Ağız

AĞIZ

Bir dilin bağımsız ve müstakil olduğunu kanıtlayan ölçütlerden biri de kendine özgü, başka dillerden alınmamış sayı, renk, organ ve akrabalık adlarına sahip olmasıdır. Dilbilimciler, bunların da içinde olduğu birtakım ölçütlere bakarak hangi dillerin bağımsız, hangilerinin birbiriyle akraba olduğuna karar vermektedir. Örneğin kuzeyden güneye, doğudan batıya dünyanın neresinde olursa olsun Türkçenin bütün lehçelerinde -birtakım ses değişiklikleri görülmekle birlikte- bir, iki, üç, dört, beş gibi sayı adlarıyla el, ayak, göz, dudak, ağız gibi organ adları ortaktır. Tarihin farklı dönemlerinde el için Farsça dest; ayak için Arapça kadem ya da Farsça pa; göz için Arapça ayn ya da Farsça çeşm; dudak için Farsça leb; ağız için yine Farsça dehan sözlerini kullanmış olsak da bunların hiçbiri Türkçe asıllarının yerine geçememiştir.

Divan şairleri dehan diyedursun halk ozanlarımız ağız sözünde ısrarcıdır. Mesela Karacaoğlan şöyle der:


Karac’oğlan, böyle sandık,
Ağız fincan, burun fındık,
Billur gibi beyaz pambuk.
Beyaz gövden kar mı yoksa?

İlginçtir; aynı metafor Neşet Ertaş’ın meşhur ettiği, Kırşehir’e ait Acem Kızı adlı anonim halk şiirinde de geçmektedir. Muhtemelen, metal ya da toprak kapların yaygın olduğu dönemlerde incecik porselenden yapılmış kahve fincanı zarafet bağlamında mecaz oluşturmak amacıyla kullanılmıştır:


Seni saran oğlan neylesin canı,
Yumdukça gözünden döker mercanı,
Burnu fındık ağzı kahve fincanı,
Şeker mi şerbet mi bal Acem Kızı.

İlk yazılı metinlerimizle birlikte izini sürebildiğimiz ağız sözü, Kaşgarlı Mahmut’un 11. yüz yılda Türk boylarından derlediği bilgilere bakılırsa çoktan mecaz anlam kazanmış; atasözü ve deyim gibi kalıp ifadelerde kullanılmaya başlamıştır. 

Kuruk kaşuk agızka yaramas, kurug söz kulakka yakışmas (Kuru kaşık ağıza, kuru söz kulağa yakışmaz.) Kabul görmek ve söylediklerinin dikkate alınmasını istiyorsan sözcüklerini seçerek konuş, tatlı dilli ol, lafın başını gözünü yarmadan anlat söylemek istediklerini. Esasında bu atasözü, iletişimin altın kurallarından birini vurguluyor. Yazık ki insanımız, Kaşgarlının bin yıl önce kaydettiği bu gerçeği, kendi kaynaklarımızdan değil de Batılı bir düşünürden öğreniyor, bugün.

Agız yese köz uyadhur (Ağız yese göz utanır.) Yediğini içtiği el aleme gösterme; hele hele sosyal medyada paylaşıp kimseyi rahatsız etme. Böyle bir davranış Türk örf ve adetlerine uygun değildir. Toplumsal hayatta önemli olan bu görgü kuralını daha 11. yüz yılda yazıya geçirmiş Kaşgarlı.

Şunu hemen belirtmeliyim ki 11. yüzyıl, bu atasözlerinin sadece kayıt tarihidir. Bir sözcüğün mecaz anlam kazanarak deyim ya da atasözü gibi kalıp ifadeler oluşturabilmesi için onlarca belki de yüzlerce yıla ihtiyaç vardır. Buradan yola çıkarak denilebilir ki yukarıdaki atasözlerinin geçmişi 11. yüzyıldan çok daha öncesine dayanmaktadır. Bana göre, paha biçilmez bu kalıp sözler, 2500 yıl önce atalarımızın ilmek ilmek işlediği, bugün Altın Elbiseli Adam diye ad verip dünyanın saygın müzelerinde sergilediğimiz zırh kadar değerlidir. 

