Öz Dilimde Üvey Sözler

Öz Dilimde Üvey Sözler


Emine BAYINDIR

 

Dil sadece kimliği değil, ruhudur insanın. Ruhunu yitiren, kendini yitirmiş demektir. Böyle biri Aytmatov’un anlattığı mankurt misali öz annesine ok atabilir (Aytmatov,2016:167). Yahut günümüzde olduğu gibi öz dilinden utanıp, başka dillerden aldığı üvey sözleri, kendine süs yaparak ortalarda mankurtlardan bile acıklı bir şekilde dolaşabilir.

İnsan için durum ne  ise ulus için de öyledir. Dilini önemsizleştiren bir ulus hafızasını, kültürünü, özündeki güzelliği kaybeder. İnsanın ve ulusların yegâne varlığı ise özündedir. Özünü bulup yüceltmeyen bir ulus, başka ulusların etkisi altına girmeye mahkumdur. Değerlerine yabancı kalanlar, diğer ulusları baş tacı edip, kendi dil ve kültür varlığını değersizleştirme eğilimi gösterir.

Malesef ki dil karnemiz bu gibi zayıflarla doludur. Dört yanlış bir doğru yaparak devam ettiğimiz dil sınavından yeterli puanı alamadık. Yüzyıllar boyu kırık notlara rağmen bize sınıf geçiren güzel Türkçemiz, gücünü kendinden alarak, dupduru bir ırmak gibi Yunus’tan, Karacaoğlan’dan, Aşık Veysel’den ve tabii Anadolu’nun kendisinden beslenip, mankurtlara rağmen kurumayacak kadar güçlüydü. Zira “Türk dili, dillerin en zengilerindendir, yeter ki bu dil şiirle işlensin.” (akt. Sinanoğlu., 2002:6) diyen Ata’mızı haklı çıkaran şairlerimiz vardı.

Karnemizdeki zayıflardan söz etmeden geçilemez elbet. Zira güzel Türkçemiz, aynı hataları defalarca yaptığımız halde, varlığını koruyarak bize ders vermektedir. “Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten” (akt. Kudret, 1981: 176) dizesi, Türk milleti için söylenmiş olsa da Türkçemize de yakışmaktadır, zira Türk milleti demek, Türkçe demektir (Erden, 2012: 4).

Sekizinci yüzyılda yüksek dil seviyemizin ıspatı, şaheser niteliğindeki Orhun Abideleri’nin, 1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından, Rus Türkolog Vasili Radlof'un yardımıyla çözülmüş olması ve dilimize ilk çevrisinin de 1924 yılında yapılmış olması, kırık notlardan biridir (Tekin, 2006: 2). Bu, kimliğimizi başkasının elinde bulmak gibidir. Orhun Abidelerindeki edebi değeri, anlatım gücünü ve ifade zenginliğini görüp övünmekten ibaretti yaptığımız. Ve bu yazıtlarda (Kültigin Yazıtı’nda) dil, örf ve adetlerini bırakıp kul olan bir Türk ulusundan söz edilmektedir. Burada Akif’in "Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar; /Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” dizelerini anmadan geçilmez elbet.

Lakin doğru sözden sık sık uzaklaştığımız da bir gerçektir. On birinci yüzyılda Arapçanın istilasına uğrayan yahut uğratılan dilimizi, edebiyatta Arapça modasına karşı savunmak zorunda kalan Kaşgarlı Mahmut’un ruhuna sahip olup, dilimizi kendimizden üstün tutmadığımız takdirde kültürümüzü, benliğimizi koruyup yeni nesillere aktarmamız da mümkün olmayacaktır. Onun yaptığını yapamayabiliriz belki ama onun bakış açısıyla, dilimizin zenginliği ve güzelliğine tam manasıyla inanabiliriz. Kendi ruhumuza, yani dilimize sahip çıkmak, ilk dil bilginimize ve güzel Türkçemize olan borcumuzdur.

