31.01.2022, 18:50

Dil Devriminin Altyapısı - II

Türk Dil Devrimi Üzerine: Dil Devriminin Altyapısı - II

Nerede kalmıştık?

Tanzimat Döneminde…

Yer: Gülhane

Tarih: 1839

Sultan Abdülmecit’in onayıyla Osmanlı’da her şeyi kökten değiştirecek bir ferman okunuyordu: “Gülhane Hatt-ı Humayun”u…

Osmanlı Batılılaşma konusunda öylesine kararlıydı ki, bu fermanla başlayan döneme “TANZİMAT” adını vermişti.

Tanzimat sözcüğü “düzenlemek” anlamındaki “nazm” kökünden gelir; “düzenleme, biçimlendirme” demektir. Reform kavramını karşılar diyebiliriz. İyileştirme, yenileme, düzeltme, onarım anlamları taşıyan Islahattan farklı olarak Tanzimat köklü bir değişimdir.

Artık Osmanlı ıslahattan vazgeçmiş, yepyeni bir düzen kurmaya girişmişti.

Çağ değişiyordu. Öyle ki, bu değişimle birlikte 19. yüzyıldan çok az şey 20. yüzyıla aktarılabilecektir.

Osmanlının her alanda beğenisi değişiyordu. Artık padişah Dolmabahçe’de oturmaya başlamıştı. Topkapı Sarayı, geçmişin simgesiydi. Eskiden “Humayun” takısıyla belirtilen imparatorluk artık “Şâhâne” gibi son derece alçakgönüllü bir takıyla imleniyordu.

“Padişah-ı Humayun”, “Zât-ı Şâhâne” olmuştu artık.

“Devletlu”, “Şevketlu” gibisinden nitelemeler artık kullanılmaz olmuştu.

Bir zamanlar Kanuni’nin toptan “kefere” olarak adlandırdığı Avrupalı ülkeler artık “Düvel-i Muazzama” olmuştu. İngiltere, Fransa, Rusya ya da Almanya’ya karşı gelmek hani neredeyse artık “Padişah Hazretleri” için Tanrı buyruğuna karşı gelmek gibiydi.

Kefere ne derse doğruydu. Kefere her şeyin en iyisini bilirdi.

Her ne kadar sıradan kitleler Tanzimat’ın ne anlama geldiğini bütünüyle kavrayamasalar da, Hristiyanlar ve Yahudiler çok iyi anlamışlardı. Çünkü yüzyıllar sonra Osmanlı yönetimi ilk kez kendilerini yurttaşlık konusunda Müsmanlarla eşit konuma getiriyor ve dini özgeliklerinden kaynaklanan tüm olumsuzlukları kaldırıyordu.

Neden mi?

Osmanlı çok istediğinden değil, Avrupa ile her konuda bütünleşmek istediğinden Tanzimat’ı yayınlamıştı. Yüzyıllarca padişah dışında kalan kim varsa, padişahın kendi çocukları da içre olmak üzere, herkese toptan “sürü” anlamına gelen “reaya” demek zaten Osmanlı geleneğiydi.

Yıkıldığı güne kadar da hanedanın kendi yurttaşlarına yönelik bu olumsuz bakışı hiç değişmemiştir.

Türklükten, başka bir deyişle ulusal kimlikten uzaklaşmanın, eğitimsizliğin, kendine özgü bir uygarlık ülküsü ortaya koyamayışın, her alanda geri kalmışlığın getirdiği eziklik duygusu Osmanlıyı padişahına varıncaya dek içten içe kemiriyordu.

Osmanlılar yaşadıkları sorunlara usçu bir çözüm bulamadıkça da bir yandan “kefere”nin öte yandan “Allah”ın ipine sarılarak yüzyıllarca sürdürdükleri “iki cami arasında beynamaz” yaşamlarında diretiyorlardı.

Padişahlar, her ne kadar sırmalı pantolonlar, ceketler giyinseler de Türkçe “Tanrıkulu” anlamına gelen adlar takınıyor ortalık Abdülmecit’ten, Abdülaziz’den, Abdülhamit’ten geçilmiyordu. Kabuk Avrupalı olsa da öz Doğuluydu. Bu ikili yaşama son verecek olan ileride Cumhuriyet olacaktır.

