Dil ölümü nedir?

Dil ölümü nedir?

Dil ölümü nedir?

‘Ölü dil, topluluk içerisinde iletişim işlevini yitiren dil midir; yoksa son konuşuru ölen dil midir?’ sorusu çerçevesinde yürütülen tartışma (Dal Negro 2004: 48) gereksizdir. Çünkü birinci tanımda, dil ölümünün ‘işlevsizleşme’ (minoration) boyutuna; ikinci tanımda ise, dil ölümünün ‘azınlıklaşma’ (minorisation) boyutuna, yani konuşur nüfusunun yok olmasına vurgu yapılmaktadır. Diğer bir deyişle; bir dil, işlevsizleşme sonucu ölebileceği gibi, azınlıklaşma sonucunda da yok olabilir. Ancak, çoğu zaman bu iki süreç eşzamanlı ve birbiriyle ilişkilidir. Bununla birlikte, azınlıklaşma mı işlevsizleşmeye öncülük eder; işlevsizleşme mi azınlıklaşmaya öncülük eder tartışması tutarlıdır. Crystal’in (2007: 13), ‘bir dil artık konuşanı kalmamışsa ölür’ tanımı, aslında her iki boyutu da kapsamaktadır.

Dil ölümü; çok yaygın ve basit tanımıyla, çeşitli nedenlerle herhangi bir dilin kullanım alanlarının daralması, iletişim işlevlerinin giderek sınırlanması ve sonuçta o dili konuşan ve/veya anlayanların kalmaması nedeniyle bütünüyle ortadan kalkmasıdır. Başka bir ifadeyle, konuşurların genellikle kuşaklar boyu devam eden süreçte kendi dillerini terk ederek bütünüyle başka bir dilin konuşuru hâline gelmeleridir. Belirli bir süre can çekiştikten sonra (İng. moribund language) son konuşuru da ölen, konuşuru kalmayan dile ise ‘ölü dil’ adı verilir (Crystal 2000: 1). Dil ölümü, genellikle dil değişiminin (İng. language shift) bir sonucudur. Kuşaklar arası dil aktarımı, konuşur sayısı, konuşurların toplam nüfus içindeki oranı, dil alanlarının kaybı, yeni dil alanlarına cevap verme, dil eğitimi ve okuryazarlık eğitimi için malzeme, konuşurların kendi dillerine karşı tutumları, dil politikaları, dokümantasyon miktarı ve kalitesi vb. tehlike derecesini belirleyen etkenler içinde en kritik olanı, kuşaklararası dil aktarımının kesilmesidir (Brezinger 2007: x- xi).

İnsanlığın binlerce yıllık birikimini sözcüklere ve daha geniş dil birliklerine kodlanmış olarak taşıyan dillerin yok olması, çok büyük bir bölümü kayıt altına alınamayan bu birikimlerin de yok olması anlamında gelmektedir. En eski tarihî kayıtlardan izlenebildiği kadarıyla bugüne değin 6,000 civarında dil ölmüştür (Crystal).7 Gerçekten dil ölümü yeni bir hadise değildir. Sadece Hint-Avrupa ve Afro-asyatik dillerinden çok sayıda dil tarihin çok eski dönemlerinde yok olmuştur. Bunlar arasında çok iyi bilinen Akadca, Ugarca, Eski İbranice, Eski Mısırca, Eski Yunancanın lehçeleri gibi yazı dili olmuş diller bulunmaktadır. Hint-Avrupa ailesinden daha az bilinen çok sayıda dilin yok olduğu bilinmektedir. İran dillerinden Pehlevice, Soğdca, Horezmce, Hotanca, Saka dili, Tumşukça, Luvice; Anadolu dillerinden Palaik, Lisi, Lidi, Karya, Sidetik ve Pisidi dilleri; İtalik dillerinden Faliskan, Oskan, Umbriyan, Paelinyan, Marusinyan, Vestiniyan, Venetik dilleri; Galya, Lepontik ve Keltiberik gibi Kelt dillerinin yanında Trak, Das ve Eski Makedonca gibi diller yazılı kalıntılar bıraktıkları için bilinmektedir.

Bazı dillerin ise sadece isimleri günümüze kadar ulaştığı için bir zamanlar var olduklarını anlıyoruz. Ancak büyük olasılıkla, adını bile bilmediğimiz bunlardan çok daha fazla dil yok olmuştur (Janse 2003: xi).