Çok değil dört yüzyıl sonra yine aynı mücadele Muhakemetü’l Lügateyn ile verilmektedir. Bu defa dilimizin Farsça’dan üstünlüğünü ıspatlama çabasına girişmitir, Ali Şir Nevaî. Ve yine savunulan, zenginliği ıspatlanma gereği duyulan taraf Türkçedir. Bu benliğimiz ve kültürümüz açısından acıklı bir manzaradır.  Bu kadar ihmal edilen bir dilin  saldırılara hedef olmasında şaşılacak bir şey yok.

Sonrasında Yüksek Zümre Edebiyatı’ndan bazı şairlerin, halk Türkçesini ve halk şairlerini “köylü” diye aşağılayarak, kabuklarını beğenmeyen civcivler gibi böbürlenmeleri neticesinde, eşine az rastlanır bir durum çığ gibi büyümüştür. Saray Edebiyatı’nın etkileri yüzyıllarca geçmeyen bir “moda”ya dönüşmüştür. Bu yüzyılların neticesinde Ziya Gökalp’in dediği; konuşulup da yazılmayan yahut yazılıp da konuşulmayan, iki ayrı kolda farklı bilezikler gibi salınan Türkçemizi aynı kökte birleştirip, çoğaltmak için gösterilen çabalar da yeterli sonuca ulaşamadan kalmıştır (akt. Kudret, 1981: 298).

Lakin güzel Türkçem, Anadolu’nun merhametiyle emzirilip masal, ninni, halk hikayeleri ve türküleriyle beslenerek, terk edildiği yerlerde kendini yaşatmayı başarmıştır. İhmale rağmen Karacaoğlan, Köroğlu ve Aşık Veysel daha niceleriyle ne kadar büyüdüğünü de ıspatlamıştır. Halk şairleri Don Kişot gibi yel değirmenleriyle savaşmak zorunda kalmıştır yüzyıllarca. Ne kadar acıdır ki değirmen sahipleri yurdum insanlarıdır.

On dokuzuncu yüzyıldan sonra da aynı mücadele batı dillerine, önce Fransızcaya karşı başlamış, günümüzde ise İngilizce ile devam etmektedir. Ve ne yazık ki manzara yine aynıdır. Modaya uyup yeterli kıvraklık ve zenginliğe sahip dilimizi kenara atarak bu defa da Batı dillerine özenilmeye başlanmıştır.  Bunu bir üstünlük gibi görüp, aynı zamanda da gösterek dilimize ne büyük zararlar verdiklerinin farkına bile varmayanlar, sonraki nesillere karşı daima suçludurlar.

Türkçenin ateşle değil ateşlerle imtihanıdır bu. Orta Asya’da Rusların, Batı Trakya’da Bulgar ve Yunanlıların zulmettiği,  boyuna yasaklanan ve öldürülmeye çalışılan kelimelerimiz, Türk askerlerinden farksız değildir.

Bu da bir savaştır ve sinsice yapılan savaşta ulusal birliğe, yani dile sahip çıkılmadan kazanılamaz. Ulusal olmadan evrensel olmak mümkün değildir zaten. Bu savaşta kendi askerlerimizi öldürüyor yahut öldürülmesine göz yumuyoruz. Birçok şehirde, açılan işyerlerine verilen İngilizce isimleri yahut günlük hayatın her yerinden mantar gibi fırlayıp duran her türlü yabancı sözcüğü severek kendi askerlerimize kurşun sıkıyoruz. Oysa Konfiçyüs’ün haykıran öğütlerine kulak verip, önce dilimizi yaşatmalıyız.

Aytmatov’un Rus egemenliği altında anlattığı mankurtlar gibiyiz. Belki kafa derimiz yüzülmüyor lakin beynimiz kazınıyor. Hafızamızdaki anlamlı ve soylu kelimelerin yerine ruhumuza uygun olmayan, benliğimizden uzak yabancı kelimeler konuluyor. Ormanın ortasına dikilen bir gökdelen ne kadar yapaysa o kadar yapay duran o kelimeleri sevmeyi reddetmek için geç kalınmamalı. Zira sonradan bunu yapmaya dermanımız kalmayabilir. Nitekim, bazı yerlerdeki savaşlar kaybedilmiş ve Türkçenin olmadığı yerlerde Türk kültürü ve ruhu da silinmeye başlamıştır.

