İlber Ortaylı'nın gözünden Atatürk ve 10 Kasım

Atatürk vefatının 79’uncu yıldönümünde yine milyonlar tarafından saygı duruşu, Anıtkabir ziyaretleri, sosyal medya paylaşımlarıyla anıldı. Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya göre bu ilginin her geçen yıl artarak devam etmesinin sırrı Atatürk’ün dünyada ender görülen farklı liderlerden biri olması. İşte Ortaylı’nın gözünden Atatürk ve 10 Kasım:



Tarihte benzeri yok



‘ATATÜRK, Osmanlı İmparatorluğu’nu en aşağı ve fakir kalmış bölgesine hapsedilmekten çıkarıp üstelik de Birinci Cihan Harbi’nin yükünü çekmiş bir ülkeden yeni bir Cumhuriyet kurdu. Endüstrisini yenileyip, eğitimi geliştirip, sağlık hizmetlerini kurarken de Batı medeniyetine karşı kazandığı zafere rağmen Batı medeniyetini kazanmak zorundaydı. Zaferde bile kendisini yenmeyi bilen, gören adam iki kere muzafferdir. Savaşı kazandık, Batılıları kovaladık ama Batı medeniyeti karşısında zaaflarımız vardı. Bunu telafi etmek gerekiyordu.

Atatürk, galibiyetin gururunda kaybolmadı. Kaybolmayınca da değişen bir toplum ortaya çıktı. Bu değişen toplumun yetersiz olduğu sahalar var. Ayrıca kendiyle barışık olduğu ve olamadığı noktalar var. Bu sebeple bu değişimi yaratan lider unutulmuyor. Bu nedenle 10 Kasım’lar her zaman derin ve duygulu ritüellerle, resmi törenlerin ötesinde ele alınacak. Geniş kitleler derin duygusallıkla bu işi yapacak. Dışarıdaki kalabalığa bakın. Ne kadar organize, oysa onları kimse organize etmiyor. Kendileri organize oluyor çünkü ortak duyguları olan kitleler çok çabuk ve düzgün iş görmeye, bir araya gelmeye muvaffak olurlar.

‘OKULDA RESMİ TÖREN DEĞİL TEZAHÜRAT VARDI’
Atatürk, dünyadaki çok nadir liderlerdendir. Her yıl saat 9’u 5 geçe böyle bir ritüel olması benim çok hoşuma gidiyor. Bağlı olduğumuz şeyler var ve bu, topluluk değil toplum olduğumuzu gösteriyor. Adeta hayat duruyor. O birkaç dakika içinde durduğunda hiçbir şey kaybetmezsin ama çok şey kazanırsın. Bir nesil Atatürk’ün verdiği komutla hareket etti. Penisilin olmadığı dönemde sağlık ve aşı politikaları yaptılar, yolsuz köylerde çocuk okutmayı becerdiler. O öldükten sonra bu hava değişti zannedildi ama yeni nesiller yeniden onun etrafında toplanıyorlar. Bugün yanımdaki okulda resmi tören değil, onun ötesinde bir tezahürat vardı. Üniversite gençliğinin tavrında, sokakları dolduran on binlerde bunu görüyoruz.”

Tarihte benzeri yok
Lüleburgaz

09:05
MUSTAFA Kemal Atatürk’ün 79 yıl önce hayata gözlerini yumduğu saat olan 09.05’te tüm Türkiye’de hayat durdu. Okullarda öğrenciler Ata’yı sevgi ve özlemle anarken saygı duruşunda objektiflere her yaş ve kesimden insanlar yansıdı. Saygı duruşuna araçlarını durdurup inen sürücüler, yayalar, otobüslerin içindeki yolcular hatta vincin tepesinde çalışan işçiler eşlik etti.