Batı’nın etkisi büyüdükçe Osmanlı her alanda olduğu gibi yazın alanında da arayışlara başlamıştır. Tanzimat’la Cumhuriyet arası gelgitlerle dolu bir dönemdir.

Muallim Naci gibi ozanlar da çıkmıştır Cenap Şahabettin gibiler de…

Tanzimat’ın yayınlanmasından sonra yazın evrenimizde Dîvan yazınına özgü klasik imgeler kırılır. Nazım biçimlerinin içeriği değişir.

Osmanlılar yepyeni kavramlarla tanışırlar: Vatan, millet, hürriyet, edebiyat….

Şinasi, Latince “literature” kavramının karşılığı “edebiyat” sözcüğünü kullanır. Bu bir ilktir.

İlkler bununla sınırlı kalmayacaktır.

Ahmet Cevdet Paşa ve Münif Paşa, Arap yazısının Türkçe sesleri karşılamadığından yakınıyor ve Arap yazısında bir “ıslahat” yapılmasını savunuyorlardı. Daha sonraları Namık Kemal de benzer düşünceleri savunacaklardı.

Türkçenin Arap yazısıyla yazılmasının doğurduğu sorunlar ilk kez açıkça konuşuluyordu. Yüzyıllardır yüzüne bakılmayan Türkçenin gündeme gelmesi büyük bir değişimdi. Ulusal bilinç derinden derine uyanmaya başlamıştı.

Namık Kemal, 1866’de Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanan “Lisan-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” adlı yazısında Türkçenin yaşadığı tüm sıkıntıları içi sızlayarak anlatır.

Söz gelimi Namık Kemal özetle şunları söyler: Türkçe ile bilim değil yazın bile yeterince yapılamıyor. Çünkü kullanılan yazı dilini öğrenmek için Arapça ve Farsça da öğrenmek, bilmek gerekiyor. Bu boşa emek ve zaman yitimidir. Oysa ki, yazın ulusal birliğe hizmet eder. Ancak biz bundan da yoksunuz. Arapça yayıldığı yerlerde Yunanca gibi dönemin bilim ve sanat dilini silmişken Türkçemiz, daha kendine özgü yazısı bile olmayan Arnavutça ve Lazcayı bile unutturamamıştır.

Bunlar benim değil bir Osmanlı aydınının sözleri.

Ayrıca bu yazılanlar Türklerin Anadolu’daki tüm ulusları benliksizleştirip Türklük içinde erittiğini söyleyenlere de en güzel yanıtlardan biridir.

Bakalım başka neler söylemiş Namık Kemal: Yazın alanında etkileşimin yokluğu dolayısıyla, örneğin bir Buharalı Türkçe konuşmasına karşın buradaki Türkler onu anlamaz. Hatta İstanbul’daki okuryazarlar bile kullanılan yazın diliyle isteklerini dile getiremezler. Türkçe genel kullanım ölçüsünde yalınlaştırılmalıdır. Bunun için Türkçeye özgü bir sözlük yapılmalı ancak yapılacak iş, Farsça Burhan’ı Arapça Kamus’u doğrudan doğruya aktarmak olmamalıdır. Bu sözlüklerin söz dağarcığı çoğunlukla Türkçede kullanılmaz veya başkaca kullanılır. Onlar üzerinde ayıklama yapmadan aktarmak, Fars ve Arap’ın başına fes geçirerek Osmanlı kılığına sokmak demektir.

Demek ki neymiş; Osmanlılar da Osmanlıcadan yakınıyorlarmış.

1868’de ise Ziya Paşa, Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Şiir ve İnşa” adlı makalesinde Dîvan yazınından yakınır. Bize özgü olmadığından ve yapaylığından söz açar. Kendisine göre bize özgü dediği nesneler “taşra”da, başka bir deyişle Anadolu ve Balkan coğrfayasında ve İstanbul’un sıradan elgünü (halkı) arasında yaşar.

Dahası Ziya Paşa kendi çağındaki acıklı durumumuz şu dizeleriyle de özetler:

“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm//Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm”

Bütün bu olgulardan söz edilmesi Osmanlı düşünce evreni için köklü bir değişimdir. İlk kez toplumsal sorunlar üzerine konuşuluyordu. İlk kez devlete bir ulusal kimlik aranıyordu.

Ahmet Vefik Paşa, gerçek anlamda Türkçü ilk kişidir. Osmanlı topraklarında 1864 yılında Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türki”sini ilk bastıran kişidir.

