On Yazarın On İlginç Anısı

On Yazarın On İlginç Anısı


Türk yazınının seçkin yazarlarından on ilginç anıyı sizin için derledik.

İyi okumalar diliyoruz...

MEHMET AKİF ERSOY


Söz vermek ne demektir?

(Bir dostu, Akif'i anlatıyor.)

"Ben Vânîköyü’nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum Akif yürümeyi pek severdi. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabiî gördüm. Mîâddan biraz evvelki vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, beni evde bulamayınca, hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, “Selâm söyle” demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş!"

Ertesi gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mâzur görülebilir” dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı.



 


CEMAL SÜREYA


Cemal Süreya’nın Zuhal Tekkanat’tan olan oğlu Memo Emrah, babasını zorunda kalmadıkça dillendirmiyordu. Hatta etrafındakilere babasının yazmayı bıraktığını, bakkal dükkanı açacağını uyduruyordu. Memo’nun on yaşında başlayan birtakım sorunları vardı. Sünneti sırasında hormonal bozukluğu ortaya çıktı ve sağlık memuru, çocuğun doktora götürülmesi gerektiğini söylediğinde Cemal Süreya sinirlenerek, “Sen benim oğlum için nasıl böyle söylersin?” diyerek adamı evden kovdu. İlerleyen dönemlerde aşırı şişmanlayan Memo derslerinde de başarısız oldu. Sakalları çıkmadı ve kızlarla iletişim kuramadı.

Memo ilerleyen yaşlarda isyankar bir hale geldi. Babasının müzik setini, videosunu satıp silah aldı, sağcı örgütlerle ilişki kurdu ve polis tarafından aranmaya başladı. Kaçınılmaz olarak hapse girip çıktıktan sonra Birsen Hanım’la birlikte yaşayan babasının evini işgal etti. Babasını kimseyle görüştürmüyor, telefon kablosunu koparıyordu. Memo’nun bakkala gittiği bir gün Cemal Süreya Birsen Hanım’a ulaştı. “Gel al beni buradan. Kurtar beni.”  Bir yandan da Süreya’nın Memo’ya sevgisi hep aynı kaldı.

“Beni çok üzüyor. Ama gene de seviyorum. Ona bir şey olursa intihar ederim.”


AHMED ARİF


Bütün işlerini kendi kendine yapan bir insandı. Doğal olarak insanlarla ve özellikle esnafla hep iç içeydi, mahallenin Ahmet Abisi. Ölürsem cenazemi Hacı Bayram’dan kaldırın demişti. Orası daha garibanların gittiği bir yerdi. Maltepe ise şehirli insanların gittiği bir yer. Fakat öldüğünde Hacı Bayram’da restorasyon vardı. Dolayısıyla cenaze Maltepe’den kalktı.

Neredeyse hayatının sonuna kadar parasızlık çekti Ahmed Arif. Yoksul, çaresiz, aşık… Bu yüzden, yaklaşık 40’lı yaşların başında evlendi ve 45’inde baba oldu.



Ülkü Tamer, Ahmet Arif’le ilgili anısını anlatıyor:

“Ahmed Arif en sevdiğim şairlerden biri. İnsan olarak da inanılmaz derecede sıcak bir dosttu. Muzaffer Erdost’la bazı geceler 12’den sonra bir karpuz alıp onu gece sekreteri olarak çalıştığı gazetede ziyarete gider, saatlerce çene çalardık. Kahkahalar atarak sık sık anlattığı bir olayı hiç unutmadım.

Diyarbakır’dan Ankara’ya gitmiş. Annesi memlekette. Komşu kadınlar boyuna övünürmüş. Benim oğlum İstanbul’a gitti, memur oldu. Benim oğlum İzmir’e gitti, bankacı oldu. Ahmed Arif’in annesi durur mu, o da başlarmış övünmeye. Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu. “Ne bilsin anam!” derdi Ahmed Arif. “Komünistliği de mühendislik, doktorluk gibi meslek sanıyor.”

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR


Hüseyin Rahmi Gürpınar, kadınlarla dolu çok kalabalık bir evde yetişmişti. Yemek yapmasını, dantel işlemesini, kadınlara dair her şeyi çocukluğunda öğrenmişti. Hatta romanlarında kadın karakterleri çok iyi aktarması da buna bağlanır.

