18.03.2019, 23:13

Çanakkale Geçilmez Düstûru

Çanakkale’den geçerek, İstanbul’a ulaşma dolayısı ile Türk Devletine son verme düşüncesi Batılıların zihinlerini her zaman meşgul etmiştir. I. Dünya Savaşı’nda bu fırsatı yakaladıklarını sanan İngiltere ve Fransa önderliğindeki kimi Batılı devletler 3 Kasım 1914 tarihinde Çanakkale’de beliriverirler. Düşman denizatlıları ile yapılan bu ilk girişimler, Türk topçu bataryalarına yakalanır. İlk atışlarda düşman donanmasına ait denizaltılar batırılır. Sonrasında işin ciddiyetini anlayan düşman kuvvetleri büyük savaş gemileri ile günlerce Türk bataryalarını ve mevzilerini bomba yağmuruna tutarlar. Kıt imkânlara rağmen destansı bir direniş (mukavemet) gösteren Türk topçu bataryaları, icra ettikleri akıllı manevralarla düşman gemilerini şaşkına çevirir.

Savaşın dönüm noktalarından biri hiç kuşkusuz direnişimizin en zayıf olduğu anlardan birinde Nusrat mayın gemisinde bulunan bir avuç kahraman Türk denizcisinin sulara döşediği Türk yapımı mayınların düşman gemilerini hallaç pamuğu gibi atması olmuştur. (Ha bu arada geminin gerçek adının “Nusret” değil de “Nusrat” olduğunu biliyorsunuzdur sanırım.) Bir diğer mucize Seyit Onbaşı’nın 276 kilo çeken gülleyi bir düşman gemisinin bacasına (kazan dairesi) denk getirerek, Çanakkale Boğazı’nı düşman filosuna dar etmesi ve boğazın gemilerle geçilemeyeceğini dosta düşmana göstermesidir.

Çanakkale Boğazı’nı gemilerle geçemeyeceğini anlayan düşman kuvvetleri, bu defa karaya asker çıkararak şanslarını denemek isterler. Seddülbahir’de, Anafartalar’da, Conkbayırı’nda amansız çarpışmalar olur. Ama bu kez de karşılarında yüzyılın askerî dehası olan Mustafa Kemal vardır. Yarbay olarak gelip, albaylık rütbesine yükseldiği cephe hattında “Anafartalar Kahramanı” olarak adını tarihe yazdıran Mustafa Kemal, emrindeki az sayıda Mehmetçik ile savaşın seyrini değiştiren adamdır. İngilizlerin söylemi ile “Bir tümenle muharebenin gidişatını değiştiren mukadderatın adamı” Mustafa Kemal, -bu savaşla- Batılılara üzengi öptürmenin tadını almıştır. Batılıların aldığı ise dayanılmaz kuyruk acısıdır. Ve uzun yıllar çıkmayacaktır.