Tarihte benzeri yok
Bursa

Tarihte benzeri yokİstanbul


 




ATATÜRK’ÜN İNSANLIĞI ∗ Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Size, her şeyden önce Mustafa Kemal adını ilk defa olarak ne zaman, nasıl ve kimden duyduğumu söylemek isterim: Birinci cihan harbinde Üsküdar Lisesinin edebiyat ve felsefe öğretmeni idim. Bir gün, bu lisenin son sınıfında, çoğu gitmiş öğrencilerden geriye kalan tek talebeme ders verirken, birden bire kulağına akseden top sesleriyle duraklayıvermiştim. Bu sesler uzaktan uzağa, derinden derine Çanakkale'den geliyordu. Karşımdaki genç de, o anda, benim dersimden ziyade bu sesleri dinler görünüyordu.

Bunun üzerine bir müddet sustuktan sonra, o talebeliğini, ben hocalığımı unutup iki arkadaş gibi konuşmaya başladık. Zaten, aramızda pek büyük bir yaş farkı da yoktu. Genç adam bana "hiç merak etmeyin; geçemeyecekler" dedi ve ilâve etti “Müdafaa hattının en nazik bir noktasında kumandayı Miralay Mustafa Kemal Bey ele aldı. Bu iş onun eline geçtikten sonra artık endişeye yer kalmadığına inanmak lâzım gelir”. Talebem, bu malûmatı yüksek rütbeli bir subay olan babasından almıştı ve bu mütalâayı da babasının Mustafa Kemal hakkında göstermiş olacağı takdir hislerinin telkini altında yürütüyordu. Demek ki, ordu mensupları çevresinde Mustafa Kemal o zamandan beri parlayan bir yıldızdı. Ben kendi kendime “nasıl olmuş da böyle bir kahraman subayın ünü, başta Enver Paşa olarak o devirdeki diğer bazı askerî şöhretler gibi biz aydınların kulağına kadar gelememiş” diye soruyordum. Bunun sebebini, Çanakkale zaferi kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal adının ağza alınmamasından, hele gazetelerde O'na dair tek kelime yazılmasının yasak edilmesinden anlayacaktık (o sıralarda İkdam Gazetesinin yazı işleri müdürü olmam dolayısıyla bu yasak, Harbiye Nezaretinin bir tamimi şeklinde bana da gelmişti).

Nitekim, rahmetli dostum Ruşen Eşref bu yasağa rağmen Mustafa Kemal Paşayla Çanakkale Harbine dair bir mülakat yapmış ve bu mülakatın çıktığı dergi hemen toplattırılmıştı. Mustafa Kemal'den bana, birkaç zaman sonra eski Dahiliye Vekillerimizden Cemil Bey bahsedecekti. O bir miralay ben de -yukarıda söylediğim gibi- bir lise öğretmeni olarak İsviçre sanatoryumlarının birinde tedavi edilmekte idi. Devir, mütareke devri. Baş başa vermiş, memleketin hali ne olacak diye dertleniyorduk, Cemil Bey : “Bizi ancak bir adam kurtarabilir. O da Mustafa Kemal'dir” dedi ve onun askerî dehasını uzun uzadıya övmeğe koyuldu. Ama, sözlerinin sonunda, şu acı gerçeği ifadeden de çekinmedi”. “Fakat, dedi, ortada ne ordu, ne silâh, ne de varlığımızı korumaya kararlı bir devlet ve hükümet var”. Rahmetli Cemil Bey'le bu konuşmamız üzerinden kaç. hafta, kaç ay geçti, şimdi pek iyi hatırlamıyorum. İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmişti. Ben, Cenevre'de memlekete dönmek çarelerini araştırdığım günlerde, garip ve perişan, şehrin caddelerinde dolaşırken gözüm bir gazete satıcısının peykesine serilmiş gazetelerden birinin baş sayfasında kalın harflerle dizilmiş şöyle bir manşete ilişti:

