Dil Çeşitliliği Nedir?

Dil Çeşitliliği Nedir?

  • S. Bosnalı
  • S. Eker
  • M. Erdem
  • J. Garibova
  • S. Koca Sarı
  • B. Erdağı Doğuer

Dil çeşitliliği

İnsanın ve toplumların da bir parçası olduğu doğa; girift, birbirleriyle bağlantılı ve şaşmaz bir düzen içinde işleyen biyolojik çeşitliliğe sahiptir. Kendine özgü ses, yapı ve anlam vb. düzeylerdeki altsistemleriyle insan dilleri de biyolojik türler kadar çeşitlilik sunar. Dilin bu çeşitliliği sadece genetik ve tipolojik anlamda değil, toplumsal bir olgu olması dolayısıyla aynı zamanda sosyal bakımdan da geçerlidir. Gerçekten, yeryüzündeki dağılımları, sosyo-politik konumları ve aralarındaki ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda dillerin önemli bir çeşitlilik sundukları görülür. Ne var ki bugün bu zenginlik tehlike altındadır. Zira yeryüzündeki dillerin büyük bir kısmı çeşitli nedenlerden dolayı yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikenin boyutunun ve öneminin bilinciyle, gerekli önlemlerin alınması için çok yönlü çalışmaların yapılması ve uygulamaların hayata geçirilmesi ivedilik arz etmektedir. ‘Tehlikedeki Türk Dilleri El Kitabı’ çalışması da, bu çerçevede hazırlanan projenin somut adımlarından biridir. ‘Tehlikedeki diller’ ve ‘dil ölümü’ konularının kuramsal çerçevesinin çizildiği bu bölümde, alanla ilgili kuram ve kavramların tanıtımı ile dil ölümleri karşısında yapılan ve yapılması gereken çalışma ve uygulamalar ele alınmaktadır.

Öncelikle dil çeşitliliği genel hatlarıyla tanıtıldıktan sonra, dillerin biyolojik varlıklar gibi ölüp ölmedikleri sorgulanmakta ve diller üzerindeki bu tehlikenin nedenleri üzerinde durulmaktadır. Dillerin farklı sosyal ulamlara ayrılması, onların geleceğini doğrudan etkileyen faktörlerden biri olduğu için dilbilim alanyazınında olduğu gibi bu kitapta yer alan çalışmalarda da sık olarak başvurulan önemli terim ve kavramların tanımlanıp açıklanması ve dillerin toplumsal ulamları ile yok olma tehlikesi arasında bir ilgileşim olup olmadığının sorgulanması önem arz etmektedir.

Dillerin biyolojik türler gibi kendiliğinden yok olmadıkları, diğer taraftan dillerin ölümününe sebep olan veya onları canlı kılan dillerin yapıları değil dil dışı olguların olduğu bir gerçektir. Bu olguların başında dil düzenlemeleri veya dil politikaları adı altında dillerin yapılarına, statü ve işlevlerine yapılan müdaheleler ile dil topluluklarının sosyo-kültürel ve politik konumları gelmektedir.

Dillerin ölümüne yol açan önemli hadiselerden bir diğeri dil değinimidir. Dünyada var olan dil sayısı (6,500-7,000) ile ülke sayısı (200) arasındaki orantısızlık, tek dilli bir toprak parçasının istisnai bir durum olduğunu göstermektedir. Gerçekten dünyanın bütün coğrafyalarında zorunlu bir toplum-dilsel yapı olan çok dillilik, kültürel ve dilsel çeşitliliğin de göstergesidir. Ancak bizatihi bu yapı, uygun düzenlenmediği takdirde, dillerin varlığını tehlikeye atan en önemli toplumdilsel durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten çok dilliliğin bir sonucu olan dil değinimi, sadece dillerin yapılarını değil aynı zamanda statülerini ve dolayısıyla geleceklerini etkileyen önemli bir hadisedir.

Diller aniden veya kısa süre içinde yok olabilecekleri gibi, dil ölümü olarak adlandırılan nihai sona doğru yavaş yavaş ilerleyen uzun bir süreç sonucunda da yok olabilirler. Çoğu zaman bu süreci yaşayan bazı diller farkına varılmadan yok olup gitmiştir. Bundan dolayı, dillerin yok olma tehlikesi altında olup olmadığı ve bu tehlikenin seviyesi uygun ölçütlerle titizlikle belirlenmesi gerekir.

