi Türk olmaması ihtimali olan göçebe unsurdan korumak içindi.58 Araplardan evvel Soğd vilâyetinin kuzey doğu kısmını korumak için yapılan set ise adı geçen vilâyeti göçebe Türklerden korumak için yapılmıştı. Gerek bunun ve gerek Buhara vilâyetini ve Taşkent etrafını muhafaza için Araplar tarafından yapılan duvar ve hendeklerin kalıntıları bugüne kadar gelmiştir. Araplardan sonra, İran sülâlesi olan Samanoğulları devrinden başlayarak artık bu gibi setler yapılmasından vazgeçildiği gibi yapılmış olanları da onarılmıyordu. Samanoğulları buralarda hücum siyâsetine geçtiler. Fakat bunların hücumları daha çok akın şeklinde idi. Bunun için bunlarla Müslümanların fethettikleri ülkelerin hududu pek genişlemedi. Yalnız "Çirçik" nehri havzasından Talas'a kadar olan yerler eklendi.

Gerçi Türkler İslâm silâhlarının tesiri altına düşmemişlerse de Orta Asya'nın Müslümanlar tarafından istilâsından sonra batı medeniyetinin Türklere olan tesiri evvelkine nispeten pek çok kuvvetlenmiş idi. Gerçekten daha Sasanîler devrinde Orta Asya'da Hintlilerin tesiri azalmaya ve yerine İran medeniyeti kuvvetlenmeye başlamıştı. Bu devirde kara ve deniz cihan ticaret yolları İran'ın elinde idi. Bu sebepten Sasanî devletinin diğer hususlarda olduğu gibi ticaret hususunda da son derece gelişmesi adı geçen sülâle hâkimiyetinin çöküşü arifesinde vuku bulmuştur.

Sasanî İran devleti diğer doğu devletleri gibi bize yavaş yavaş yükselmiş ve yavaş yavaş çökmüş bir devlet görünümü vermez. Sasanî Devleti ve o devleti kuran İran halkı, şimdiki Almanya hükümeti gibi dış düşmanlarla mücadelede fevkalâde ve gücünün üstünde kuvvet harcadığından tam başarıları anında birdenbire çökmüştür. Başarıları da özellikle batıda Bizanslılarla olan savaşlarda olmuştur. Türklerle anlaşma yapmak neticesinde de doğuda pek kısa bir müddet için bazı başarılar kazanmıştı. Lâkin daha sonra Türklerle Sasanîlerin arası bozulup münasebetleri kesildi. Bundan başka eski Ahamenidler sülâlesi devrinde olduğu gibi Sasanîler devrinde de İran batı ile mücadele ettiği vakit doğu hududunu koruyamıyordu. Bundan faydalanarak şimdiki Hazar Denizi'ne akan "Gürgen" nehri havzasını Türkler ele geçirmekle İran medeniyeti tesiri altına girdiler ve Zerdüşt mezhebini kabul ettiler.59

Bu örnek, Sasanî İran'ın savaş meydanlarında yenemediği komşularına medeniyet ve iktisadî gücü sayesinde medenî tesirler yaptığını gösteriyor ve o devirde Soğd ülkesinde Budistliğin yenilerek yerine Zerdüşt medeniyetinin geçmesi gibi hâdiseler de çok büyük bir ihtimalle o şekilde açıklanabilir. 630 yıllarında Orta Asya'dan geçen Çin seyyahı Hiuen Cuang'ın (Tsiang) 60 seyahatnâmesinden Orta Asya'da Budistliğin yerine Zerdüştlüğün geçmesinin Sasanîler'in son devirlerinde başlamış olduğunu anlıyoruz. Hiuen Cuang devrinde Soğd'da Budist artık kalmamıştı. O zaman Budist medeniyetinin en çok geliştiği Doğu Türkistan'dan Soğd'a geçen Hiuen Cuang, Budist manastırlarını ancak Soğd'un güney hududunu geçip Toharistan'a girdikten sonra görmüştür. Soğd'un başşehri olan Semerkant şehrinde yalnız iki boş Budist manastırı vardı. Zerdüştler Budist keşişlerinin o manastırlarda toplanmalarına mâni oluyor, hattâ bunları yanar odunlarla kovuyorlardı. Yalnız Hiuen Cuang pek kısa bir müddet için buradaki manastırları canlandırabilmişti. Hiuen Cuang'ın rivayetinden anlaşıldığına göre Budizm'in Soğd'dan sürülüp çıkarılması kendisinin oraya varması tarihinden biraz evvel olmuştur.

Türkistan'daki arkeolojik seferler Soğd dilinde Budizme ait eserler olduğunu ve adı geçen eserlerin Türkçeye tercüme edildiğini ve bunların genellikle Türklere tesiri olduğunu meydana koymuşlardır. Bu eserleri başlıca inceleyen Fransız Iranisti Gauthiot bunların VII. yüzyıla ait olduğunu iddia ediyordu. Halbuki bu iddianın doğruluğunu kabul ettiğimiz takdirde bu eserlerin Soğd'da yazılmamış olması lâzım gelir. Fakat bununla Gauthiot'un iddia ettiği tarihin yanlış olduğu anlaşılmaz; belki de Orta Asya'daki birçok Soğd kolonilerinin kendilerinin bazılarında o devirde bile Budizm devam edebilmiştir.

Türklere Buda medeniyetinin tesiri devrinde Türk illerine yalnız Hint Budist misyonerleri değil, Hint tüccarları da geliyorlardı. Bu devrin şimdiye kadar kalan hatıralarından biri de "Sart" kelimesidir. Türkler önceleri bu kelimeyi tüccar anlamında kullanmışlardır. Hattâ XI. yüzyılda bile aynı anlamda kullanılmıştır; şimdi bu kelimenin Türklere Hindistan'dan geçmiş olduğu ispat olunmuştur.61 Bu kelime Türklere gelen tüccarların çoğunlukla Hindistanlı oldukları zamanda girmiş olsa gerektir. Sonra yavaş yavaş ticaret Hintlilerin elinden Iranlıların eline geçmiş ve ancak Islâm devrinde ve XI. yüzyıldan sonradır ki, bu "Sart" kelimesi Türk ve Moğollarda kavmî bir ad olarak kullanılmağa başlanmış ve Orta Asya Iranlıları içinden özellikle ticaretle uğraşarak Türklerin gözünde tüccar kavim kabul olunan bir kısmına denilmiştir.

