TÜRKÇENİN AVRUPA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ-Jean Louis BACQUE-GRAMMONT 

TÜRKÇENİN AVRUPA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ


Jean Louis BACQUE-GRAMMONT 

Türk dilinin özelliklerini, sürekliliğini ve her türlü yeni şartlara uyum kapasitesini Avrupa dilleri arasında kavranabilir kılabilmek için kısaca bazı noktaları hatırlamamızda yarar olduğunu düşünüyorum.

Her şeyden önce, Türkiye Türkçesi yapı olarak Hint-Avrupa dil ailesinden çok farklı olan ama aynı oranda zengin ifade olanakları sunan Ural Altay dil ailesinden geliyor. Bu ailenin içinde, Altay dilinden gelen Türkçe, Ural dilinden gelen Macarca Fince, Estonca gibi uzak kuzenlere sahip. Bu dillerle Türkçe’nin birbirlerini anlamaları imkansız da olsa, tek tek dil bilgisi açısından inceleyip karşılaştırdığımızda açıkça aynı aileden geldiklerini görüyoruz.
Diğer yandan, daha evveliyatı olan belgelerin varlığına rağmen, bugün bize ulaşan ilk Türkçe metinler, VI. yüzyıldan itibaren Orta Asya hükümdarları ve onların bakanların mezar taşları yazıtlarıdır. Ve bu yazıtlarda, ulusal kimlik duygusu kadar çarpıcı olan dil bilimsel gelişimi de görüyoruz. O zamandan itibaren, yani aşağı yukarı bin beşyüz yıldan beri, değişik Türk dilleri, komşu diller üzerindeki büyük etkileri Balkanlardan, kuzeyde Çine kadar giden yazılı izler bıraktılar. Eğer bu Türk dilleri zaman içinde birbirlerinden epeyce farklılaştılarsa da, her biri de çarpıcı bir devamlılık gösterdiler. Türkiye Türkçesi bu açıdan çok belirgindir. Osmanlı Devleti idari işlerde olduğu kadar, edebiyatta da halkın büyük çoğunluğunun anlayamayacağı karmaşık bir dil geliştirdiyse de, aynı dönemde sokaklarda ve kırsal kesimde konuşulan Türkçe belki bugün bile birçok insanın anlayabileceği zengin bir halk edebiyatı ortaya çıkardı.

Ama halkın epik eserlerde kullandığı Türkçe, XI. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında ortaya çıktığını gördüğümüz Türk devletlerine hiç uymuyordu. Osmanlı Devleti de aynı zamanda hem Orta Asya kağanlarının, Bağdat’ın halifelerinin ve Bizans imparatorlarının mirasçısı ve bütün bunların hepsinden gelen geleneklerin sürdürücüsü haline geliyordu. Magrep’den, Macaristan’dan Hint Okyanusu’na, Kafkaslar’dan Nil nehrine ulaşan bir toprak parçasının idaresi, hem çok sağlam bir yapılanmayı hem de orda yaşayan değişik halkların ve dinlerin barış içinde yaşayabilmesi için esnek bir yapılanmayı gerektiriyordu. Türk dili de, bu ihtiyaçlara kendi olanaklarıyla zenginleşerek veya İslam dünyasının diğer iki büyük dili olan Arapça ve Farsça’dan gerekli gördüklerini alarak uyum sağladı. Aynı biçimde de aydınların ihtiyaçlarına ve XVIII. Yüzyıldan itibaren de Batı Avrupa’nın bilim ve tekniğine uyum gösterdiği, Osmanlılar, edebiyat ve sanatlar için bir sonraki yüzyılı bekleyerek, bütün bunları yakınlıkla karşıladılar. Tabiî ki böyle oluşturulan bir dili ancak elit aydınlar ve devlet görevlileri kullanabilirdi ama Fransız doğu bilimci de Fiennes’in 1689’da tamamlamış olduğu Türk Grameri’nin önsözünde yazmış olduğu gibi ince bir cazibeye de sahipti:

İyi bir ekmek yapabilmek için ilk gereksinim duyduğumuz üç malzemenin un, su ve biraz tuz olması gibi Türk dilinde ustalaşabilmek için de un (...) yerine Arapça, su (...) yerine Türkçe ve tatlandırmak için tuz yerine de Farsça’ya ihtiyacımız var.
Sonuç olarak XIX. yüzyıl boyunca İstanbul’da yayımlanmış eserlerde, Türkçe kökenli kelimelerin sayısı bir çeyreğe inmiş durumdaydı ama yine de bu tuhaf dilin bazı değerleri de vardı. Sadık aydınlar kadar yenilik arayışındaki mühendisler de bu dili kendine uygun buluyordu ve bütün incelikleri ve duyarlılığıyla Osmanlı Türkçesi'ne çevrilemeyecek bir Avrupa edebi eseri örneği yoktu. Kısaca varlığının son yıllarında Osmanlı Devleti’nin elinde, ustaca kullanımı uzun bir eğitim gerektiren ama modern hayatın gereklerine de cevap verebilen bir dil vardı.