Ahmet Cevdet Paşa ve Fuat Paşa ise Türkçe dilbilgisi betiği yazan ilk kişilerdir. Ancak çağındaki en kapsamlı çalışma Süleyman Paşa’nın1877 yılında yazdığı “İlm-i Sarf-ı Türkî” adlı dilbilgisi betiğidir.

Artık açık açık Türklükten söz edilmeye başlanmıştır.

Kendisine “Türküm” diyen ilk ozan ve yazarımız Muallim Naci; Türk sözcüğünü yazında ilk kullanan ise Mehmet Emin Yurdakul olacaktır.

Şu acıklı duruma bakınız. Türkün kurduğu imparatorlukta Türkler yazında açık açık Türküm diyebilmek için bile teeee 1897 yılını beklemişler; inanılmaz değil mi?

Bir konuyu özellikle açığa kavuşturmak isterim ki, adını andığım ozan, yazar ve düşünürler Osmanlı İmparatorluğunun en eğitimli seçkinleri, kamu görevlileridir. Üstelik büyük çoğunluğu köklü ailelerden gelir.

Ancak Türkçe ve Türkçülük adına gerçekçi ve ilerici adımlar II. Meşrutiyetle birlikte atılacaktır.

Öncelikle Latin yazısına geçilmesini savunanlar çoğalıyordu. Celal Nuri İleri ve Ziya Gökalp başı çekenlerdendi.

1911 yılında Selânik’te ise ilk kez açık açık gereksiz Arapça ve Farsça öğelerin kullanılmamasını savunan bir görüş yükseliyordu: “Yeni Lisan”

Ömer Seyfettin yazdığı makaleyle bir yandan “Ulusal Yazın//Milli Edebiyat” akımını başlatıyor, öte yandan Türk Dil Devrimini doğuracak ana ilkeleri belirliyordu.

Necip Asım Yazıksız ise bambaşka bir tartışma başlatıyordu: Türk adı Arap yazısıyla nasıl yazılacaktı?

Türk adı Arap yazısıyla Arapçanın kurallarına göre “te - ت”; “re - ر” ve “kef - ك” birleşimiyle “ترك” biçiminde yazılıyordu. Ancak bu birleşim Arapça “terk” biçiminde de okunabiliyordu.

Necip Asım Yazıksız işte bu karışıklığa son vermek için “te” ile “re” arasına “ vav - و” eklemiş ve Türk adını “تورك” biçiminde yazmaya başlamıştır.

Necip Asım Yazksız’ın bu yazımı birçok Osmanlı yazarınca alay konusuna dönüştürülse de “Ulusal Yazın” akımının üyelerince kısa sürede benimsenmiştir.

Yazıksız’ın geçmişimizdeki gerçek önemi ise, 1893 yılında çözümlenerek tanıtılan Orkun Yazıtlarını 1924 yılında Osmanlı-Arap yazısıyla Türkçe olarak ilk kez bastırmasıdır. Kendisi Türklük düşüncesinin güçlenmesinde ayrı bir yere iyedir.

Tanzimat ile Cumhuriyet arası öyle bir dönemdir ki, Osmanlı yönetimi ne yeniliklerin ve değişimin önünü almakta yeterlidir ne de bu değişimlere öncü olmakta. Saray artık öylesine kendi ülkesini yönetemez durumdadır ki, olan biteni yalnızca izlemekle yetinir. Hepten sarayının dört duvarı arasında kısılıp kalmıştır.

Günümüzde bile etkisi görülen Eski-Yeni çatışması işte Osmanlı yönetiminin ne yapmak istediğine bir türlü karar veremediği bu dönemin ürünüdür.

Oysa yaşam akıyordur ve öyle ya da böyle yolunu bulacaktır.

16. yüzyıldan beri yavaş yavaş derinden derine ilerleyen Türklük, 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasıyla kendi imparatorluğundaki sürgününden dönerek, tüm egemenlik haklarını Osmanlı hanedanından Atatürk’ün öncülüğünde geri alacaktır.

1928 yılında Yazı; 1932’de ise Dil Devrimi ile birlikte ise Türkçe küllerinden yeniden doğacaktır.

Yazı ve Dil Devrimi’nden sonra ise hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Yorumlar (0)