Kültür dünyamızda her sözcüğün, ayrı ve uzun bir hikayesi vardır. Bu konuda erbabı tarafından kaleme alınmış onlarca değerli çalışmaya genel ağ (internet) üzerinden ulaşmak artık çok kolay. Gelişen teknoloji sayesinde telefonumuzla birlikte sürekli cebimizde taşıdığımız bu yazıları, meraklısına havale edip Türkçe ağız sözünün kayıt altına alınmamış ya da nispeten daha az bilinen yönlerine değinmek, genelde Türk’ün özelde Yörüklerin toplumsal hafızasında yer etmiş özelliklerini anlatmak istiyorum.

 Bir bayram ağzı vardır bir de bayramlık ağız… ‘Kaba ve küfürlü konuşmak’ anlamındaki bayramlık ağız kayıtlı sözlüklerimizde. Yörüklerin dilinde yaygın olarak kullanılan bayram ağzı, maalesef Derleme Sözlüğüne bile yok. Bayram ağzı, yaklaşan bayramı, bayram öncesinde yoğunlaşan işleri ve telaşlı günleri ifade eder. Çarşı pazar, bayram ağzı o kadar kalabalıktır ki çıktığınıza pişman olup bir sonraki bayram alışverişini daha erken yapmak için yemin edersiniz. Tarla tapan işleri, mümkün mertebe bayram ağzına bırakılmaz, vakitlice bitirilir. Siyasetçilerin ve gazetecilerin çok itibar edip kullandığı ‘seçim sath-ı maili’ ifadesinde geçen ‘sath-ı mail’ ile eş anlamlı sayılır. Türkçe ağız sözü bu anlamı karşılayıp dururken gönlümüz neden sath-ı mail’e düşmüş, anlayan varsa beri gelsin!

Ağız sözünün ‘defa, kez, kere’ anlamlarına da geldiğini duydunuz mu hiç? Çukurova’da, benim çocukluğumda, üç ağız toplanırdı pamuk. Ağustos ortalarında, birinci ağızla başlayan hasat, Ekim ayının ilk yarısında gerçekleşen üçüncü ağızla sona ererdi. Pamuk işçileri daha işe başlamadan üç ağıza da katılacağını peşinen kabul etmiş sayılır; bol ve bereketli ilk ağızda pamuk toplayan bir işçinin, ürünün azaldığı üçüncü ağızda bahane uydurup işe gelmemesi hoş karşılanmazdı.

Her söylenene gülen, sürekli hayret makamında, biraz saf ve şaşkın olanlara ağzı ayrık ayran delisi, eşinin tembihinden çıkamayan, onun taleplerini kendi isteğiymiş gibi çevresine yutturmaya çalışan erkeklere avrat ağızlı; çok sık küfreden, ağzı bozuk kişilere de ağzı kızıl (ya da kızıl ağızlı) batasıca derdi, nenem. 

Peki, bugün daha çok hakaret ya da tehdit için kullanılan ağzına tükürmek deyiminin aslını bilir misiniz? Yeni doğmuş bebekler, ağzı dualı ve maneviyatı güçlü bir hocaya götürülüp hayır duası alınırmış, eskiden. Hoca, Kuran’dan sureler okuyup dua eder ve ‘tü tü tüü’ diyerek çocuğun yüzüne üflermiş. Böylece çocuğun bu hayırlı zata benzeyeceğine, büyüyünce düzgün bir insan olacağına inanılırmış. Bugün de bebek görmelerinde ya da ad verme törenlerinde bebeğin kulağına okunan ezandan sonra dua edip yüzüne üflemek yaygındır, Anadolu’da. Ben de bu eski geleneğe ittiba edip kucağıma ilk defa verilen bebeklerin yüzüne dua okumayı asla ihmal etmem. Tabi şunu hemen belirtmeliyim ki gözümle gördüğüm bu törenlerde tükürük saçılması falan yoktu.