”Hüseyin Rahmi’nin bir sürü eldiveni vardı. Sokağa, eldivensiz hiç çıkmazdı. Bunları, şık olmak düşüncesiyle değil, mikrop kapma korkusuyla giyerdi. Kapı kollarına mendilsiz dokunmazdı. Hiç kimseyle tokalaşmaz. Peçetesiz, kolonyasız evden çıkmazdı. Jestler yaparak konuşan, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturarak oturan ya da kısa kahkahalarla gülerek bitiştirdiği parmaklarıyla dudaklarını kapatan, kravat, papyon gibi aksesuarlara düşkün, kırmızı renge tutkun Hüseyin Rahmi zaman zaman da kendinden beklenmeyecek kadar sert üslupla yazılmış makaleleriyle kendisini şakacı, nazik biri olarak hatırlayanları şaşırtmıştır.”



Şimdi müze olan Heybeliada’daki evinde yatak odasındaki yatağın üzerindeki işlemeli pembe örtü, işlemeler de, mutfaktaki masanın örtüsündeki tığ işi motifler de bizzat yazarın kendisine ait. Duvarlarda asılı peyzajlar da Hüseyin Rahmi’nin yapıtları. Yemek yapmayı çok severdi, özellikle reçel ve dondurma konusunda adeta uzmanlaşmıştı.

Refik Ahmet Sevengil, Gürpınar’ı anlattığı bir yazısında şöyle diyor: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam…”

ORHAN VELİ KANIK


Sait Faik şöyle betimlemiştir Orhan Veli’yi: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğse benzeyen bir sırt, denebilirse ergenlik bozuğu bir yüz. İşte görünüşte Orhan Veli.”

Orhan Veli ise askerlik yaptığı yıllarda naif bir anlatımla hayatını şöyle dile getirmiştir: “1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim.”



Orhan Veli, sonuncu aşkı Nahit Hanım’la bir sonbahar sabahında, Boğaziçi Vapuru’nda tanışır. Nahit Hanım’ın Zeynep Oral ile yaptığı röportajda Orhan Veli hakkında anlattıkları:

“O’nu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü… Mahzundu… Neden? Bence… Tabii başkasına, başkalarına göre başka türlü olabilir. Ama bana soruyorsunuz. Onun için bana göre, benim düşündüğümü söylemek zorundayım. Yapısından geliyordu bu hüzün… Her şeyi ama, her şeyi içine atmasından… Fiziğinden… Öfkesini bile içine atardı. Sıkıntılarını da… Hüzünlüydü. Ve sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde konuşmazdı. Şimdi gelirim, der; kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi. Örneğin, Mahzun Durmak şiiri, O’nun tavrına çok uygun bir şiirdir.”

“Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim,
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.”

“Neşesini hiç kaybetmez, çocuksu bir yanı vardı. Birgün bana bir avuç bilye hediye etmişti. Ne severdi yürüyüşe çıkmayı. Ne çok yürürdük birlikte. Ama Melih Cevdet’le Çubuk Barajı’nda geçirdiği trafik kazasından sonra daha az sever oldu yürümeyi. “Vazgeç Nahit Hanım, yürümeyelim, gel şu salaş kahvede oturalım” derdi. Bedensel bir yorgunluk duyuyordu hep… At yarışlarına da gitmek büyük eğlenceydi bizim için. Ve hep kaybederdik.”

CAN YÜCEL


İki liseli arkadaş, liseyi bitirdiklerinde yurt dışında eğitimlerine devam etmek üzere yıllardır harçlıklarını biriktirmişler. Bu birikimlerini yıllarca her şeyden mahrum kalarak, fedakârlıklar göstererek yapmışlar. Liseyi beraber bitirdiklerinde Milli Eğitim Bakanı’nı ziyarete gidip, yurtdışında okumaya gönderilmelerini talep etmişler. Ancak, bakan gençlerden birini dışarı çıkartmış ve içerdekine, ”Seni gönderebilirim, ama arkadaşını gönderirsem dedikodu olur “oğlunu gönderdi derler” onun için onu gönderemem” der. Bu durum dışarıdaki öğrenciye de söylendiğinde, durumu algılamasının ardından arkadaşına, ”Madem öyle benim biriktirdiğim parayı da sen al, hiç olmazsa biriktirme amacımı kısmen gerçekleştireyim” der ve yıllardır fedakârlıklarla biriktirdiği tüm parayı arkadaşına verir. Evet, bu Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’dir. Dedikodu olmasın diye göndermediği oğlu ise, bugünün ünlü şairi Can Yücel.


FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA


Ayhan Bozkurt Fazıl Hüsnü Dağlarca ile olan anısını anlatıyor:

”Kadıköy’deyim. Kendi yazdığım bazı dizeleri okuyorum. Karşımda bir başka şair arkadaşım aynı zamanda yayıncım oturuyor. İlk kitabım çıkacak ödül almışım. “Artık şairliğim tescilli olacak.”
Bu sırada oturduğumuz yerin hemen önünden “biri” geçiyordu. Biri diyorum çünkü o geçen adamın Fazıl Hüsnü Dağlarca olduğunu o ana kadar bilmiyordum. arkadaşım, “Bak” dedi “Şansa bak, Dağlarca geçiyor.”
İlk defa görüyordum, hem de bu kadar yakından. Hemen masadan kalkıp yanına koştum. Koluna girip, “Hocam merhabalar, nasılsınız?” diye sordum.
Kalın gözlük camının arasından bana sertçe baktı. Elindeki bastonun yardımıyla beni biraz itti.
“Kimsin sen?” diye sordu sert bir ifadeyle.
“Şairim.” dedim.
Olanlar oldu…
Bastonunu kaldırdığı gibi kafama geçirdi. Neye uğradığımı şaşırdım. Ardından bastonla rastgele vurmaya başladı. “Hocam, özür dilerim, ben…” diyecek oldum. O durmadan vuruyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Ben 100 yaşına gelsem şairim demem kendime, s.ktir git. “
Demez olsaydım… Pişmandım, farkına varmıştım ama iş işten geçmişti.
Dağlarca vurmaya devam ediyordu hem de nereme denk gelirse; “Şair olmak kolay değildir. İyi şiir yazmakla şair olunmaz… s.ktir git!”
Çevreden insanlar girdi araya, kurtardılar beni bastonun darbelerinden. Sonra o bağıra çağıra yoluna devam etti.
Arkasından öylece bakakaldım.”


YAHYA KEMAL


Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Celile Hanım üçgenini bilmeyen yoktur. Nazım’ın şiir yeteneğini farkeden annesi okuldaki hocası Yahya Kemal’den özel ders vermesini ister. Ders için gelen Yahya Kemal ile Celile Hanım kısa süre sonra yakınlaşmaya başlarlar.

Yahya Kemal kıskanç kişiliğinden ötürü bir türlü ilişkiyi ilerletemez. Yakup Kadri’ye “Bu kadar dile gelmiş kadınla nasıl evlenirim” der. Evlilik hazırlıklarına başlarken bir mektupla, evlenemem diyerek aşklarını bitirir. Yıllar sonra Celile Hanım oğlu Nazım hapiste iken onun özgürlüğü için Galata Köprüsü’nde açlık grevine başlar. Yahya Kemal gözleri görmeyen eski sevgilisini görmezden gelerek yanından geçer. Sessiz Gemi şiirini de Celile Hanım’a yazdığı söylenir.




NAZIM HİKMET RAN


Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’ndeki günlerinde koğuş arkadaşlarını okumaya ve yazmaya yönlendiriyordu. Aynı zamanda da cezaevi yönetimine yardım ediyordu. Birgün cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş geldi. Uzun süren denetimlerden sonra müdüre, ”Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir?” dedi ve hemen Nazım’ı odaya getirdiler. Koltuğa iyice yayılan müfettiş yukarıdan bakarak Nazım’ı iyice süzdü, ”Demek Nazım sizsiniz” dedi, fakat oturması için yer göstermedi. Kısa bir konuşmadan sonra ise gidebileceğini söyledi. Nazım tam kapıdan çıkarken durdu.

Nazım: Ömer Hayyam adını duydunuz mu?
Müfettiş: Kim duymaz Hayyam’ı?
Nazım: Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sordu ve devam etti.

”Görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı’nı ve sizi kimse anımsamayacak.”

SABAHATTİN ALİ




İlk baskısı 1978 yılında yapılan, Filiz Ali ve Atilla Özkırımlı tarafından hazırlanan Sabahattin Ali – Anılar, İncelemeler, Eleştiriler kitabının Anılar bölümünden alıntılar:

Süheyla Conkman ağabeyini şöyle anlatıyor: “Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardır ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: “Ata binesim geldi, hay dah dah, yare gidesim geldi.” Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de “Yeter Sabahattin, kes bu ne biçim şarkı” dedikçe şaka yollu tekrarlardı: Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yar yar aman… Meğer kaderinin şarkısı imiş, bilemezdik.”

