31.01.2022, 18:48

Dil Devriminin Altyapısı - I

Türk Dil Devrimi Üzerine: Dil Devriminin Altyapısı - I

Tarihte hiçbir eylem, olay, oluş, olgu ya da  durum hiç hazırlıksız birden bire yoktan var olmaz. Tarihte her şey neden sonuç ilişkisiyle birbirine bağlıdır. Her bir neden bir sonuç; her bir sonuç bir neden doğurur.

Örneğin, 1718 Pasarofça Antlaşması Lâle Dönemi’ni; Lâle Deönemi, Batılılaşma yolundaki ilk adımları; Batıya açılma, Nizâm-ı Cedit’i; Nizâm-ı Cedit, II. Mahmut’un kamudaki köklü yeniliklerini; II. Mahmut’un köklü yenilikleri Tanzimat’ı; Tanzimat, Islahat’ı; Tanzimat ve Islahat, I. Meşrutiyet’i; Meşrutiyet’in askıya alınması Abdülhamit’i; Abdülhamit, İttihat ve Terakki, II. Meşrutiyet ve Atatürk’ü;  II. Meşrutiyet döneminin yanlışları Mondoros’a uzanan süreci; Mondoros, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı; Kurtuluş Savaşımız ise Çağdaş Türkiye’yi doğurmuştur.

Bu olguların hiçbiri bir diğerinden bağımsız değildir.

Dil Devrimi’nin de 16. yüzyıla dek inen köklü bir hazırlık süreci vardır.

Dil Devrimi karşıtlarının anlayamadıkları yalın gerçek de budur.

Dil Devrimini hazırlayan süreç gerçekte 16. yüzyılda Osmanlıcaya tepki olarak doğan “Türki Basit” akımıyla başlar. Akımın önemli temsilcileri Tatavlalı Mahremi, Aydınlı Visali, Edirneli Nazmi’dir. Dilde yalınlığı ve duruluğu savunurlar. Arapça-Farsça sözcük ve tamlamalar yerine Türkçelerini kullanırlar.

Edirneli Nazmi’nin yırlarından (şiirlerinden) örnekler sunalım:

“Kızıl altunla ak gümüşe düşürme gönül//Bunda anlar kalur en son seni yir bu kara yir”

“Sevmişem bir güzel kul olmuşam candan ana//Bilmezem ben ki ana kim ola bu sevgüm ana”

“Görmeyelden yârun ol gül yüzün ol sümbül saçın//Gözüme görünmez olmuşdur benüm ağ u kara”

Görüldüğü gibi Edirneli Nazmi’nin dili oldukça duru ve yalındır. Gündelik dil yazın dili olarak kullanılmıştır. İşte, Edirneli Nazmiî’nin dilidir elgün (halk) arasında konuşulan; Nefi’lerin Bâkî’lerin değil.

Osmanlı Dîvan ozanlarının ağır ve ağdalı diline tepki olarak doğan yerlileşme eğilimi, her ne kadar “Türki Basit” akımından olmasa da, özellikle Nedim’le iyiden iyiye güç kazanır.

Nedim kullandıkları dilin toplumca anlaşılmadığının ayırdına varır. Dîvan yazını gerek imgeler gerekse işlediği konular bakımından hem gündelik yaşamdan hem de elgünden (halktan) kopuktur.

Dîvan yazınının soyutlamalarının, benzetmelerinin, söz oyunlarının ve güzel anlayışının toplumda bir karşılığı yoktur.

Örneğin Dîvan yazını güzelleri kara kaşlı, kara gözlü iken, karaşın iken gerçek bambaşkadır. Çünkü Türklerin ezici çoğunluğu akça tenli ya da sarışın, en koyusu buğday tenli; genellikle gökçe, yeşil en koyusu ela ya da kahverengi gözlü bir ulustur. Dîvan yazınında ülküleştirilen (idealleştirilen) güzellerle sokaktaki güzeller çok başkadır.

Nedim yalnızca sarışın güzellerden söz etti diye bile çağının ozanlarınca gelenekleri kırmakla kınanmıştır.

Nedim’in, dili ağdalı olsa da, diğer ozanlardan ayrı olarak elgünce (halkça) daha iyi bilinmesinin ve daha çok sevilmesinin nedeni de kullandığı dilin ve imgelerin toplumda karşılık bulmasıdır.

Ayrıca bu yerlileşme akımının yaygınlaşmasında Osmanlı devletinin “Biz bir yerlerde yanlış mı yapıyoruz?” sorusunu ilk kez en tepede sormaya başlamasının etkisi büyüktür.

Osmanlı, 1718 Pasarofça Antlaşması ile artık Avrupa’nın kendisinden üstün olduğunu kabul etmiştir. Bu kabullenmenin sonucunda Avrupa’yla her alanda denkleşebilmek için Avrupa’ya öykünme başlar.

Dolayısıyla bu öykünme bile bir başına, gün gelecek Dîvan yazınını tüm kalıpları ve türleriyle birlikte yazınımızdan da belleğimizden de silip atacaktır.

Neden mi?