“Mustafa Kemal adında bir general Anadolu'da başlayan Millî Mücadele hareketinin başına geçti ve İstanbul Hükümetine karşı isyan bayrağını açtı”. Bunu okur okumaz yüreğimde bir büyük ümit ışığının parladığını hissetmiş ve önümde kurtuluş yolunun açıldığını görür gibi olmuştum. İşte, bu halin verdiği heyecan içindedir ki, hemen O'nun yanıma koşmak için can atmaya başladım. Fakat, bir sürü siyasi engellerle bütün yolların kapalı oluşu gayeme ancak bir buçuk yıl sonra ulaşabilmem imkânını vermişti. O vakte kadar da Mustafa Kemal Ankara'da Büyük Millet Meclisini kurmuş ve Anadolu müdafaa ordusunu teşkil etmiş bulunuyordu. Tarih 1921 Bir ilkbahar havası içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal'in henüz taşınıp yerleştiği eski Çankaya köşküne giden yokuşu çıkarken biraz sonra, kim bilir, ne kadar azametli ve heybetli bir kumandan paşayla karşılaşacağımı düşünerek, daha o andan itibaren içimde -nasıl diyeyim bilmem- bir nevi küçüklük veya pısırıklık hissediyordum.

Fakat, bu hissim, biraz sonra onu görür görmez dağılıp gidecek ve yerini, aramızdaki bütün resmî derece farklarını aşarak gönül bağlılığından doğan sevgiyle karışık bir saygıya bırakacaktı. O, beni, ilk bakışta, konuksever bir ev sahibi nezaketi, kibar tavırları ve pek iyi bir terzi elinden çıkmadığı belli sivil kostümü içinde bile göze çarpan zarafetiyle hayran etti. Konuşmaya başlayınca ince zekâlı bir fikir adamının bilgilerini keşfedecektim. Buradan, başının, yüzünün ve ellerinin ayni derecede hayran olduğum asîl ve müstesna güzelliğinden ayrıca bahse lüzum görmüyorum.

Zira, onu yakından tanıyan birçok yabancı yazarlar, fikir ve siyaset adamları, ezcümle Profesör Pittard'la tanınmış bir edebiyat kadını olan eşi, Mustafa Kemal’in bu fizik özellikleri üzerinde uzun uzun durmuşlardır. Oysa, ben, bu konuşmamda onun dış özelliklerinden ziyade iç özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Zira, Mustafa Kemal'in gözle görülen tarafları kadar büyük devrimci, büyük devlet kurucusu, büyük vatan ve millet kurtarıcısı vasıflarını da ancak bu suretle daha iyi anlamış oluruz. Bu iş, yani Atatürk'ün iç âlemine nüfuz onun yanında bulunmak ve ruhî tepkilerini yakından izlemek fırsatını bulanlardan biri olmam itibarıyla benim için pek güç olmayacak sanırım. Kaldı ki Mustafa Kemal gizli kapaklı -daha doğrusu eski bir deyime göre- gıllıgışlı bir adam değildi. Frenklerin "franchise" sözüyle ifade ettikleri açık kalplilik onun başta gelen niteliklerinden biriydi ve bunun ışığında birtakım tahlil metotlarına, birtakım ruh incelemelerine girişmeksizin onu, hiçbir karanlık noktası kalmadan apaydın görebilirdik.

Nasıl ve ne özellikte görebilirdik? Her şeyden önce, kelimenin bütün manasıyla bir büyük insan olarak. Şimdi, müsaadenizle, “büyük insan”dan ne anladığımı söyleyeyim. : Büyük insan odur ki, sevdiklerine karşı ölünceye kadar vefalıdır; sevmediklerine karşı da kalbi pas tutmasını bilmez. Şahsî, küçük ihtiraslara ise asla yakasını kaptırmaz ve hiçbir vakit nefsaniyetinin, içgüdülerinin hükmü altına girmez. Her hareketine yalnız akıl, insaf ve ruh asaleti rehberlik eder. Böylelerine eskiler “sage” -yani hakim- adını verirlerdi.