Iran'ın Orta Asya'ya yaptığı tesirin Islâm devrinde daha da artması gerekirdi. Nitekim bu devirde Iran'ın Orta Asya'ya tesiri yalnız medenî bir tesir olarak kalmamıştı. Makedonyalı Iskender ve Selevkoslar sülâlesi devrinden sonra Fars Iranlıları ile Orta Asya Iranlıları ilk defa olarak bu Islâm devrinde bir devlet idaresinde birleştiler. Herhalde Iranlılardan büyük bir kısmı da Araplarla beraber Türkistan'a gelip yerleştiler. Orta Asya Iranlıları eski Iran şahları hakkındaki menkıbeleri (Iran'dan gelen bu yeni göçmenler vasıtasıyla) öğrendiler.

Orta Asya Iran lehçeleri yerine yavaş yavaş Farsça geçti ve Iran Iranlıları ile Türkistan Iranlıları için ortak bir genel Farsça edebiyat dili meydana geldi. Orta Asya Iranlılarının eski dilleri ve o cümleden Soğd edebî dili kaybolup yerlerine bugün Tacik dili denilen lisan geçti ki bu dil Farsçadan pek az farklıdır. Farsçanın yalnız bir rakibi var idi ki o da Türkçe idi. Farsçanın bu rakip dil ile mücadelesi çoğunlukla başarısızlıkla neticeleniyordu. Daha Islâmiyetin birinci yüzyılında iki akım başladı ki bugüne kadar devam ediyor: 1Edebî Farsçanın yavaş yavaş yerli Iran konuşma lehçelerini zorlayarak ortadan kaldırması, 2Türk dilinin edebî Fars dili de dahil olduğu halde, Fars dilini zorlayarak ortadan kaldırması. Dikkate değer ki bundan başka Türk dilinin asıl Iran dahilinde de yayılışı genişliyor, meselâ bir köyde Türk ve Fars beraber yaşıyorlarsa sonunda Türk dili herkesin dili olarak kalıyor.62

Islâmiyetin Orta Asya'da hâkimiyet kurması ile Müslümanlar eski ticaret yollarından faydalanmaya başladılar. Çin kaynaklarından öğreniyoruz ki Müslüman ticaret kervanları daha VIII. yüzyılda Karluklar ülkesinden geçerek Yenisey nehrinin başlarına, Kırgızlara kadar gidip geliyorlarmış. Islâm kaynaklarında da bu Kırgızlar'a giden yol hakkında bilgiler vardır. Bu bilgiler az da olsa Orhun Yazıtlarındakilerle de uyuşuyor. Sayan Sıradağları, Orhun Yazıtlarında olduğu gibi Müslüman kaynaklarında da "Köğmen" diye yazılıyor. Sonra lrtış'a giren iki yol hakkında bilgi veriliyor. Bu nehir Orhun Kitâbelerinde Doğu Türk hakanlarının buralarda yaptıkları seferler sırasında zikrolunmaktadır.

Lâkin Irtış havzasında yaşayan Türk kavimleri hakkında Orhun Abideleri ile Çin kaynaklarının hiçbirisinde bilgi verilmiyor. Bu kavimlerin adları ilk defa yalnız Islâm kaynaklarında zikrolunuyor. Araplar özellikle herhalde Çin'e giden yol ile daha fazla ilgileniyorlardı.

Bu yol üzerinde yaşayan Türk kavimleri hakkında Islâm kaynaklarında pek çok bilgi vardır. Moğolistan'daki kavimler ve Moğolistan'da Cengiz Han'ın çıkışına kadar cereyan eden olaylar hakkında ise Islâm kaynakları hemen hiçbir bilgi vermiyorlar. Halbuki daha 924 yılında Moğolistan'da Müslüman tüccarları bulunduğunu biz Çin kaynaklarından öğreniyoruz.63 Müslüman âlimlerinin bilgilerinin hududu Kırgızlarda son buluyordu. Hattâ bunlarKırgız ülkesinin Büyük Okyanus'ta son bulduğunu tasavvur ediyorlardı.

Müslüman ticaret sahasının büyüklük ve genişliğine ve Müslüman coğrafya eserlerinin çokluğuna bakılırsa, Müslümanların Orta ve Doğu Asya hakkındaki bilgileri daha geniş olmalıydı. Fakat verilen tafsilât bizim tasavvur ettiğimiz kadar açık ve belli değildir ve bu bilgilerden faydalanmak da pek zordur. Hattâ buna çoğu vakit dikkat bile edilmiyor. Ona dayanarak yanlış neticeler çıkarılıyor. Zor olan noktalardan biri Müslüman kaynaklarındaki çeşitli bilgilerin hangi devirlere ait olduğunu tâyin etmektir. Arap ilim edebiyatının diğer dallarında olduğu gibi, coğrafya eserleri de, bilgiler özellikle kitaplardan alınmak suretiyle yazılmıştır. Her halde şurası muhakkaktır ki elimizde bulunanlar kendilerinin bizzat seyahat edip gözleriyle gördüklerini hikâye ve tavsif ettikleri memleket hatıralarından ziyade diğerleri tarafından yazılmış kitaplar kaynak kabul edilerek yazılmış olan eserlerdir. Bunlarda çoğunlukla aynı yazarın eserindeki hikâye çeşitli zamanlarda yaşayan yazarların eserlerinde devamlı olarak tekrarlanıyor, fakat bu bilgilerin yazarın kendi devrine ait olmayıp kendinden bir veya birkaç yüzyıl önceki devre ait olduğu belirtilmiyor. Bazen öyle oluyor ki bir yazar bir memleket hakkında kendisi veya çağdaşları tarafından bizzat toplanan bilgileri kendisinden birkaç yüzyıl önce yazılan kitaplardan aynen alınmış bilgilerle karıştırarak adı geçen memleket hakkında etraflı tasvirler ve bilgiler veriyor. Ancak bu bilgilerin farklı yüzyıllara ait olduğunu hiçbir şekilde kaydetmiyor. Bu yüzden eseri okuyan okuyucuda yanlış kanaatler doğuruyor. Çünkü okuyucu kitaptaki bu bilgileri aynı yazarın zamanına ait zannediyor. Birçok değerli âlim, belli bir çağda yazılmış olan bir eserde yazarın ortaya attığı bir görüşü açıklamak ve desteklemek için boş yere birtakım tehlikeli faraziyelere girişiyorlar. Halbuki o yazar bu görüşü kendisinden birkaç yüzyıl önce yazılmış olan eserlerden harfi harfine almıştır. Nitekim yakınlarda XIII. yüzyıl coğrafyacılarından Yakutı Hamavî'nin eserinde bulunan bazı sözler dolayısıyla böyle yanlış anlama olmuştu. Yakut'un eserinde Türkler Bizanslılarla beraber Islâm düşmanı ve Islâm âlemine çok zarar vermiş bir kavim olarak zikrolunuyorlar. Türkler XIII. yüzyılda Islâm kavimleri arasında mühim bir yer tuttuklarından bu cümle pek garip görülmüş ve bu yüzden bazı âlimler bunu doğrulamak fikri ile bundan Türklerin, Müslüman olmakla beraber diğer Islâmlardan farklı olmak üzere, aralarında Şiîlik ve bunun gibi çeşitli uydurma mezheplerin yayılmış olduğu neticesini çıkarmışlardı. Halbuki Yakut'un o cümlesinin X. yüzyıl sonlarına ait Makdisî adlı yazardan kelimesi kelimesine aktarılmış olduğu daha sonra anlaşılmıştır.64 Makdisî de bu bilgileri diğer bir kitaptan almış olsa gerektir. Bu sebepten Türklerin Islâma zararlı bir kavim oldukları hakkındaki bu sözler Abbasî halifeleriyle diğer Müslüman hükümdarları hizmetinde kullanılan Türk hassa askerlerinden başka Müslüman Türklerin mevcut olmadığı bir devre aittir ki, o devirde Müslümân olmayan Türkler Islâm âlemi için tabii olarak ayniyle Bizanslılar gibi dış bir düşman idiler. Nitekim X. yüzyıl eserlerinde de o şekilde görünüyorlar.