Ölen dillerin yarıdan fazlasının ölümünün son beş yüzyılda gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Ethnologue’un 2000 yılında listelediği 6,809 dünya dilinden uzun vadede ise iyimser bir bakışla 600 civarında dilin hayatta kalabileceği öngörülmektedir (Janse 2003: ix). Buna göre yapılan araştırmalarda her 14 günde bir dilin öldüğü, 2100 yılında yeryüzündeki yedi bine yakın dilin yarıdan fazlasının yok olacağı ve ölen her dille farklı toplumların, dil ve folklor ürünleri, insana ve toplumsal yaşama ilişkin ‘formula’ları; bitki örtüsü, hayvan varlığı, ekosistem vb. doğal yaşamın her alanına ilişkin bir daha telafi edilemeyecek kadar ayrıntılı ve yoğun bilgilerinin kaybolduğu biliniyor.8

Konuşuru kalmayan, yani sözlü iletişim işlevi ortadan kalkan Latince gibi kimi ölü dillerin kütüphaneleri dolduran geniş bir yazılı mirasa sahip olmalarının yanı sıra bu dillerin bilimsel, kültürel ve dinî hayatta yapay biçimde de olsa varlığının sürdürüldüğünü, örneğin Batı dünyasında bilim ve sanat dünyasında birçok kavramın Latince terimlerle adlandırıldığını, çağdaş dillerin ölü dillerin söz varlığıyla beslendiğini görüyoruz. Ölü dillere yeniden ulaşılmasıyla ilgili diğer bir örnekte Sümerler, Eski Mısırlılar Hititler vd. daha antik dönemlerde ölen, ancak farklı yazılarla yazılı eser bırakan dillerin özelikle 19. yüzyıldan itibaren erişilebilir hâle geldiğine, bu ölü dillerin metinlerinden çeşitli amaçlarla yararlanılabildiğine tanık oluyoruz.

Normal koşullarda bir dilin ‘tedrici’ biçimde ortadan kalkması, diğer dil ya da dillerle temasına bağlıdır. Sayısal, toplumsal, askerî vb. zayıf olan toplumların dilleri, etkileşimde bulunduğu devlet destekli büyük ve prestijli ‘emperyal diller’e karşı âdeta savunmasızdır. Zorlayıcı toplumsal ve siyasal koşullar nedeniyle çekinik dilin konuşurları yaşam koşullarının iyileşmesi hatta varlıklarını sürdürebilmeleri için baskın dile yönelme eğilimindedir. Azınlık dili konuşuru olmanın getirebileceği maddi ve manevi yük, hatta kimi zaman risk unsurları, ebeveynleri, çocuklarına daha iyi bir hayat sürecek koşulların oluşturulabilmesi için ana dillerini çocuklarına öğretmemeye, onları baskın dilin iyi konuşurları olarak yetiştirmeye çalıştıkları biliniyor. Bu yaklaşımın tarihin her döneminde var olmakla birlikte özellikle milliyetçilikler döneminden ‘tek dil, tek vatan, tek bayrak’ sloganında ifadesini bulduğu şekliyle günümüzde daha da ivmelendiği açıktır.

‘Tedrici’ yok oluş sürecinde ilgi çekici noktalardan biri dillerin işlevinin ‘yakın kod’ (İng. intimate code) ile sınırlanması, yani toplumsal veya bölgesel bir grubun anlatım aracı olarak dilin kullanımının yalnızca selamlaşma, atasözleri, şarkılar, şakalar vb. belirli formüllerde ve deyimlerde kullanılmaya başlamasıdır. Diğer ilgi çekici bir nokta da ölen bir dilin ritüelleşmiş bağlamlarda bulunabilmesidir. Kur’an Arapçasının din dili olarak kullanılması böyle bir sürecin ürünüdür. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin neredeyse yalnızca din dili olarak kullanılan İbranice örneğinde olduğu gibi, ritüelleşmiş bir dil canlandırılabilir.

Dillerin bütün biçimlerinin ‘kökten’ ve ‘aniden’ ölümü ise, ancak o dili konuşan topluluğun kültürünün tahribi ve terk edilmesi, ağır politik baskılar ve fiziksel olarak bütünüyle yok olması vb. olağanüstü koşullarda mümkün olabilir.

Dillerin ölümü konusu; son yirmi otuz yıldır bilim dünyasının gündeminde daha geniş ve derinlikli biçimde yer almasının yanı sıra, konunun niteliği itibarıyla entelektüel meraka uygun olması bakımından son dönemlerde, her ne kadar basmakalıp söylem ve bilgi düzeyinde tartışılsa da kamuoyunun ilgi alanına dâhil olmuştur. Gerçekte dillerin ölümü insanlık tarihiyle yaşıt olmalıdır. Yazılı tarihin başlangıcından itibaren belgelenen ve hâlen konuşulmakta olan dil yoktur. Aramice, Çince, Hintçe, Farsça gibi milat öncesi dönemlerden bugüne yazılı belgeleriyle kesintisiz biçimde ulaşabilen dillerin sayısı ise çok azdır. Sümerce gibi, tarihin bilinen en eski dilleri, ölü dillerdir.