Zaman zaman, ‘Yeşil sarıklı ulu bir hoca değil de acaba nenem mi tükürmüş ağzıma ben çocukken’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yaşım ilerledikçe, nenemin eskiden burun kıvırdığım sözcüklerine daha çok sarılıyor; sanki daha çok benziyorum, ona. Mümkün olsa şehir hayatında keçi besleyecek, mayıs sonunda sürüyü katıp önüme yaylalara çıkacağım.

 Hilmi Yavuz'un ifadesiyle ‘bir gülü tersinden dokuyan’ Doğunun Kadınları gibi bana da tersi çevrilmiş bir halıdan motif çıkartmayı gösteren nenemden daha detaylı bilgiler öğrenmediğime hayıflanıyorum, bugün. ‘Öğrenecektin de ne olacaktı, bu saatten sonra halı mı dokuyacaktın?’ demeyin, lütfen… İstihza içeren bu sorunuza yine nenemin sözcükleriyle cevap vermek iyi olur, sanırım: En kötüsü davul çalmak; onu da öğren, as duvara! Yani, ‘Nasılsa işime yaramaz.’ bahanesiyle öğrenmekten kaçma; öğrendiğin her şey bir gün mutlaka işine yarar.

Yazıyı bitirmeden, Selim İleri'ye ittiba edip Yörük mutfağına ait, besin değeri oldukça yüksek ve lezzetli bir tarif vermek istiyorum. Yeni doğum yapmış keçi, koyun ya da inek gibi hayvanlardan sağılan süte ağız denir. Sarı ve neredeyse boza kıvamında, yoğun bir süttür, ağız. Yörükler arasında, yeni yavrunun ihtiyacından geriye kalan ağız sütünü teberrüken (bereketlensin diye) konu komşuya dağıtmak yaygın bir gelenektir. Bugüne kadar ağızın satıldığını ne gördüm ne de duydum; Yörükler mutlaka dağıtır, bunu. Bu güzel gelenek sayesinde, doğumu takip eden bir iki gün boyunca konu komşu bedava ağız ziyafeti çeker, kendine...

Efendim, ağız pişirmek dikkat gerektiren ayrı bir marifet ister. Ölçü ayarı bire ikidir. Yani bir litre ağız için iki litre süte ihtiyaç vardır. Nenem pişirip soğumaya bıraktığı sütü, ılıkken tekrar ocağa alır; yavaş yavaş eklediği ağızı sürekli karıştırarak yeniden pişirirdi. Karıştırırken ara ara kaşıkla yoğunluğunu kontrol eder; kaynama aşamasında, akışkan bir krema halindeyken, kendi ifadesiyle kaşığa gelir gelmez, ocaktan indirir; sıcak ağız tenceresini içi su dolu büyükçe bir kaba koyup sürekli karıştırarak soğuturdu. İlk sıcaklığı hızlı biçimde alınan ağız, soğuduktan sonra yenmeye hazır olurdu. 

Şimdiki gibi derin dondurucularda saklama imkânı olmadığından, çocukluğumda ağız yemek için baharın ilk günlerini yani hayvanların yavrulama dönemini beklememiz şarttı. Bugün kış ortasında bile dondurulmuş ağız getiriyor sütçüm. Nenem yok artık; kendim pişiriyorum, ağızı. Aklımda kalmış bütün detaylara dikkat ederek onun tarifini birebir uygulamaya çalışıyorum. Bir iki küçük yol kazasından sonra oturdu, elimin ayarı çok şükür. Hatta -gülmeyin ama- kendime özgü püf noktaları bile tespit ettim. Mesela, soğumayı geciktirdiğinden kalın tabanlı çelik tencereler uygun değil ağız pişirmek için. İnce tabanlı bakır tencereler en ideali.

Deri peynirini ağır bulan, hele benim tadına doyamadığım küflü peynire hiç el sürmeyen çocuklarım, şükür ki ağızı severek yiyorlar. Ne zaman ağız pişirsem ikiletmeden koşarak geliyorlar sofraya… Hadi siz de buyurun; kaşık biçimi verdiğiniz yufka ekmek parçalarını daldırın bakır kaba; daldırın da ağzınız, ağızla bayram etsin…

MUSTAFA SARI

Yorumlar (0)