Bununla birlikte tehlikedeki diller için nelerin yapıldığı değerlendirilmeli ve nelerin yapılması gerektiği konusunda düşünülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, ilk aşamada bilinçlenme, bilgilendirme ve duyarlı kılma amacıyla yapılan çalışmalara tanık oluyoruz. 1990 yıllarında, kaybolma tehlikesi yaşayan dillerin sayısının önemini kavrayan dilbilimci ve akademisyen çevrelerinde (Krauss 1992) ve Amerikan Yerlilerinin korunmasını savunan Sivil Toplum Kuruluşları arasında Tehlikedeki Diller konusuna duyarlılık oluşmaya başlamıştır. Bu sorun son yirmi yıl içerisinde UNESCO, Avrupa Konseyi gibi bazı uluslararası kurum ve kuruluşlarca da ele alınmaya ve kitap (Crystal 2000, Hagège 2000, Nettle & Romaine 2000), belgesel, makale (Harrison 2009) ve internet sitesi (SOROSORO, Linguapax vb.) gibi araçlarla kamuoyunun duyarlılığına da sunulmaya başlanmıştır. Bu aşama daha sonraki çalışmalar için gerekli teknik ve maddi koşulların sağlanması açısından önemlidir. Tehlikedeki diller belirlendikten sonra yapılması gereken çalışmalar betimleme, dokümantasyon, arşivleme ve yeniden canlandırma olarak sıralanabilir.

Dil dokümantasyonu konusunda özellikle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillerde yöntemsel olarak son on, on beş yılda büyük ilerlemeler sağlanmıştır. Dilbilimciler ve yerli dil konuşurları, yok olma tehlikesi taşıyan dillerde insanlığın ortak mirası olan dilsel çeşitliği korumak için konuşma, hatırlama, duyma, öğrenme, kaydetme ve arşivleme çalışmalarını artırmaktadır (Harrison, Rood & Dwyer 2008: 1). Geleneksel çalışmalarda alan çalışması olarak bilinen metot şimdilerde dil dokümantasyonu veya dokümanter dilbilimi (documentary linguistics) şeklinde daha bağımsız ve kendi ilkeleriyle işleyen bir alan olarak kullanılmaktadır. Dokümanter dilbilimi, dünya dillerinin kayıtlarının ve kullanım alanlarının belirlenmesi ve korunmasıyla ilgilenmektedir ve geleneksel anlayıştan oldukça farklılaşır. Geleneksel anlayış sınırlı veriyle tanımlamaya dayanmakta ve çalışma hiyerarşik düzende sırasıyla bir gramer, sözlük ve metinlerden oluşmaktadır. Diğer taraftan dokümanter dilbilimi doğal oluşan söylemin doğrudan gösterimini hedeflemektedir (Woodbury 2003: 39). Bilimsel literatürde dokümantasyon, dilbilimsel amaçlar için yeniden canlandırma ise topluluk için yapılmaktadır. Günümüzde üniversitelerde veya çeşitli dil araştırma merkezlerinde yapılan dil dokümantasyonu çalışmalarında birçok farklı araştırma disiplini alana dâhil olmuştur. Gelecek nesiller için dilin belli konularının (olabildiğince bütün alanlarının) arşivlenmesi anlamına gelen dokümantasyon çalışmalarına dilbilimcilerin yanında antropologlar, etno-müzikologlar, yazılım geliştiriciler, derlem dilbilimiyle uğraşanlar da katılmıştır. Ekipteki en önemli kişi şüphesiz dilbilimcidir.

Dilbilimsel bilgi ve donanım olmadan bir dil malzemesini değerlendirmek birçok açıdan eksik kalacaktır. Bugün birçok dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı düşünülürse hangi dilin dokümantasyonu yapılacağıyla ilgili bir öncelik sırası yapılmalıdır. Bu sıralamada söz konusu dilin tehlike derecesi, o dille ilgili doküman sayısının niteliği ve yeterliliği, dilin genetik ve/veya tipolojik izolasyonu ve ilgili dile ulaşım gibi ölçütler dikkate alınabilir (Krauss 2007: 20).

Dokümantasyon (ve dili yeniden canlandırma) çalışmalarının dil topluluğuna ve dilbilimine bakan yönü vardır. Dokümantasyon, söz konusu dili konuşan topluluk için yapılır. Topluluğun gerçek yardımı olmadan dokümantasyon yapmak veya bir dili canlandırmak imkânsızdır. Dokümantasyon çalışmaları dilbilimine dilsel çeşitliliğe ulaşmada yardımcı olur. Bu yardım, dilbilimsel alanlar için gerekli verileri içerebilir veya insanlığın tarih öncesi dönemleri hakkındaki birçok sorunun cevabını barındırabilir. Burada tehlike altındaki birçok dilin eskicil özellikleri barındırabileceği unutulmamalıdır. Tehlike altındaki bir dilin sözvarlığının sağlam bir biçimde belirlenmesi de dil akrabalıklarını veya dil ilişkilerini anlamada dilbilimine büyük katkılar sağlar (Comrie 2007: 27).