Müslüman kaynaklarındaki bilgilerin hemen her birine hangi devre ait olduğu hakkında bir soru işareti koymak mecburiyetindeyiz. Işi güçleştiren diğer bir yön de şudur ki çeşitli Türk kabileleri arasında vuku bulan iç savaşlar, göçebe Türk sülâlelerinden biri yerine diğerinin geçmesi gibi meseleler Arapları pek az ilgilendirdiği için o devirlerde Türk bozkırlarında vuku bulan olaylar hakkında Müslüman kaynaklarında hemen hiçbir bilgi yoktur. Çin ve kısmen Yunan kaynakları olmasaydı biz, Türkler içerisinde cereyan eden olaylar hakkında hiçbir fikir edinemezdik.

Işte o sebepten dolayıdır ki Orta Asya bozkırlarının da batı kısmında meydana gelen olaylara nispeten Doğu Asya, Moğolistan ve Doğu Türkistan'da cereyan eden olayları daha açık olarak bilebiliyoruz.

741 yılında Moğolistan'da Türk Oğuzların devleti yerine Uygur Devleti'nin kurulduğunu yalnız Çin kaynaklarından biliyoruz. Uygur hakanının baş karargâhı bunun gibi Orhun üzerinde ve yaklaşık olarak Moğollar devrinde daha sonra kurulan Karakurum şehri yakınlarında imiş. Bu Uygur karargâhının civarında yeni bir şehir meydana gelmiştir. Şimdi harabelerinin mukayesesinden anlaşıldığına göre bu şehir daha sonra Moğollar tarafından kurulan şehirden daha geniştir. Uygur devleti yüzyıl kadar bir müddet devam etmiş ve 840 yılında batıdan Kırgızların istilâsına uğrayarak yıkılmıştır.

Çin kaynakları ise Moğolistan'daki göçebe kavimlerin kendi aralarındaki mücadeleler sonucunda dağılarak memleketlerini terk etmek mecburiyetinde kaldıklarını, bunun üzerine Doğu Türkistan'a gelerek yerleştiklerini, orada yavaş yavaş medeniyet ve şehir hayatına alıştıklarını haber veriyor. Bu ülkenin doğu kısmında ilk önce yerleşen Türk kavmi "Basmıl" Türkleri idi. Oralarda bir kavmin yerine diğeri gelmek suretiyle sık sık vuku bulan değişikliklere rağmen bu "Basmılların" geleneklerinin saklı kalmış olduğu görülüyor. Orhun Yazıtlarında "Basmıl" hükümdarının lâkabı olarak "idiq Qut" kelimesi kullanılıyor. Bunun harfi harfine anlamı "mukaddes saadet" yahut "azamet"tir. Türkçede "Kut" kelimesi padişah için şimdikiAvrupa deyimindeki"Majestât""Haşmetmeâb" karşılığında kullanılıyordu. Aynı lâkabı XIII. yüzyılda aynı ülkedeki Uygur hükümdarı "Idikut" şeklinde kullanıyorlardı.

Çinliler, Moğolistan'daki Türk Oğuzlardan Doğu Türkistan'a göç eden kısmını "Şato" yani bozkırlılar diye adlandırıyorlardı. Bu Türkler daha IX. yüzyılın baş larında "Beşbalık" şehrine sahip bulunuyorlardı. Sonra bunlar kendilerinin batısında oturan uruğdaşları bulunan kabileler tarafından sıkıştırılınca karşı koyamayarak daha doğuya, Çin içerisine göç etmeğe mecbur kalmışlardır. Bunlar IX. yüzyılın ikinci yarısında orada ortaya çıkan ayaklanmayı bastırmaya katılarak Çin imparatorunun tahtını âsilerden kurtardılar. X. yüzyılın birinci yarısında Çin'in kuzeybatı vilâyetlerinde kurulup hüküm süren ufak sülâlelerden bazıları bu "Şato" Türklerinden çıkmıştı.65 IX. yüzyılın ikinci yarısında ki 860 yılları, Moğolistan'da Kırgızların baskılarına karşı koyamayarak vatanlarını bırakmak mecburiyetinde kalan Uygurlar "Beşbalık" taraflarına gelip yerleştiler. Burada Moğol Devri'ne yani XIV. yüzyıla kadar devam edebilen bir Uygur Beyliği kuruldu.

Uygurların diğer bir kısmı da Çin dahilinde şimdiki "Kançou" şehrinin bulunduğu yerde diğer bir beylik kurdular. Bu olaydan biraz önce burası için Çinlilerle Tibetliler arasında mücadeleler olmuştu ve buralarda hâkimiyet daha çok Tibetliler elinde bulunuyordu. XI. yüzyılda Tibet kavimlerinden olan "Tangut"lar burasını ele geçirmeye muvaffak olarak bir devlet kurdular ki daha sonra o da Moğollar tarafından fetholundu. Bu ülke o devirden başlayarak "Tangut" diye adlandırıldı. Orada yaşayan Uygurlar bu olaydan sonra hiçbir siyasî işe karışmayarak zamanımıza kadar yaşamışlardır ve şimdi de kısmen dillerini saklamaktadırlar. Bu lehçe de en eski Türk lehçelerinden biridir. Orhun Abidelerinde ve Uygur yazılarında görülen sayım şekli, yani birler sayılarını kendisinden sonraki onlar sayılarının önüne getirmek şekli, yalnız bu "Kançou" Uygurları'nda saklı kalmıştır. Meselâ bunlar 11 diyecek yerde bir yirmi, yirmi bir diyecek yerde bir otuz ilh demektedirler.66