Bunca asırlık korumasızlığı aşıp gelen ve yok olmayan dilimizi yüceltmemek, Türkçemize yapılan büyük bir ayıptır. Zira “Türk dili kendini türetme yeteneğine sahiptir.”(Sinanoğlu:2002:75). Kuvvetini sadece kendinden alan yüksek dilimizi, halen aşağılık kompleksini üzerinden atamamış kişilerden de korumak lazımdır. Karşısında ezik durulan dilleri yüceltmek yerine, o dilleri pazarlayanların onu nasıl koruduğuna dikkat edilmelidir. Örnek alınacak yahut özenilecek taraf budur.

Yüzyıllarca siyasete, kişisel öfkelere, zamanın modalarına alet edilen ve asla edilmemesi gereken dili korumak,  kendimizi korumakla eşdeğerdir. Anadolu’yu bütün halk söyleyişleri ve ağızlarıyla sevip yüceltmek gerekir. Türkçemizin maruz kaldığı onca saldırıya rağmen kendini korumuş olmasi onun gücünü kanıtlıyor zaten. Bu güçlü dille gurur duymamak, onu sevmemek ne büyük bir gaflettir!

Türkçemiz gerçek sevdalıları tarafından korunmalıdır artık. Dilimizi sevmeyenler susmalı, kimliğini yanında taşımayanlar gibi cezalandırılmalılardır. “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya!” diyen Karaamanoğlu Mehmet Bey gibi (akt. Karabıçak, 2013). devletimizin de tedbir alması, dili korumak üzere yasalar çıkarması gerekmektedir. Eğitimde dile daha fazla değer verilmesi, başka dilleri üstün göstermek üzere atılmış yahut atılması planlanan adımların yasayla durdurulması gerekir. Yabancı dil eğitiminde o dillerin Türkçenin yerini alması engellenmelidir. Ve en mühimi Ata’mızın dediği gibi dilimizi “diğer ulusların boyunduruğundan kurtarmak”(aktaran:Sinanoğlu) için çok daha fazla çalışılmalı, bu çalışmalara verilen devlet desteği artırılmalıdır.

Yüzyıllardır süren gaflet uykusundan uyanmamakta direnenlerin yüzüne soğuk suyun dökülme vakti çoktan gelmiştir. Zira dil ve kültürdeki yozlaşma, yabancılık üst boyutlara ulaşmış durumdadır. Artık herkes dilindeki üvey sözleri, öz dilinden uzak tutmalıdır. Gaflet uykusunda olanların yüzüne dökülecek suyu “Başka dil gece bize” (Gökalp) diyen şairden doldurmalıyız elbet.

Emine BAYINDIR

 

Kaynakça

Aytmatov, Cengiz.(2016) Gün Olur Asra Bedel, 47. Basım,İstanbul,Ötüken Neşriyat A.Ş.

Erdem, Ekrem. (2012). Dilimiz Kimliğimizdir-şiirler-, 1. Baskı, İstanbul: TDED Yayınları, Yarışma Serisi.

Ersoy, Mehmet Akif (1994). Safahat, 1. Baskı, İstanbul: Çile Yayınevi

Karabıçak, Muammer. (2013). http://otekiyuz.com/dilimiz-kimligimizdir/ erişim tarihi:15.10.2017.

Kudret, Cevdet. (1981). Türk Edebiyatından Seçme Parçalar, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri Koll. Şti., Yelken Matbaası.

Sinanoğlu, (2002). Bir New-York Rüyası “Bye Bye” Türkçe,  4. Baskı, İstanbul: Otopsi Yayınları.

Tekin, Talat. (2006). Orhun Yazıtları, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

http://www.siir.gen.tr/siir/z/ziya_gokalp/lisan.htm erişim tarihi: 10.10.2017.

 

 

 

 

Yorumlar (0)