Osmanlı arayış içine bir kez girmiştir. Osmanlının Batı’dan üstün olduğu düşüncesi bir kez yerle bir olmuştur. Artık Osmanlı her konuda Batı’yı örnek alacak; dahası gün gelecek Batılılardan bile daha Batıcı Abdülmecit gibi padişahlar da yetiştirecektir.

Bir kez ırmağın yönü Doğu’dan Batı’ya doğru yönelmiştir. Geri dönüşü olmayacaktır. 1718’den sonra küçük utangaç adımlarla, her köklü çağdaşlaşma çabası gerici bir dalga tarafından boğulmak istense bile, Osmanlı Batı’ya yaklaşacaktır. Kendini Doğu toplumlarının yanında değil Batı’da görmek isteyecektir. Batılılar gibi yaşamak, onlar gibi giyinmek, gezip tozmak, eğlenmek, eğitim almak tek amacı olacaktır.

Batı’nın ilk etkileri en somut bir biçimde mimaride görülür. “Türk Rokokosu” ve “Türk Baroku” doğar. İstanbul’da Ayasofya’nın karşısında yer alan III. Ahmet Çeşmesi klasik çizgilerin yavaş yavaş yok olmaya başladığının en çarpıcı simgesidir.

Artık Sinan’ın klasik çok kubbeli, görkemli camileri yerini tek kubbeli, küçük, uzaktan bakıldığında minareleri ve haç tasarımlı olmaması dışında küçük şapelleri andıran Tophane, Dolmabahçe, Ortaköy gibi gibi camilere bırakacaktır.

Topkapı Sarayı’ndan çıkılacak ve eski “Beşiktaş Sahil Sarayı” yıktırılarak yerine sırayla Dolmabahçe, Çırağan ve Feriye sarayları yaptırılacaktır. Tepede ise Yıldız Sarayı yerini alacaktır. Dahası klasik mimariyle yapılan ne kadar köşk ve saray varsa yine yıkılacak, yerine kesme taştan Barok, Rokoko ve Ampir köşkler, saraylar yaptırılacaktır.

Sinan’ın anıtsal yapıtları dışında kalan ne varsa, diyebiliriz ki şöyle bir elden geçirilecek ve Avrupa yeliyle makyajlanacaktır. Eyüp Sultan, Cihangir Camileri; Küçüksu, Ihlamur Kasırları; Beylerbeyi Sarayı usa gelen ilk örneklerdir.

Dahası Osmanlı Padişahları ulemanın “fuhuş” olarak nitelediği tiyatroyu bile, Dolmabahçe Sarayı ile Yıldız Sarayı’na ayrı bir yapı olarak ekleyecektir. Dolmabahçe Sarayı’nın tiyatrosu ne yazık ki, çıkan bir yangında yanmıştır. Ancak Yıldız Sarayı’nın tiyatrosu günümüze ulaşmayı başarmıştır.

II. Mahmut ile birlikte Mehteran kaldırılmış ve yasaklanmıştır. Bugün dizilerde filmlerde Fatih ya da Kanuni dönemlerinde kullanılan Hüseyni makamındaki “Ceddin deden” marşı bile, 1917 yılında Ali Rıza Şengel’ce bestelenmiştir. Sanıldığı gibi Fatih, Kanuni çağından kalma değildir.

Belgeli en eski Mehter Marşı Macarlarca 1608-Belgrat Kuşatması sırasında notaya alınmıştır. Ali Ufki Bey’de belgeli “Neva Ceng-i Harbi” ile III. Selim bestesi olduğu bilinen “Ey Gaziler” dışındaki diğer Mehter Marşları’nın eskiliği oldukça kuşkuludur. Öyle ki “Gafil ne bilir..”, “Ey şanlı ordu…” gibi en ünlü Mehter Marşları bile Muallim İsmail Hakkı Bey’indir. 

“Genç Osman”, “Estergon”, “İhtiyatlar Silah Çatmış”, “Beligrat Kalası”, “Yine de Şahlanıyor” gibi mehter marşı olduğu sanılan besteler gerçekte akıncı beylerinden bize kalan türkülerdir.

Osmanlı mehteranı belleklerden silip atmıştır.

III. Selim gibi Klasik Türk Müziğinin en ünlü bestecilerinden olan bir padişahtan sonra, II. Mahmut döneminde yavaş yavaş müzik konusunda da Batı’ya yaklaşılmış; Abdülmecit’le birlikte Batı Müziği, Türk Müziğini resmen saraydan kovmuştur.

Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin Abdülmecit döneminde sarayda Batı Müziğinin egemenliğini kurmasından dolayı söylediği şu söz çok ünlüdür: “Artık bu oyunun tadı kaçtı.”

Artık Dede Efendi’ler yerine “Paşa” sanıyla “yerlileştirilen” ve “millileştirilen” Doznizetti’ler; Guatelli’ler sarayda çalışacaktır. Eskiden devşirilenlerde Müslümanlık aranırken, Tanzimat sonrasında din diyanet bile aranmayacak “Paşa” sanıyla iş çözülecektir.