Bu Uygur Türkleri de tıpkı Türk Oğuzlar gibi birkaç tarihî âbide bırakmışlardır. Bunların içinde en uzun ve en dikkat çekici olanı Çince yazılmıştır. Bu âbideler, Uygurların Türk Oğuzlar gibi Şaman kaldıkları hakkında Çin kaynaklarının verdikleri bilgileri tamamen doğrulamakta oldukları gibi, bunların din kabul ederken Budistlikten başka bir dinin propagandalarına kapılarak batı dinlerinden biri olarak Mani dinini kabul ettiklerini pekiştiriyor. Kendilerinden evvel Budistler ve çağdaşları olan Hıristiyanlar gibi Mani mezhebi taraftarları da Soğdlular arasında pek başarılı işler gördüler ve bu kavmin ticaret işlerindeki başarılarından kendi dinî propagandaları hususunda da istifade ettiler. Orhun taraflarında bulunan şu zikrettiğimiz uzun Çince âbidede,67 bu cümleden Uygurların Mani mezhebini kabul ettikleri söylenmektedir. Yine orada Soğdca yazılmış küçük yazı da saklı kalmıştır. Bundan Uygurlara Mani mezhebini öğretenlerin Soğd misyonerleri olduğu anlaşılıyor. Çin kaynaklarından biliyoruz ki Soğd misyonerleri göçebelere, Uygurlara doğrudan doğruya Soğd ülkesinden gelmemiştir. Belki 762 yılında Uygur hanı Çin üzerine yaptığı seferinde Soğdlulara tesadüf etmişlerdir. Bundan batı kavimleri için göçebe kavimlere nispeten Çin ile ticaretin ne derece mühim olduğu görülüyor.

Soğdluların göçebe Türk kavimlerine gerçek tesirleri bunların Çin'de ve Çin'e giden yol üzerinde ticaret kolonileri kurmalarından sonra başlamıştır. Özellikle Türklerin gerek Çin'e gerekse bugünkü Doğu Türkistan'a olan akınlarının çoğalması bu münasebetin kuvvetlenmesine sebep olmuştur. Türklere dinî propaganda ile tesir yapmak hususunda Soğdluların tesiri Doğu Türkistan'ın doğusunda yaşayan HindoAvrupa kavimlerinin tesirine nispetle daha kuvvetli ve çeşitli olmuştur. "Koça" ve "Hotan"'da bulunan iki türlü HindoAvrupa dil hâtıralarında yalnız Budist edebiyatı eserleri saklı kalmış, genel anlamı ile Soğd dili dediğimiz dille ki bu dilin yayılma alanının coğrafî hududu henüz tâyin olunmamış ise de "Kaşgar" şehri ile ona yakın şehirler ahalisinin eski dilinin Soğdca olması muhtemel görülüyor yazılan eserlerde Budizm ile beraber Mani ve Hıristiyan dinine ait şeyler de saklanılmıştır. Türk dilinde ise bu üç dinin her birine ait eserler tercüme ve asıl olarak mevcuttur.

Mani ve Hıristiyan mezheplerinin başlıca başarıları VII. yüzyılın sonları ile VIII. yüzyılın başlarına yani batı Asya'da Islâmiyetin siyasî hâkimiyetinin yerleşmiş olduğu zamana rastlıyor. Islâmiyet her şeyden önce ferdî misyonerlik dini değildi. Islâmiyetin başlangıçta yayılması çoğu vakit Müslüman devletinin diğer yabancı devletlerle harp ve sulh halindeki münasebetleriyle vücuda geliyordu. Bu böyle olunca, Islâm fetihleri neticesinde gelişen elverişli şartlar ve imkânlardan Islâmiyetten evvelki diğer dinlerin faydalanmış olması pek tabiidir.

Uygurların Mani mezhebini kabul etmeleri Türk tarihinde büyük bir önem taşımaktadır. Budist ve Hıristiyan misyonerliğinin başarısı ne kadar büyük olursa olsun bir Türk kavminin VIII. yüzyılda veya ondan evvel Buda veya Hıristiyan dinini bütün bir kavmin dini olarak kabul ettiği hakkında hiçbir habere rastlamıyoruz.

Türk kavmi, kavim sıfatı ile Şamanlıktan başka bir dine birinci defa olarak geçerken ahlâkî prensiplere dayalı bir dini seçmiştir. Şamanların inancına göre adam öldürmek insana ahirette faydalı bile olduğu halde, Mani mezhebinde yalnız adam öldürmek değil, havyan eti yemek bile haram olmuştur. Eski inançları ile yeni din arasındaki çelişkiyi Türklerin kendileri dahi anlıyorlardı. Abidelerde deniliyor ki: "Evvelce et yiyen kavim bundan sonra pirinç yiyecek, evvelce adam öldürmek yaygın olan memlekette bundan sonra hayr ve emr bi'lmaruf hükümran olacak."

Uygur hakanının Çin dilindeki âbidesi ile beraber bulunan Soğdca küçük yazı yanında Orhun harfleri ile yazılmış Türkçe satırlar da vardır. IX. yüzyılın birinci yarısına ait olan bu Soğdca yazı, Türkler arasında Orhunca olmayan yeni bir alfabenin yani Uygurca yazının yayılmaya başladığına dair, tarihî ilk hadise olarak kabul edilmek icap eder. Mani mezhebi taraftarları Babil'den (Irakı Arap) kendileriyle beraber alfabelerini getirmişlerdi. Aynı zamanda Soğdluların millî alfabeleri ile de yazıyorlardı. Uygur hakanının yazılarını taşıyan taştaki Soğdca küçük yazı da işte bu millî yazı ile yazılmıştır. Iranlı Soğdlar Islâmiyeti kabul etmekle bu millî yazıları kullanmaktan vazgeçerek Arap harfleri ile yazmağa başladılar. Müslüman metinlerini yazmak için bu Soğd yazısının Iranlı Soğdlar tarafından kullanılıp kulllanılmadığı bilinmemektedir. Diğer taraftan Soğdlulardan Türklere geçen alfabe aynı şekilde Uygurlar arasında korundu ve ilim âleminde "Uygur yazısı" adını aldı. Türklerin Islâmiyeti kabul ettikten sonra da bu alfabeyi kullandıkları ve bunu kolay kolay bırakmadıkları bilinmektedir. Aynı zamanda Uygurlar bu alfabeyi Moğolistan'da yaydılar. Daha sonra bu alfabe Moğollarda beraber tekrar batıya geldi. Biraz sonra aynı alfabe Moğollardan Mançulara geçti. Işte aslında Sâmi kavimlere ait olan bu alfabe şu suretle yani UygurMoğollar vasıtasıyla Soğd'dan Büyük Okyanusa kadar yayılmıştır. Bu alfabenin Soğdcadan geldiği şüphesizdir. Bunu Müslümanlar da biliyorlardı. XIII. yüzyıl başlarındaki Müslüman yazarı Fahreddin Mübarekşah Merverrûdî bu hususu pek güzel açıklamıştır. Orhun yazısı yerine Uygur alfabesi Türkler için bir ilerleme değil, aksine gerileme adımı idi. Çünkü Uygur yazısının Türk dilinin seslerini ifade kabiliyeti Orhun yazısının ki kadar değildi.