Plutarque, eski Yunan ve Roma tarihinin ünlü şahsiyetlerini en çok bu açıdan tahlil ve muhakeme etmiştir. Bunlar arasında insanlık erdeminden yoksun bulduklarını, ne kadar büyük zafer kazanmış serdarlar, ne kadar büyük reformatörler ve devlet adamları olursa olsunlar, fazla övmekten çekinmiş ve bütün hayranlığını ya Greklerin “hakim”, ya da Romalıların erdemli dedikleri kişiler üzerinde teksif etmiştir. Çünkü, tarihte en derin, en silinmez izler bırakan büyük adamların asıl bu iki vasfı taşıyanlar olduğunu görmüştür. Modern çağın bir Plutarque’ı olsaydı, hiç şüphesiz, Atatürk'ün şahsında bu iki vasfı birleşmiş bulacaktı ve XVI. yüzyıldan bu yana gelip geçmiş kahramanlar, reformatörler, devlet kurucuları, millet rehberleri arasında yapacağı mukayesede en yüksek değeri ve mertebeyi ona verecekti. Ben, burada, Atatürk'ün gerek askerlikteki, gerek devrimcilikteki, gerek devlet adamlığındaki başarılarının sırrını zekâ ile kalbi kendi özünde birleştirmiş olmasına atfetmekle yetineceğim.

Zaten, (dehâ) denilen yaratıcı kudret de bu iki insanlık unsurunun bir araya gelişinden doğmaz mı? Zekânın tek başına aldandığı ve aldattığı olur. Fakat, kalp, sevginin ve şefkatin kaynağı olan kalp, asla aldanmaz ve aldatmaz. Tanrıya giden yol bile kalpten geçer. Atatürk de milletini, memleketini kurtarma ve millî gerçeklere ulaşma yoluna buradan geçerek atılmıştır. Bu yolda her çileye, her zorluğa katlanmak ve bütün imkânsızlıkları yenmek kudretini millet ve memleket aşkında bulmuştur. Yoksa, Büyük Nutkunun başında kendisinin de söylediği gibi “bütün kaleleri zapt edilmiş, silâhları alınmış, Padişahı, devlet ve hükümeti düşmana teslim olmuş” bir millet ve memleketi yalnız zekânın ve mantığın ışığında kurtarmağa kalkışmak belki mümkün olamazdı.

Nitekim Millî Mücadelenin başlangıcında vatanseverlikler ile tanınmış birçok kimseler bile Mustafa Kemal'in sonu gelmeyecek ve bizi yeni yeni felâketlere sürükleyebilecek bir maceraya atıldığı fikrinde idiler ve fikirlerini ona bildirmekten çekinmemişlerdi. Ama, O, her şeyden evvel kalbinin sesini dinlemişti. Bu kalbi yakıp kavuran aşkın ateşi ve humması içinde soğuk mantığa, dar düşünüşlere kulak asmasının imkânı yoktu. Bahusus ki, bu büyük aşka derin bir merhamet duygusu da karışmış bulunuyordu.

Asil Türk Milletini kara bahtına bırakamazdı. Ya onunla beraber yaşayacak, ya onunla beraber o ölecekti. 3 Atatürk'ün bu sevme ve acıma hasleti, bir gün gelecek, bütün insanlığı kapsayan bir genişliğe ulaşacaktır. Hemen harpten sonra elini dünkü düşmanlarına ne büyük bir âlicenaplıkla uzattığını biliyorsunuz. Ama, bilmediğiniz bir şey var ki, o da Dumlupınar Zaferinin birinci yıldönümünde, o kanlı cengin cereyan ettiği yerde yapılan törende Mustafa Kemal'in “Geçen yıl burada bir inhidam olmuştu” derken sesinin derin bir hüzünle buğulanışıdır. İşte, bence, Mustafa Kemal bu altın kalbi, bu şefkat ve merhamet hisleriyledir ki, perişan bir milleti kendi etrafında toplamış, kendine ısındırmış ve hakkıyla, Türkün, daima sevilen, daima anılan ve yokluğu gittikçe daha ziyade hissedilen Atası olmuştur. Burada, -eski bir tabire göre, hiçbir “vechi-şebeh” olmamakla beraber,- Fransızların edebiyat eleştirmecilerinden Emile Faguet'nin şair Musset'den bahsederken söylediği şu sözü hatırlamaktan kendimi alamıyorum.