Yok olma tehlikesi taşıyan bir dilin dokümantasyonunu yapmak son derece önemlidir. Unutulmamalıdır ki bütün yönleriyle dokümantasyonu yapılmış bir dil varsayımsal olarak tekrar canlandırılabilir. Fakat dokümantasyonu, belgeleri, arşivi olmayan yok olmuş bir dil asla ve asla canlandırılamaz. İşte bu yüzden yok olma tehlikesi taşıyan Türk dillerinin ve Anadolu’daki diğer dillerin iyi planlanmış projelerle dokümantasyonunun yapılması son derece önemlidir. Bu amaçla birçok dil için dokümantasyon çalışmaları yapılmıştır (Ayrıntı için bk. Tehlikedeki Diller İçin Neler Yapılıyor?).

Dilin kökeni ve yaşı konusunda olduğu gibi, tarih boyunca yeryüzünde kaç dilin var olup yok olduğu ve kaç dilin yaşamını sürdürebildiği konusu da belirsizdir. Hatta günümüzde yeryüzünde konuşulan dillerin tam olarak sayısı belirli değildir.

Dil sayılarının tam olarak belirlenememesinin nedenlerinden birincisi dil ve diyalektler arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Diyalekt, bir dilin farklı bir varyasyonu için kullanılır ve birbirlerinden uzaklıkları oranında farklılaşır. Bu anlamda diyalekt veya diyalektoloji sosyal sınırlara karşılık gelen coğrafi sınırlarla ilgilidir. Sosyal diyalektler bizim kim olduğumuzu, bölgesel diyalektler ise nereden geldiğimizi söyler (Romaine 2000: 2). Birbirine yakın diyalektler arasında karşılıklı anlaşılırlık yüksek iken birbirine uzak diyalektler arasındaki karşılıklı anlaşılırlık oldukça düşük olabilmektedir. İngilizcenin İskoç diyalekti ile Amerika’nın güneydoğu diyalekti arasındaki büyük fark gibi. Çince de bu durumun tersi için güzel bir örnektir. İlk bakışta Mandarince ve Kantonca konuşanlar bir dilin iki diyalektini konuşuyormuş gibi gelebilir. Eğer konuşurların biri sadece Mandarince, diğeri de sadece Kantoncayı biliyorsa bunlar kesinlikle birbirleriyle anlaşamazlar (Wardhaugh 2006: 32).

Dil sayılarının belirlenmesini güçleştiren ikinci neden ise dilin birden fazla tanımının olmasıdır. Dil karşılıklı anlaşılır diyalektlerden oluşan bir yapıyı anlatabilir. Bunun yanında bir dilin birkaç diyalektini konuşanların standart yazma ve konuşma biçimlerini de ifade edebilir. İsveç, Norveç ve Danimarka dilleri bu durum için güzel bir örnektir. Bu üç dilin konuşurları birbirleriyle güçlük çekmeden anlaşabilirken her bir ülkenin standart edebi ve resmi dili vardır. Birbirleriyle güçlük çekmeden anlaşabilen bu ülkelerin dil(ler)i politik ve tarihi nedenlerden dolayı ayrı birer dil mi sayılmalıdır?

Sayının tam olarak belirlenememesinin nedenlerinden üçüncüsü diller hakkındaki çalışmaların yetersiz ve tamamlanmamış olmasıdır. Brezilya’da, Yeni Gine’de küçük toplulukların keşfedilmeyi bekleyen dilleri vardır (Dalby 2003: 26-27). Zaman zaman medyada yeni bir dilin keşfedildiğine ilişkin haberlere rastlanır, örneğin Hindistan’da Koro ve Peru’da ölmüş Pescadora dilinin keşfedilmesi konuyla ilgili haberlere iki örnektir.1 Diller arasındaki sınırlar genellikle dillerin yapısal benzerliklerine göre ve o dilleri konuşanların birbirleriyle anlaşıp anlaşamamalarına göre yapılır. Fakat diller arasındaki sınırların sadece dillerin yapısal benzerlikleri ve karşılıklı anlaşılabilirlilikle belirlenemeyeceği açıktır. Dil sayılarının belirlenememesinin dil dışı çeşitli nedenleri vardır. Edwards (1994: 19) sayılardaki değişkenliğin ana nedenlerini temel bilgi eksikliği, ölü veya yaşıyor olma farklılığı, isimlendirme sorunu ve dil-diyalekt boyutu olarak açıklar.

Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı yeryüzündeki dil sayılarını ve konuşurlarını tam olarak belirlemek zordur. Bütün bunlara bazı ülkelerin kendi kimliklerini korumak ve yüceltmek için ülke içindeki farklı etnik grupları/dilleri görmezden geldiğini veya sayılarını az gösterdiğini de eklemeliyiz. Bütün bu karmaşık duruma rağmen bir dilin ne kadar sıklıkla hangi durumlarda kullanıldığı, kullananların yaş sınırları vb. durumlar bir dilin mevcut durumunu tespit etmek için oldukça önemlidir (Dalby 2003: 27, 30).

Yeryüzündeki dil sayısı ve dil aileleriyle ilgili veriler oldukça farklıdır. 20. Yüzyılın başlarında dünyada konuşulan dil sayısının 2,000-3,000 civarında olduğu düşünülmüştür (Edwards 2994: 19). 1980’lerde yazılan kitaplarda yeryüzündeki dillerin sayısı 6,000 ile 7,000 arasında, son zamanlardaki çalışmalarda bu sayı 3,000-10,000 arasında değişmektedir. Dalby (2003: 26), Crystal (2000) yeryüzünde yaklaşık 6,000-7,000 dil olduğunu söyler. Moseley‘e göre (2007: vii) dünyadaki dil sayısı 6,000’in üzerindedir. Trask & Millar da (2007) dünyada 6,000 civarında dil olduğu kanısındadır. Dil istatistikleri konusunda en iyi kaynaklardan biri olan Ethnologue’un 16. baskısında yaşayan, konuşulan dillerin sayısı 6,809’dur (Lewis 2009). Bu sayı daha önceki baskılarda verilen rakamlardan doğal olarak daha yüksektir. Yukarıda verilerden hareketle günümüze dil sayılarının arttığı söylenebilir. Ancak bundan dünyadaki dillerin çoğaldığı anlamı çıkarmamak gerekir; söz konusu olan, daha önce dilbilimcilerin ulaşamadığı çok sayıda dilin son yıllarda keşfedilmiş olmasıdır. Aksine, son yıllarda dil çeşitliliğinin azaldığı söylenebilir. Daha da ürkütücü olan ise artan dil sayısına karşın birçok dilin yeni yetişen nesil tarafından öğrenilmemesidir (Sallabank 2011: 497).

Dillerin sayısı ilk duyulduğunda, düşünüldüğünden daha fazla olduğu için, şaşırtıcı gelebilir. Ancak diğer biyolojik türlerin sayısıyla karşılaştırıldığında bu rakamın o kadar da yüksek olmadığı görülür. Sayılarının az olmasına karşın diller genetik, yapısal ve sosyal bakımdan mükemmel bir çeşitlilik sunarlar. Ayrıca bu dil çeşitliliğinin biyolojik çeşitlilikle ilginç bir paralelliği vardır. Biyolojik çeşitlilikle dilsel çeşitlilik arasındaki bağ o denli ilginçtir ki biyolojik çeşitlilik ile dil çeşitliliğinin yoğun olduğu coğrafya örtüşmekte ve bundan dolayı ‘biyo-dil çeşitliliği’ (biolinguistic diversity) kavramı bile kullanılmaktadır.

Biyo-dil çeşitliliği

Ülke

Ülke nüfusu (Milyon)

Dil sayısı

En önemli dil grubu

EÖDG nüfus

EÖDG Oran (%)

Papua Yeni Gine

3,6

867

Inga

164,750

5

Vanuatu

0,143

111

Hano

7,000

5

Solomon Adaları

0,3

66

Kwara’ae

21,000

7

Fildişi Sahilleri

12,07

75

Baoule

1,620,100

13

Gabon

1,069

40

Fang

169,650

16

Uganda

17,593

43

Ganda

2,900,000

16

Kamerun

11,9

275

Beil

2,000,000

17

Kenya

25,393

58

Gikuyu

4,356,000

17

Namibia

1,372

21

Ndonga

240,000

17

Zair

35,33

219

Ciluba

6,300,000

18

Tablo 1: Dil çeşitliliği bakımından en zengin on ülke

Yorumlar (0)