Uygurlar Moğolistan'dan çıkarıldıktan sonra Doğu Türkistan ve Kançou'da kurdukları beyliklerine yine Mani mezhebini getirdiler. Bu mezhep Doğu Türkistan'da Uygurlardan daha önce Göktürk Oğuzların yahut onların haleflerinin hüküm sürdüğü devirde de yayılmış olabilir ve Arap coğrafyacılarının söylediklerinin de bunu gösterdiği zannolunabilir.

Arap coğrafya edebiyatının klâsik devri M.S. X. yüzyıl idi. Bu devire ait birçok Arap coğrafya eserleri bugün elimizdedir. Bunlar İslâm âleminin tafsilâtlı coğrafya tasvirlerini vermektedirler. Bu arada İslâm âleminden Çin'e giden yol üzerindeki Türklerin yerleştiği yerler hakkında da biraz bilgi vardır. Bu tasvirlere göre Hazar Denizi'nden Çin hududuna kadar uzanan arazide üç Türk kavmî yerleşmiştir: Bunlar: 1"Guzlar yani Oğuzlar"dır ki Hazar Denizi'nden Sir Derya'nın orta yatağına kadar uzanan arazide, 2"Karluklar" ki, Fergana'dan doğuya doğru yirmi günlük mesafe uzunluğundaki arazide, 3"Tuguzguz" yahut "Tokuz Oğuzlar" ki Karlukların hududu bitiminden Çin'e kadar uzanan arazide yerleşmişlerdir.

Türk memleketine ait olan bu tavsif Çin kaynaklarına göre Uygurların, Doğu Türkistan'ın doğu kısmına hâkim oldukları devre aittir. Bu güzergâhları ilk önce zikr ve kaydeden İbn Hordadbih'in kitabını 860 yılından yani Uygurların Doğu Türkistan'a gelip yerleşmelerinden evvel mi, yoksa sonra mı yazdığı şüphelidir. İşte bundan hareket ederek Çin kaynaklarındaki Uygurlarla Arap kaynaklarındaki Tuguzguzların aynı kavimden ibaret olduğuna hükmolunuyordu.

Hatta bir zaman Tuguzguz kelimesinin "Toguz Gur" yani Tokuz Uygur okunması da teklif olunmuş ise de, sonra bu fikirden vazgeçmek lüzumu hissolunmuştur.68 Aslında Uygurlarla Tuguzguzlar'ın tek bir kavim olduğu iddiası Arapça tarih kaynakları ile de reddolunabilir. İbnü'1Esîr'de69 Batı Oğuzların Tuguzguzlardan türediğine; Taberî'de70 Tuguzguzların 820 yılından biraz sonra şimdiki "Cizak" ile "Hocend" şehirleri arasındaki araziden ibaret olan "Usruşana" vilâyetine hücum ettiklerine ait verilen bilgilere bakılırsa, Tuguzguz kelimesinin yalnız Doğu Türkistan'ın doğu kısımlarında yerleşen Türklere değil, Müslüman ülkesine bitişik olmayan komşu ülkelerde yaşayan Türklere de verildiği görülür. Nitekim Tuguzguzlardan İslâm âlemine tutsak gelmesi hakkındaki haberler de bunu kuvvetlendirmektedir. Mısır'daki Tulunoğulları sülâlesinin ilk atası olan Ahmed bin Tulun'un babası Tulun da bu haberlere göre Toguzguz Türklerinden çıkmış idi.71

Çin'e giden yolun güzergâhını yazan Arap yazarlarının en eskisi olan İbn Hordadbih kendisi o taraflara seyahat etmemiş, belki kendisine gelmiş olan rivayetlerden faydalanarak eserini yazmıştır. Yakutı Hamavî de aynı hikâyeyi bu yolda seyahat etmiş olan Tamim bin Bahr elMutavvaî'den naklen rivâyet ediyor.72 Lâkin ne yazık ki Tamim'in seyahat tarihini kaydetmiyor.

Ancak bu hususta verilen tafsilât bu seyahatin "Yedisu" vilâyetinde ve Doğu Türkistan'ın batı kısmında "Karluk" hâkimiyetinin 760 yılından sonra ve Orhun Yazıtlarında adı geçen Türklerden, yani Tuguzguzlardan türeyen Şato Türklerinin Beşbalık vilâyetinden daha doğuya, Çin içerisine göç ettikleri tarih olan IX. yüzyılın başlangıcından evvel olmuş olduğunu gösteriyor. Herhalde görülüyor ki, Araplar bu Beşbalık taraflarını adı geçen Tokuz Oğuzların yerleşmiş olduğu sıralarda görüp öğrenmişlerdi. Daha sonra o kavmin doğuya göçüp yerine diğer Türk kavimlerinin gelip yerleştiğinden haber alamamışlardı. Orasını eskiden olduğu gibi Tuguzguz diye adlandırmakta devam ediyorlardı. Tuguzguz adının evvelce Uygurlara değil, Şato Türklerine verildiğinin en açık delili IX. yüzyılda Çin'de ortaya çıkan bir ayaklanmayı Çin İmparatorunun, Arap kaynaklarından Mes'udî'nin rivâyetine göre,73 Tuguzguzların yardımıyla; Çin kaynaklarının rivâyetine göre de, Şato Türklerinin yardımı ile bastırmış olması hadisesidir. Hem Çin kaynaklarında hem de Arap kaynaklarında bahsedilmesi itibarıyla ender sayılan bu olayı Çinliler Şato Türklerine atfederek haber verdikleri halde, Araplar Tuguzguzlara atfen veriyorlar.