Faguet der ki “Musset daima sevilir, çünkü o daima sevmiştir”. Atatürk'ün iç âlemi hakkındaki görüşlerimi birkaç müşahede ile bağlamak isterim: Yukarıda, büyük insanlık şiarlarından biri olarak vefadan bahsetmiştim. Biliyorsunuz ki, Mustafa Kemal'in üç çocukluk ve gençlik arkadaşı vardı. Bunlardan biri Fethi Okyar, öbürleri de Nuri Conker ile Salih Bozok'tu. Hayatın türlü tecellilerine rağmen münasebetleri ve bunlara karşı muameleleri Selanik'te, Manastır'da ne idiyse daima öyle kalmıştır. Yani aynı mahalle ve okul akranlığı samimiyetini muhafaza etmiştir. Hususi meclislerinde onlarla öyle bir senli-benli, içli-dışlı konuşuşları, yarenlik edişleri vardı ki, Atatürk namına yalnız tevazu kelimesiyle ifade edilemezdi. Biraz önce, gene insanlığın vasıflarından birinin şefkat duygusu olduğunu söylemiştim. Atatürk'te, bu duygunun en açık belirtisini eski Maarif Vekili Necati'nin ölüm haberini aldığı akşam görmüşümdür.

Koca adam diyebilirim ki, bir çocuk gibi saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Bir gün gelip Reşit Galip'in ölümü de onu, teselli bulmaz bir derin acıya düşürecekti. Bu şefkatin sıcak etkisini birçok defa kendi nefsimde de hissettiğim olmuştur. Geçirdiğim iki ağır hastalıkta eğer onun gösterdiği yakın ilgiden yoksun kalsaydım, hiç şüphe yok ki, çoktan öbür dünyayı boylayacak ve şimdi huzurunuzda kendisine karşı beslediğim minnet ve şükranları ifade edemeyecektim. Aziz dinleyenlerim, Atatürk'ün iyi kalbi, bir zamanlar Millî Mücadeleye karşı cephe almış ve bu yüzden memleket dışına sürülmüş kimseleri bile acımasını bilmiş ve bunların gurbette ölmelerine razı olmamıştır.

Size, onun insanlığı hakkında daha kavrayıcı bir misal verebilir miyim? Atatürk'ü böylesine bir büyük atıfete sevk eden hâdisenin ise ne olduğunu söylersem -ki bunu Bayan Afet İnan da pekiyi bilir sanırım- büyük insanın bu asil jesti karşısındaki hayranlığımız büsbütün artar. Hâdise şu: Bir gün ona bu sürgünlerden biri olan Refik Halit'in bir yazısını gösteriyorlar. Değerli romancımız uzun yıllardan beri Suriye'de oturmaya mahkûmdur. Günün birinde, şüphesiz vatan özlemiyle olacak, Türkiye sınırlarına doğru bir gezintiye çıkıyor ve hudut karakollarımızın birinin üstünde dalgalanan Türk bayrağını görüp derin bir heyecana kapılıyor.

İşte Refik Halit o yazısında bu heyecanı ifade etmektedir ve Atatürk'ün vatan aşkıyla dolu kalbine dokunan da bu olmuştur. Şimdi, size soruyorum: Atatürk'ün insanlık -eski deyimiyle- insaniyet tarafı bu kadar büyük ve üstün olmasaydı acaba millet kurtarıcılığı, devlet kuruculuğu ve devrimcilik alanında şimdi başımızı döndürmekte bulunan yüksek zirvelere erişebilir miydi? Öyle sanıyorum ki, bu konuda, hepinizin fikrini söylemesi bu konuşmamdan daha faydalı olacaktır. Beni dinlemek lûtfunda bulunduğunuz için teşekkür ederim.

Yorumlar (0)