Deniz ve kara olmak üzere iki aşamadan oluşan Çanakkale Savaşları 1916 yılının ocak ayında sona erer. Türk ordusu, resmî rakamlara göre 211 bin şehit vermiştir. Bu 211 bin kaybın, 100 bine yakınının okumuş-yazmış diye tanımlanan aydın kesimden olması ilerleyen yıllarda verilen kurtuluş (istiklâl) mücadelesinde ve sonrasında Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu etkenlerden biri olacaktır. Zira ülkede neredeyse aydın olarak vasıflandırılan insan kalmamıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti bunun sıkıntısını çok çekmiş hatta kilit noktalara, etnik azınlıktan aydınları yerleştirmek (istihdam etmek) zorunda bile kalmıştır. Düşmanın kaybı ise -gerçek sayıyı gizledikleri söylenmekle birlikte- 300 bini geçmiştir. Türk ordusunun, Kurtuluş  Savaşı’nın neredeyse on katı fazla zayiat vermesi ise başlı başına bir soru işaretidir. Zira Türk subayların şiddetle karşı çıkmalarına hatta bu durumu İstanbul’a rapor etmelerine rağmen Liman Paşa savaş taktiğini (strateji) değiştirerek can ve mal kaybının artmasını sağlamıştır. Sağlamıştır diyoruz çünkü savaşın süresini uzatarak, hem Almanya’nın yükünü azaltmak hem de itilaf devletlerini hırpalatmak istemiştir. -Başta Mustafa Kemal olmak üzere- Türk subayları kıyı hattının tutulmasını, böylelikle de düşmanın sahile çıkmasına fırsat verilmeden daha denizdeyken yok edilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamalarına rağmen Alman general bildiğini okumuştur. Ha bu arada Gelibolu’ya hayatında ilk defa gelen Alman generalin, daha geldiği gün, cepheyi bile teftiş etmeden savaş taktiklerini değiştirmesi sizce de biraz garip değil midir? Ki Çanakkale Boğazı’nın savunulmasına yönelik savaş taktiklerinin, bir dünya savaşının adım adım yaklaştığını öngören Sultan Abdülhamit Han’ın buyruğu ile Osmanlı genelkurmayınca birkaç yıl öncesinden en ince ayrıntısına kadar düşünülerek hazırlandığını; hâlihazırdaki istihkâmların onarıldığını, bunlara yenilerinin eklendiğini, yeni toplar yerleştirildiğini de belirtelim. Sözgelimi hem genelkurmayımız hem de subaylarımız düşman gemilerinde bulunan topların yatay konumda (pozisyon) bulunmaları, haliyle yatay atış yapmaları sebebiyle tepelerin ardında mevzilenmiş bulunan Türk askeri için kayda değer bir tehlike oluşturmayacaklarını öngörmüşlerdir. Ki bu öngörüde (tahmin) sonuna kadar da haklıdırlar. Bütün uyarı ve karşı çıkmalara (itiraz) rağmen Alman general Liman Von Sandres kararında ısrar etmiş, sâhil bandındaki askerî birlikleri kilometrelerce içeriye çekmiştir. Böylelikle de düşmanın çıkarma yapmasına bir yerde göz yummuştur. Sonrasında ise Türk ordusunun, düşmanı buralardan söküp atması hayli zaman almış; savaşlar çok kanlı geçmiştir. Çünkü hücuma geçen birliklerimiz düşmanın ağır topçu ateşine maruz kalmıştır. Çanakkale’de bunlar olurken, -Fransa da dâhil olmak üzere- kıta Avrupa’sında ciddi bir direnişle karşılaşmayan Almanya, hem rahat bir şekilde savaşı sürdürmüş hem de kıtanın büyük bölümünü ele geçirmiştir. Yine bu arada General Sandres’in Alman ordusunda hiçbir askerî başarısının olmadığını, hatta İstanbul’da sivil dolaştığını dahası Alman istihbaratı adına çalıştığına dair şüphelerin olduğunu da nakletmeden geçmeyelim.