Tamim bin Bahr'ın seyahati esnasında Tuguzguzların yurdunda daha Zerdüşt ve Mani mezheplerinin taraftarları vardır. Başlangıçta Zerdüştlük bütün memlekette, Mani mezhebi ise yalnız başşehirde çoğunlukta idi. Daha sonra Zerdüştlük yavaş yavaş zayıflayarak Mani mezhebi kuvvetlenmiş olmalı ki, Araplar bütün Tuguzguzlar halkını Mani mezhebinde olarak gösteriyorlar. Buda mezhebi gibi Mani mezhebinin de insanın tabiatının yumuşamasına sebep olduğunu ve hattâ Tuguzguzlarda askerlik ruhunun azalmasında Mani mezhebinin müessir olduğunu söylüyorlar. Nitekim 869'da ölen Arap edibi Câhiz diyor ki: "Tuguzguzlar Mani mezhebini kabul edinceye kadar cesur ve asker bir milletti. Karluklarla mücadele ederken umumiyetle sayıları az olsa da yine galip geliyorlardı. Mani mezhebini kabul ettikten sonra mağlûp olmaya başladılar." Marquart74 Câhiz'in bu sözlerini göçebe Uygurlar'a ait görerek Araplara, Moğolistan'daki Uygur Devleti'nin Kırgızlar tarafından tahrip edildiğine ait haberlerin erişmiş olduğunu iddia ediyor. Halbuki onun naklettiği Câhiz'in rivâyetinde savaşın Kırgızlarla değil, Karluklarla olduğu açıkça ortadadır. Bundan anlaşılıyor ki Câhiz'in rivayet ettiği olaylar Moğolistan'da değil; Doğu Türkistan'da vuku bulan olaylardır. Uygurların Doğu Türkistan'a göçlerinden önce oralarda Tuguzguzlar yaşıyordu. Uygurların Doğu Türkistan'a göçleri Câhiz'in ölümünden üç yıl önce olduğu halde, Câhiz diğer Arapların söylediği gibi, Tuguzguzların burada pek çok yaşadıklarını ve batı komşuları olan Karluklarla pek çok savaş yaptıklarını haber veriyor.

Sonraları Doğu Türkistan'da Uygurlar yaşadığı halde Araplar eski yazılı kaynakların tesiriyle orasını hâlâ Tuguzguzların ili diye adlandırmakta devam etmişlerdir. Bu kavim hakkında Arap kaynaklarında bulunan çok az bilginin en mühimleri X. yüzyıl âlimlerinden Mes'udî ve İbnü'nNedim'in haberleridir.

Bunlar Uygur hanının dindaşlarını korumak için gerek Çin imparatoru ve gerek Samanoğulları sülâlesinden olan Müslüman emirleri nezdinde teşebbüslerde bulunduğunu rivâyet ediyorlar. İbnü'nNedîm diyor ki:75 "Tuguzguz hanı, Semerkant'ta yaşayan Mani topluluğuna karşı Samanoğlu emîrinin zulmettiğini ve onları takip eylediğini haber alınca Samanoğlu emîrine Samanoğulları devleti dahilindeki Mani mezhebi taraftarlarına nispeten Tuguzguz arazisindeki Müslümanların sayısının çok kalabalık olduğu ve eğer Samanoğulları memleketlerindeki Manileri takipte devam ederlerse, kendisinin de memleketindeki Müslümanları takip etmek mecburiyetinde kalacağı yolunda bir haber gönderdi. Bu tehdit neticesinde Samanoğulları emîri Manihaistleri takip etmekten vazgeçti."

Bu rivayetler gösteriyor ki: Câhiz'in Mani mezhebinin Türklerin eski askerlik ruhlarını mahvettiği hakkındaki ifadeleri biraz şişirilmiştir. Aynı şekilde Buda dininin de Moğolların askerlik ruhunu yok ettiğine dair epeyce şişirilmiş sözler söylenmiştir. Halbuki Moğolların istiklâlleri uğrunda Çinlilerle başarılı savaşları kendilerinin eski askerlik vasıflarının kaybolmadığını ispat etmişti. Tibetliler de bunun gibi Buda dinini kabul ettikten sonra VII. yüzyılda cihangir bir kavim sıfatıyla ortaya çıkmışlardı. XX. yüzyıl başlarında İngilizler Tibet'e girerken Tibetliler tarafından şiddetli bir direnme gördüler. Halbuki Tibetliler bu zamana kadar birçok yüzyıllar Buda dini hâkimiyeti altında kalmışlar idi. Bu konuda orta zamanlardaki Avrupa Hıristiyanlarının verdikleri örnek savaşçı bir kavmin her vakit sevgi ve barış telkin eden bir dini, harp dini şekline koyabileceğini göstermeye yeter. Aynı şekilde göçebe Uygurların Mani mezhebini kabul etmelerinin Çin'i korkutmak için yeni bir bahane teşkil ettiği görülmüştür. Hattâ Çin'de yayılmış ve yerleşmiş Buda dininden başka dinler hakkında takip olunacak siyaset meselesinde Çin hükümeti Uygur hakanının Maniler hakkındaki koruyucu siyasetini göz önüne almak mecburiyetinde kaldı.

Yalnız Uygur Devleti Kırgızlar tarafından yıkıldıktan sonra Çinliler kendi memleketlerindeki diğer yabancı dinleri ve bunlar arasında Manileri sıkıştırmağa başlamışlardır.76 Gerçi Uygurlar Doğu Türkistan'a yerleştikten sonra Çin hükümetini yine korkutmağa çalışmışlar ise de, bu tehditleri Moğolistan'daki hükümetlerinin kuvvetli zamanlarındaki tehditleri kadar tesirli olamamıştır. Bununla beraber Mes'udî77 ve İbnü'nNedîm'in naklettikleri şu bilgilerden anlaşılıyor ki: Uygurlar Doğu Türkistan'a geldikten sonra da yabancı memleketlerde kalan dindaşlarını gerektiği hallerde silâh kuvvetiyle savunuyor ve koruyorlardı. Yani daha askerlik vasıflarını kaybetmemişlerdi.

Orta Asya'ya yapılan arkeolojik seferler sonucunda Mani mezhebine ait Farsça, Soğdca, Türkçe ve Çince'de yazılmış bulunan eserler Avrupa âlimlerine, Mani mezhebini ilk defa olarak Manilerin kendileri tarafından yazılan eserlerden öğrenmek imkânını vermiştir. O zamana kadar Mani dinini Hıristiyan ve İslâm eserlerinden öğrenebiliyorlardı ve bu Hıristiyan ve İslâm eserleri de çoğunlukla polemik tarzında yazılan eserler idi. Mani mezhebi de aynı Buda mezhebi gibi ahali ve avam arasında çok yayılmak fikri ile vücuda gelmiş idi. Bu mezhepte de zahitlik talimatı, Zerdüşt dininin, özellikle bu dinin Samanoğulları devrinde İran'da hakim olan son şeklindeki kutsal sınıf teşkilâtı aleyhine yöneltiliyordu. Bunun içindir ki Mani mezhebine ait eserler avamın anlayacağı bir şekilde yazılmışlardır. O zamana ait bütün Farsça yazmalar içinde yalnız Mani mezhebine ait olanlarda dil gayet saf olup bunlarda ideogramlar hiç kullanılmamıştır. Halbuki hakiki Pehlevi yazmaları denilen metinler bu Sâmi menşeli ideogramlarla doludur, Farsça Hıristiyan eserlerinde de bunlar kullanılmıştır. Bunlarda çoğu kelimeler Farsça okunurken yazıda Farsça yerine karşılık olarak Sâmi kelimeler kullanılıyordu. Manilerin Türkçe yazdıkları eserler de aynı şekilde açık ve sade yazılmıştır. Mani dinine ait Türkçe eserlerin en mühim yadigârı Chuastianift adındaki tövbe duasıdır. Bu eser, Radloff'un fikrince dilin saflığı yönünden Türk dilinde şimdiye kadar elimiz değen eski eserlerin hepsinden ileridir.