Osmanlıların konuştuğu dile gelince, bu dili yazabilmeyi veya konuşabilmeyi öğrenme konusunda en ufak bir fikre bile sahip olmamamıza rağmen Türk dil bilgisi okumanın gerçek bir zevk olduğunu söyleyebiliriz. Çok ustaca bir tarz içinde dil bilgisi biçimlerinin oluştuğu, fiil ve ad çekimlerinde hüküm süren düzenlilik bütünlüğün oluşumundaki şeffaflıkla (...) dilde kendisini gösteren insan ruhunun bu muhteşem gücü karşısında etkilenmemek mümkün değil.
Grammaire de la langue turque adlı klasik kitabının önsözünde büyük filolog Max Mauller’in (1823-1990) La science du langage’nin dan yaptığı bu alıntıdan sonra Jean Deny şöyle ekliyor:

Osmanlıca aynı zamanda zengin anlatımlı, imgelerle dolu ve ahenkli bir dil; yansımaların, ses yinelemelerinin ve ünlemlerin sık kullanımı onun bu karakterine katkıda bulunuyor. Gelişimini büyük bir hızla sürdüren Osmanlıca’nın, bir modern uygarlık dili olabilmek için gerekli olan esnekliği kazanma sürecinde olduğunu da eklemek lazım.

Ayrıca, bu saptamanın, Mustafa Kemal’in bu alanda başlattığı büyük reformlardan 6 yıl önce, XX. yüzyılın en önemli Türkologlarından biri tarafından yapılmış olduğu olgusu üzerinde de durmak lazım. 1927 yılında, modern Türkiye’nin kurucusu, İslam’ın kabulüyle bin yıldan beri kullanılan Arap harflerinin yerini bundan böyle Türkçe’nin özel fonetik ihtiyaçlarını dikkate alan bir Latin alfabesinin almasına karar verdi.
Türkçe gibi sesli harflerde zengin bir dilin yazımı için pek de uygun olmayan bu sistem, devlet başkanının bir sonraki aşamada yapmayı planladığı Arapça ve Farsça kelimeleri hızla dilden çıkartıp yerine aynı anlamlar için Türkçe köklerden kelimeler koyabilmek amacıyla sadece dil bilgisinde değil, sözcüklerde de yapılacak bir reform düşüncesine de cevap vermiyordu. İlk zamanlarda, yeni Türkçe karşılıklarının yerlerine oturması beklenirken Fransızca sözcüklere başvurulması kabul gördü. Bir dönem neredeyse 10.000’den fazla Fransızca sözcük kullanılıyordu; bugün kullanımda olanlar daha çok anglo-sakson kökenli olsalar da hala birçok Fransızca sözcüğe rastlıyoruz.
Günümüzde hala devam etmekte olan modern Türk dilinin oluşum tarihini çizmenin yeri burası değil Tabiî ki; her şartta, geriye dönük olarak önce Osmanlı sonra Cumhuriyet Türkiyesinin Avrupa’ya yönelmesi perspektifinde bu süreci tanımlayabiliriz. Bu XVII. yüzyıla kadar uzanan ve birçok batı dilinin tanınmasını içeren “Batıya açılış” üzerine kolayca bir sürü örnek verebiliriz. Bu akımın XVIII. yüzyılın ilk yarısında da devam ettiğini ve sonra inisiyatifin hızlı bir biçimde hükümdarların bizzat kendilerine geçtiğini görüyoruz. Daha sonra “ulusların konseri”nde ki yerini alabilme isteğiyle, Osmanlı Devleti’nin 1839’da büyük reformlar yaptığını görüyoruz. Ve bu noktada yabancı dillerin bilinmesi, gittikçe sayıların artan ve dünya ile birlikte düşüncelerini yeni kelimelerle ifade etmeyi keşfeden memurlar için bir zorunluluk haline geliyordu. Atatürk tarafından arzulanan Türk dili bu ortak deneyimlerin bir sonucuydu. Ve bugün zengin bir edebiyatı - ki artık birçok yabancı dile çevrilme sırası Türk edebiyatında- artık besleyecek yetkinlikte olduğunu ve aynı zamanda da hem kendi ülkelerinde hem dünyada yer alan birçok Türk bilim adamının teknik ve bilimlerde son ilerlemelerini ve bu dilde yaptıklarını inkar edemeyiz.

Köklerinin onu Avrupa dillerinden, Avrupa Birliği üyesi ülkelerden birinin resmi dili olan Fince’den veya yakında Birliğe katılacak statüsündeki ülkelerde konuşulan Macarca ve Estonca’dan daha fazla uzaklaştırmadığından başka Türkçenin Avrupa dilleri arasındaki yeri hakkında daha ne diyebiliriz? Ya da yeni Avrupa uluslarının konserinde apayrı bir yeri hakettiğinden başka?


Jean Louis BACQUE-GRAMMONT 


Yorumlar (0)