Savaşın can kaybı yanında siyasî ve iktisadî birçok sonucu olduğu malûmunuzdur. Misal siyasî anlamda dünyanın seyrini değiştiren sonuçlar doğurmuştur. Rusya’nın yardım alamaması ve Bolşeviklerin (Komünizm) eline geçmesi; Rusların, boğazları alma ve sıcak denizlere inme hayalinin suya düşmesi; Bulgarların, İttifak kuvvetlerinin savaşı kazanacağını düşünüp, bu cepheye (group) katılması; diğer Balkan devletlerinin hatta İtalya’nın bir süre daha “bekle-gör siyaseti” gütmesi; Osmanlı Devleti’nin, Balkan Savaşları ile zedelenen uluslararası saygınlığını tekrar kazanması; İstanbul hükümetinin iktidarını sağlamlaştırması; İngiltere ve Fransa’nın saygınlıklarının büyük zarar görmesi; “Güneş batmayan imparatorluk” olarak kabul edilen İngiltere’nin, denizlerdeki üstünlüğünün sona ermesi; İngiltere’nin sömürgeleri olan Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin kendi millî siyasetlerini gütmeye başlamaları; Dünya üzerinde yeni haritaların çizilmesi; Japonya’nın, İngiltere’ye sırt çevirmesi; Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerle savaş sonrasında dostluk ilişkilerinin gelişmesi; Batı kamuoyunda, Türklerin barbar olduklarına yönelik propagandaların hüsranla sonuçlanması; Siyonistlerin, savaşta yaptıkları yardımların ödülü olarak, İsrail Devleti’nin kurulmasına yönelik söz almaları; kimi Arap ülkelerinin, savaşın kazanılması üzerine Osmanlı’ya olan güvenlerini ve bağlılıklarını devam ettirmeleri; Başta İslâm ülkeleri olmak üzere, dünya halklarının Türklere hayranlık duymaları; Osmanlı Devleti’nin, dünya siyasetinden çekilirken tarihe son bir altın sayfa eklemesi; Mustafa Kemal’in siyasî ve askerî anlamda devlet kademelerinde ilk defa ağırlığını hissettirmesi; Osmanlı derin devletinin (Teşkilât-Mahsusa) Mustafa Kemal’e oynamaya başlaması; Anadolu’da “Kemal Paşa” efsanesinin doğmaya başlaması; Osmanlı Devleti’nin aslî unsuru olan Türkler arasında millî kimlik olarak, Türklük bilincinin (şuur) yükselmesi; payitaht ve hilâfet merkezi olan İstanbul’un düşman eline geçmesi önlenerek, hem Türklerin hem de dünya Müslümanlarının gururunun ve haysiyetinin kurtarılması; bir yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atılması; sömürgeciliğe (emperyalizm) karşı, dünya halkları arasında bir başkaldırı bilincinin doğmaya başlaması (Türk Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla da birçok ülkede bu bilinç eyleme dönüşmüştür. Misal Cezayir’de, Ömer Muhtar’ın; Mısır’da, Nasır’ın, Hindistan’da Gandhi’nin başlattığı özgürlük mücadelesi bunların belli başlılarıdır.) Savaş süresince, neredeyse tamamına yakını Batılıların olan 139 ticaret gemisinin Karadeniz’de mahsur kalması; Rusya’nın, iktisadî anlamda çökmesi; Batılı ülkelerde gıda sıkıntısı çekilmesi; savaşın, neredeyse iki yıl daha uzaması, bunun da taraf olan devletlere büyük külfetler yüklemesi… diye giden olayların ortaya çıkmasının nedeni (müsebbip) Mehmetçiğin “Çanakkale geçilmez!” düstûrudur. Binlerce yıllık bir hesabın kapatılması; Turuva’nın (Truva) öcünün (rövanş) alınması da cabası!..

Tarih boyunca büyük zaferlere imza atmış olan Türklerin savunma savaşı yaptıkları pek görülmemiştir. Gerektiğinde geri çekilip, uygun zamanda daha güçlü bir şekilde saldırmak temel felsefe olarak göze çarpar. Kısacası Türkler, genelde taarruz eden taraftır. Bunu da ”nizâm-ı  âlem” adına yaparlar. Kavram değişse bile, hem Gök Tanrı inancında hem de İslâm’ın kabulünden sonra bu böyledir. Plevne ve Akka savunmalarını yapan Türklerin, en güçsüz oldukları bir dönemde (Zira artık Osmanlı Devleti’nin sona yaklaştığı belli olmuştur.) tarihin en büyük savunma savaşlarından birini icra etmeleri; üstelik de başarıyla sonuçlandırmaları, neredeyse 150 yıldır saldırıp duran Batılıların birden bire afallamalarına da neden olmuştur. Bunu Kurtuluş Savaşı yıllarında Türk ordusunun karşısına doğrudan çıkmayarak da belli etmişlerdir. Tâbi bu durumda olan Yunanistan’a olmuştur. Çünkü Anadolu kaplanının öldürücü pençeleriyle feleğini şaşırmış; zavallı bir tavşan durumuna düşmüştür. Sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş, Türk’ün narası yedi iklimde yankılanmıştır: “Türk’e kefen biçmek kimin haddine?!.” Bu naraya eşlik edenlerden ve şehitlerimizden Allah razı olsun.

Özetle (hülasa); Atatürk’süz bir Çanakkale, Çanakkale’siz bir Kurtuluş Savaşı düşünülemez. Bu yönüyle Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşı’nın da önsözü niteliğindedir. “Söz konusu (mevzu-i bahis) vatansa gerisi ayrıntıdır (teferruat).” düsturuyla hareket eden -Anafartalar Cephe (Group) Komutanı- Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsında Turuva’nın (Truva) öcünü (rövanş) alan kahramanlarımızı saygıyla, rahmetle anıyoruz. Ruhları şad, ruhları Hektor’a yoldaş olsun.                                                                                                    

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/