İşte bu eserden Mani mezhebinin, beklenmesi lâzım geldiği şekilde her mezhepten çok Buda mezhebine yaklaştığı görülmüştür. Burada Mani dini mukaddesatının hor görülmesine ne gözle bakılmış ise, Buda mezhebi mukaddesatını hor görmeye de aynı gözle bakılmıştır. İki dinin birbirine yakınlığı özellikle her ikisinde kullanılan ve her ikisinin birbirine tesirini gösteren terimlerle sabit olmaktadır. Hatta bu eserlere bakılarak Buda ve Mani Mezheplerinden hangisinin Türkler arasında daha önce yayıldığı hakkında bir hüküm vermek bile müşküldür. Türkçede Buda anlamında ve Buda heykelleri anlamında kullanılan "Burhan" kelimesini Manihaistler kendi azizleri anlamında kullanmışlardır. Diğer taraftan Budistler de kendi kutsal kitaplarını Mani terimi ile "Nom" diye adlandırmışlardır. Bu kelime Moğolcada bugüne kadar gelmiştir. Biraz sonra İslâm ve Hıristiyanlar gibi Manihaistler ve Budistler de Türkler arasında kendi dinlerinin yayılmasını kolaylaştırmak için kendi dinlerine ait terimleri Türk dilinden almaya çalışmışlardır.

Lâkin bu esası her hususta tatbik mümkün olamıyordu. Gerçi Allah ve İblis anlamını ifade eden terimleri Şaman dininde de bulmak mümkündü. Fakat melek anlamını ifade edecek kelime Şaman dininde yoktu. Bu anlamı ifade etmek için Türkler arasındaki Mani, Hıristiyan ve Müslüman misyonerleri Ferişte kelimesiyle yetinmek ve onu kullanmak mecburiyetinde kalmışlardır.

Türklerde melek hakkında bir tasavvur mevcut olmadığını Kaşgarlı Mahmud da yazmıştır.78 Araplar bu Mani mezhebini Buda mezhebinden pek de ayıramamışlardır. Bazı yazarların, bu arada Bîrûnî'nin Türkler arasında Mani mezhebinin pek çok yayılmış bulunduğunu söyleyişini de böyle anlamak icap eder. Diğer taraftan Mes'udî Mani dininin yalnız Tuguzguzlar arasında yayıldığını diğer Türkler arasında yayılmamış olup var olmadığını da kat'i bir surette söylüyor.79 Burada Tuguzguzlardan maksat her halde Uygurlardır. Sonradan galiba X. yüzyıldan biraz sonra Uygurlar arasında Mani mezhebi yerine Buda mezhebi ve Hıristiyanlık geçip kuvvetlenmeğe başladı. Fakat bu hâdisenin nasıl ve ne vakit meydana geldiğini kaynaklarımız bildirmiyorlar. Hattâ XI. yüzyılda kitabını yazan Kaşgarlı Mahmud'da bile o zamanda Mani mezhebinin devam ettiğine ait hiçbir işaret yoktur. Halbuki Kaşgarlı Mahmud Uygur memleketini diğer yazarlara nispeten pek güzel biliyordu.

En çok dikkati çeken noktalardan birisi de, Kaşgarlı Mahmud eserini Arapça yazan yazarlar içinde Orta Asya hakkındaki bilgilerini kitaplardan almayarak bizzat kendi gördüklerine dayanarak kitap yazan biricik yazar olduğu halde, eserinde "Tuguzguz" kelimesi kat'iyen mevcut olmayıp, yalnız "Uygur" kelimesinin kullanılmış olmasıdır. Bununla Tuguzguz kelimesinin Arap âlimleri içinde yalnız eski kitaplardan an'anevî bir şekilde nakledilegelmiş bir kelimeden ibaret olduğu ve o zaman Doğu Türkistan'da yurt tutan Türkler arasında böyle bir kelimenin artık yaşamadığı pek güzel ispat edilmiş olur.

Uygurlar Kaşgarlı Mahmud zamanında, Mani değillerse bile Budist ve Hıristiyan olarak kalmışlardır. Fakat bunların batı komşuları o vakit İslâm tesiri altında kalmış bulunuyorlardı.