Örneğin, Osmanlıcı ve Osmanlıcacıların ayıla bayıla her yerde “Ecdadımızın ne büyük müziği varmış” diyerek çaldıkları Mecidiye Marşı, İtalyan Giuseppe Donizetti’nindir. Klasik Batı Müziği sistemiyle bestelenmiştir.

Osmanlıcı ve Osmanlıcacıların kaçı acaba Klasik Türk Müziğinde bir oktavın birbirine eşit olmayan 24 ses perdesine bölündüğünü bilir?

Bilmediklerini çok iyi biliyorum. Çünkü yıllardır Klasik Türk Müziğinin neredeyse bütün bestecileri ve yapıtları üzerine çalışırım; bugüne dek Osmanlı sevgilisi olup da Bayati, Uşşak ve Isfahan’ı birbirinden ayırt edebilen tek bir kişiyle karşılaşmadım. Bu arkadaşlar Bayati’yi bayat ekmek; Uşşak’ı şakşak sanabilir; Isfahan’ı adını aldığı kentle karıştırabilirler.

Osmanlıcı ve Osmanlıcacıların anlamadığı şudur: Değişmeyi ve Batılılaşmayı başlatan Osmanlının kendisidir. Kendi Doğulu kabuğundan kurtulmak için kolları sıvayan Osmanlılardan başkası değildir.

Üstelik bu değişimi yerine yenisini kursun ya da kurmasın, eski ne varsa yok ederek gerçekleştiren de Osmanlıdır.

Batılılaşma çağında bir Mimar Sinan daha yetiştirebilmiş olsalardı, kim bilir Süleymaniye, Sultanahmet ve Selimiye gibi klasik dönem ürünü başyapıtları bile yerle bir edip, yerlerine Barok, Rokoko “Süleymaniye-yi Cedîd”; “Sultanahmet-i Cedîd”; “Selimiye-yi Cedîd” gibisinden yeni yeni camiler dikebilirlerdi.

Bu topraklarda eskiyi korumamak bile Osmanlıdan bize kalma hastalıklı bir anlayıştır.

İşin ilginç yanı, Atatürk ve İnönü’nün gözü gibi koruduğu ve el sürmediği Suriçi ve Boğaziçi’ne buldozerlerle dalan da yine 1950’lerde Osmanlı geleneklerini sürdürdüğünü öne sürenlerdir.

Türkiye’de çağdaşlaşmayı ve uygarlaşmayı Türk gelenekleriyle yoğurarak ulusallaştıran ve özümseyen Atatürk ve ardılı İnönü iken; yenileşmeyi eski ne varsa yok edip yerine kökü dışarıdan “yeni”ler alarak niteliksizleştiren de Osmanlı’nın geleneğini sürdürenlerdir.

İşte bu yüzden Osmanlı artık ait olduğu yerde, geçmişte kalmalıdır. Bizim Osmanlı’nın iki ileri bir geri gel gitlerle dolu çarpık yenileşme çabalarına değil, Atatürk’ün ileriye bakan kararlı devrimciliğine gereksinimimiz var.

Mimari ve müzik üzerinden de örneklediğim üzere 1718’den başlayarak Cumhuriyete uzanan süreç çok çalkantılıdır. Arayışlarla doludur.

İşte bu dönemde Arap yazısı ve Osmanlıcayı ilk kez sorgulayanlar da gerçekte çağının yurtsever Türk aydınlarıdır.

Kullandıkları dil ne olursa olsun Şinasi’nin, Ahmet Mithat Efendi’nin, Ahmet Vefik Paşa’nın, Şemsettin Sami’nin, Namık Kemal’in, Ziya Paşa’nın, Muallim Naci’nin, Necip Asım Yazıksız’ın, Ömer Seyfettin’in, Mehmet Emin Yurdakul’un ve ters giden bir şeyler olduğunu sezerek Türkçenin özleşmesi yolunda emek vermiş Osmanlı dönemi tüm ozan ve yazarlarımızın emekleri olmasaydı ne Latin abecesine geçebilirdik ne de Türkçe özleşerek bugünlerine gelebilirdi.

Nereden bakarsanız bakın, Dil Devriminin en az iki yüz yıllık bir altyapısı vardır.

Tanzimat Dönemi’ne tümden girmeden önce son bir değerlendirmeyle yazımızı bitirelim.

Tanzimat başlamadan yaklaşık 40 yıl önce Osmanlının yazın alanındaki klasiklik anlayışı Şeyh Galip’in ölümüyle zaten son bulmuştu. Dîvan yazını güncelliğini ve sevilirliğini yitirmişti. Osmanlıların kendisi Dîvan yazınından bıkmışlardı.

Çağ değişiyordu ve Osmanlı gönlünü nicedir Fransızlarla İngilizlere kaptırmıştı. Arapça din dili olduğu için ağırlığını korusa da Farsça çoktan gönüllerdeki yerini Fransızcaya bırakmıştı. Fransızcanın açtığı yoldan sırasıyla İngilizce ve Almanca da Türk yurduna girecek, Osmanlıların gönlünü çelecekti.

Yorumlar (0)