Dillerin hiçbiri bir yıl ya da bir gün önceki dil değildir. Toplumsal iletişim aracı ve doğanın bir parçası olarak diller, diğer toplumsal ögeler ve doğadaki diğer varlıklar gibi sürekli durum değiştirirler. Dil değişimi ile dil ölümü arasındaki ilişkiyi dil değişiminin uç düzeyde gerçekleşmesi anlamında da değerlendirebiliriz. Örneğin, Klasik Latincenin veya tarihî Uygurcanın çok sayıda yazılı belgesinin elimize ulaşmasına karşın bu diller konuşuru kalmadıkları için yazında ‘ölü’ olarak kabul edilmektedir. Oysa Latince ve Uygurca örneklerinde olduğu gibi, tarihin belirli bir döneminde herhangi bir dilin değişkelerinden birini konuşan/yazansiyasal egemen gücün değişmesiyle, aynı dilin diğer bir değişkesini konuşan egemen gücün iktidara gelmesiyle ortaya çıkan durumu gerçekte dil ölümü olarak nitelemek paradoksal bir nitelemedir. Örneğin, Orhon Türkçesi, tarihî Uygur Türkçesi, Karahanlı Türkçesi vd. devletteki egemen ögeyi yansıtan etnik grubun dili olarak adını taşıdıkları devletlerin yıkılmasıyla bütün konuşurlarını yitirmemekte, aksine, dil, başka formatta ve ölçünlerde ve bir başka ad altında doğal gelişimine devam etmektedir. İnsanlar gibi diller de ölümlüdür; ancak ölü olarak değerlendirilen herhangi bir ana dilin (İng. proto language) genetik mirası, o ana dilden türeyen başka diller aracılığıyla tarihin başlangıcından günümüze değin ulaşabilir. Bugün yeryüzünde konuşulan bütün diller tarih öncesinin bilinmeyen dönemlerden bugüne aktarılan böyle bir genetik mirasın ürünleridir.

Rusya Federasyonu’nda her yıl bir dil, son konuşurunun ölümüyle birlikte, ölmekte, ölen dillerin çoğunun yazılı biçimleri bulunmadığı için geriye arşivlenmek üzere hiçbir belge kalmamaktadır.

Son konuşurların ölümüyle bu diller taşıdıkları binlerce yılın birikimiyle birlikte sonsuza değin yok olmaktadır. Rusya Bilimler Akademisinin Sibirya Filoloji Enstitüsünde az bilinen ve ölmekte alan dilleri dokümante etmek üzere Hakasya, Tıva, Yakut ve Buryat’taki çoğunun konuşuru birkaç düzineyi geçmeyen 100’den fazla değişkeyi kapsayan bir Kırmızı Kitap hazırlanmaktadır. Altayca, Altay Cumhuriyeti’nde ikinci resmi dil olmasına karşılık Çalkanlar, Kumandinler, Tubalar, Teleütler ve Telengitler vd. her etnik grup kendi değişkesini kullanmaktadır. Bu değişkelerin konuşurları arasındaki karşılıklı anlaşılabilirlik derecesinin bazen çok düşük olduğu, konuşurların birbirlerini anlamadıkları görülmektedir. Araştırmacıların bilimsel amaçlarla oluşturdukları alfabeler dışında, bu değişkelerin hiçbirinin yazılı geleneği bulunmamaktadır. Ancak bu değişkeleri giderek günlük yaşamdan çekilmekte çocuklar aralarında oyunlarda dahi birbirleriyle Rusça konuşmakta, Altayca vd. değişkeleri yeterince öğrenememektedirler. Bütün bu çabalara karşın gelecek elli-yüz yıl içinde yüzden fazla dilin öleceği tahmin edilmektedir.9

Avrupa Birliği Parlamenterler Asamblesi Kültür, Bilim ve Eğitim Komitesinin 21 Ekim 2010 gün ve Doc. 12423 nolu ‘yüksek derecede tehlikedeki dillerin korunması ve güçlendirilmesi’ ile ilgili ölçütler başlıklı raporuna göre yüksek derecede tehlikede bulunan 17 dil arasında ‘Türki’ diller ailesinden Karaim (Litvanya, Ukrayna), Kırım Tatarcası (Bulgaristan, Ukrayna) ve Gagauzca (Bulgaristan) da yer almaktadır.

S. Bosnalı, S. Eker, M. Erdem, J. Garibova, S. Koca Sarı, B. Erdağı Doğuer

Yorumlar (0)