1 E. Chavannes, Documents sur les Toukiue (Turcs) occidentaux, Recueillis et commentes par. Avec une carte. St. Pötersbourg 1903 (Sbornik Trudov Orchonskoi Ekspedicii, VI). Tenkidi için bk., W. Barthold, Zapiski, XV. S. 0162 v. d.
2 W. Radloff, Die alttürkischen Inschriften der Mongolei St. Petersburg, 1895 ve yeni seri
3 V. Thomsen Dechiffrement des inscriptions de 1'Orkhon et de 1'Jenissei, Notice preliminaire, Bull. Acad. Royal, Danemark, 1893; Inscriptions de 1'Orkhon dechifrees, Mem. Soc Helsingfors 196, Turcica, Mem. Soc. Fin Dugr., 37, Helsingfors 1916; Saralede Afhandlinger, III, Kopenhagen 1922.
4 Cilt 78 (yeni seri, Cilt 3), s. 121175: Alttürkische Inschriften aus der Mongulei in Übersetzung und mit Einleitung von Vilhelm Thomsen. Danimarka lisanından çeviren Hans Heinrich Schaeder.
5 A.g.e., s. 151.
6 A.g.e., s. 142.
7 A.g.e., S. 132 h. I.
8 Leipzig 1884, 2. baskı, 1893.
9 Das Kudatku Bilik des Jusuf ChassHadschib aus Balasagun. St. Petersburg, 18911910.
10 Bk. Enz. d. Isl., II, 178 (Ghuzz).
11 Enz. d. Isl., I, 894b. 12.
12 Moğolların Gizli Tarihi adlı eserde Pelliofa göre (T'oungPao, XIV, 1913, S. 131 v. d.) Mongyolun niyuça tobçiyan, Moğolca bir ünvan olup; şimdiye kadar bunun tam bir tercümesi yalnız Rusça yayımlanmıştır (Trudy Ross. Duch, Missii v Pekine, Cilt IV). Bu kaynağın epik karakteri ilk defa Barthold tarafından (Zapiski, X, 107) tanıtılmıştır.
13 İsimler hakkında bk. J. Marquart, Eranşahr nach der Gcographie des Ps. Moses Xorenac'i, Berlin 1901, S. 54.
14 E. Blochet, Introduction a L'histoire des Mongols de Fadl Allah Rashid edDin, LeydenLondon, 1910 (GMS, XII), S. 183. .
15 A.g.e., s. 178.
16 V. Thomsen, Inscriptions de 1'Orkhun, Helsingfors, 1896, S. 53 (Sans aucun doute); Daha az kategorik olarak W. Radloff, Die alttürkischen Inschriften der Mongolei, St. Petersburg 1895, S. 300.
17 AbelRemusat, Recherches sur les langues tartares, Paris, 1820, S. 300.
18 O. Donner, Sur 1'Origine de 1'alphabet turc du nerd de L'Asie (Journal Soc. FinnoOugrienne, XIV, Helsingfors, 1896).
19 Enz. d. Isl., IV, 511.
20 Bilhassa onun Essai de grammaire sogdienne, Paris, 1914 23, adlı eserine bk, orada gerekli literatür verilmiştir.
21 Journal Asiatique, 9, XIV, 384.
22 Manihaistlerin ibadet kitaplarının Mani yazısıyla olduğu gibi Uygurcası da vardır. W. Radloff, Chuastuanit, das Bussgebet der Manichâer, St. Petersburg, 1909. A. v. Le Coq. Chuastuanift, ein Sündenbekenntnis der manichâeischen Auditores, Berlin, 1911 (Abh. d. Preuss. Akad. d. Wiss., 1910). Radloff, Bulletin de l'Acad. des Sciences, 1911, 867 v. d; W. Bang, Manichâische LaienBelchtspiegel, Museon 36 (1923) 137142.
23 J. A., 11, VII (1916), 111 v. d.
24 Enz. d. Isl., I, 593.
25 II, s. 122.
26 Aus Sibirien, I, 128.
27 Aus Sibirien, II, 121.
28 Taberi, II, 1691, satır 13.
29 Bilhassa bk. W. Kotwitcz, Rocznik Orjentalistyczny, IV, 84.
30 Kudatgu Bilig, Giriş, s. 64 v. d. Bundan başka bilhassa Zapiski, V, 265 v. d.
31 Bulletin de L'Acad. des Sciences, 1902. Bk: Onun Über die Sprache des HiungnuStammes und der TungHuStâmme, Tokio, 1900. (Orient Bibliographie: İzv. Imp. Ak. Nauk. 17; s. 01033).
32 J. A., CCII (1923), s. 71 v. d.
33 J. A. 11, XV (1920), 174 (maigre vocabulaire). Pelliot'nun (a.g.e, s. 146 v. d.) da Kıtay dili hakkında söyledikleri bu kaynaklara dayanmaktadır.
34 Bk: J. A., 11, XV, 147: Bien plus, il est possible que les Avares euxmemes aient ete de langue mongole.
35 Enz. d. Isl., I, 845 v. d. .
36 Osttürkische Dialektstudien, s. 71, h. 2.
37 Die Chronologie der alttürkischen Inschriften. Leipzig, 1898, s. 95.
38 Bulletin de l'Acad., 1925, s. 233 v. d., 405. v, d.
39 Bk: Shiratori, Bulletin de 1'acad., 1902, s. 016; Chavannes, J. A., 10, V, 65 v. d.
40 Hava, Su, Toprak Hakkında, neşr., W. H. S. Jones (The Lo eb Classical Library), London 1923, 1, 65 v. d.
42 T'oung Pao, 2, VII, 122.
43 Nachworte zur Inschrift des Tonjukuk, s. 48.
44 Em. d. Isl., IV, 874.
45 Kutadgu Bilig, giriş, s. LXXVII.
46 Suvarnaprabhâsa, III St. Petersburg 1913, s. V (Bibl. Buddhica, XVII).
47 J. A., 11, XV, 137.
48 W. Barthold, Otçet o pojeuzdke v Sredn. Aziju, Metin s. 85 v. d.
49 Osttürkische Dialektstudien, s. 67.
50 Trudy Vost. Otd. Arch. Obşç., VII. 168'deki metin.
51 Die Chronologie der alttürkischen Inschriften, s. 32. v. d.
52 Enz. d. Isl., I. 758 v. d. (Bishbalik.).
53 Divanı Lügat itTürk, İstanbul, 13331334, I. 316.
54 Charles Dufresne Du Cange, Glossarium ad scriptores mediae et infimae graecitatis, Paris, 1678.
55 H. A. R. Gibb, The Arab Conquest in Central Asia, London 1923, s. 45 v. d.
56 Tezik kelimesi Araplarda, şimdi Tonyukuk Kitâbesinde ve VIII. yüzyıla ait diğer bir kitâbede tespit edildiği gibi geçmektedir. Bk: A. Samojloviç, ComptesRendus de I'Acad., 1927, s. 155 v. d.; Rocznik Orjentalistyczny IV, 101.
57 Buna dâir toplu bilgi için bk. W. Barthold, Turkestan; Düzeltmeler ve ilâvelerle İngilizce tercümesi, Gibb. Mem. Ser. New Series, V, 1928.
58 Bu malûmat Strabon'a aittir, 516 C;.

59 Kitâb alAghânî, IX, 21.
60 HiouenThsang, Memoires sur les contrees occidentales (trad. par Stan. Julien.), 2 Cilt,
Paris 185758.
61 Kuanşiim Pusar (Bibl. Buddhica, XIV, St. Petersburg, 1911), s. 37. Sart maddesinde buna dâir geniş bibliyografik malûmat verilmiştir. Enz. d. Isl., IV. s. 187 v. d.
62 N. Ivanov, Über die Dörfer in der Umgegend von Hamadan, Geogr. Journal, Şubat 1926. s. 143.
63 E. Bretschneider, Med. Researches from Eâstern Asiat. Sources, I, 265.
64 Der Islam, XIII, 74; XIV, 111.
65 Şato hânedanı hakkında bk. E. Chavannes, Documents sur les Toukiue (Turcs) occidentaux, St. Petersburg, 1903, s. 272.
66 Zapiski, XVII, 0171 v. d.
67 Kitâbenin Maniheistlerle ilgili kısımları J. A., 11, I. 190 v. d. da geniş dipnotları ile tercüme edilmiştir.
68 Bibliyografik bilgi için bk: Enz. d. Isl., IV, 871, Toghuzghuz. mad.
69 İbnü'1Esîr, Tornberg neşri, XI, 117.
70 Taberî, III, 1044.
71 Buna dâir bk. Makrizî, Hitat, I, 313.
72 Yakut, Mucem, I, 840.
73 Prairies d'or, I, 305 v. d.
74 Osteuropaische... Streifzüge, Leipzig 1903, s. 92 ve 95.
75 Bilhassa bk: Chavannes ve Pelliot, J. A., 11, I, 295 v. d.
76 Prairies d'or, I, 300 v. d.
77 Divânü Lügat itTürk, III, 9.
78 Prairies d'or, I, 288.

Yorumlar (0)