 

Birkaç aile birlikte Ankara’nın çevresinde kır gezmesine giderler. Yağmur yağar, ardından güneş açar. Tam tepelerinde bir gökkuşağı belirir. Mediha Esenel olanları şöyle anlatıyor: “Koşsam altından geçebilir miyim acaba? diye bir koşu tutturdu. Ben, “Ebemkuşağının altından geçen cinsiyet değiştirirmiş” dedim, hemen durdu. “Kadın olmak çok mu kötü?” diye sordum. “Kötü olduğundan değil, otuz yedi yaşıma geldim, kadın olsam bundan sonra beni kim alır?” diye şaka ile yanıtladı.”


Bir diksiyon yanlışı yakaladı mı düzeltmeden duramaz. “Bu yüzden Aliye Hanım bana fena içerliyor. Karı koca ağız tadıyla kavga edemiyoruz. Kavganın en can alacak yerinde tutup diksiyon yanlışlarını düzeltiyorum” diyerek arkadaşlarına yakınır.

“Mektubunu aldım. “Ben fena kız değilim, senin meyus olmayıp saadetin için hayatımı şimdi fedaya hazırım!” diyorsun. Aliye, bana böyle şeyler yazma… Sonra ben sana deli gibi aşık olurum. Senin ne iyi kız olduğunu biliyorum. Muhakkak ki hayatımda yaptığım ve yapabileceğim en iyi iş seninle hayatımı birleştirmek oldu. Bundan sonra ne diye kederli ve üzüntülü şeyler yazalım.” Mektubundaki, “Beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm!”cümlesini belki elli defa okudum. Ah Aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. Benim nasıl sevebileceğimi göreceksin.” (25 Mart 1935)

 

NİHAL ATSIZ


[caption id="attachment_76571" align="alignnone" width="581"] Göktürkçe Türkçü sözler milli-şuur-atsız[/caption]

Atsız’ın babası deniz subayı olduğundan, deniz savaşlarına ve savaş gemilerine fazla ilgi duyardı. Bu konulara ait sözler ve yazılar onu daima ilgilendirmiştir.

***

Atsız boğazına düşkün değildi. Hatta bu konuda kayıtsız olmaya yakın bir durumu vardı. Ancak çay içmeye bayılırdı. İsmet Tümtürk ise çayı pek sevmezdi. Bir gün Tümtürk, Atsız’a: ‘Bu renkli suyu içmekten ne zevk alıyorsun, anlamıyorum. Tadı tuzu olmayan bir sudan ibaret!’ dedi. Atsız buna karşı parladı: ‘O, sebeb-i hilkat-i kainattır!’.

***

Kılınçlı, döğüşlü hikayeleri ve romanları (hele güzel yazılmışsa) okutmaktan hoşlanırdı. Roman ve hikaye yazmaya kalkışacak Türkçülere, bu türü ihmal etmemelerini tavsiye ederdi. Aşk ve şehvet romanları okumaktansa, savaş ve dövüş romanları okumanın gençliğin gelişmesi için daha faydalı olduğunun üzerinde dururdu. Az pişmiş bifteğin de kanlı olması münasebetiyle, bu gibi hikayelere ‘biftek hikayesi’ derdi.

***

İyi tavla, orta derecede satranç oynardı. İskambil oyunlarından hoşlanmazdı. Tavlada oyun şekli ‘açık’ oynamaktı. Yani, kendisinin de vurulmasına pek aldırmadan, karşı tarafı her fırsatta dürüstçe vurmak.

***

Çok kimsenin pek bilmediği bir tarafı da vardı: Atsız çok iyi musahhihti. Dergi ve kitapların matbaalardan gelen ‘prava’larına tashihini o yaptığı zaman hemen hiçbir tertip hatası olmazdı. Tashih işi aslında çok dikkat isteyen sıkıcı bir iş olduğundan. Atsız gibi aceleci ve teheyyüci ruh yapısında bir kimsenin tashih işinde bu kadar dikkatli ve başarılı olacağını kimse tahmin etmezdi. İmla ve noktalama konularında da çok titizdi.

***

İyice yaşlandığı çağa gelinceye kadar, soğuğa karşı dayanıklıydı. Çok sert soğuklardan bile pek şikayet etmezdi. Buna karşı, aşırı sıcak ona çok dokunurdu. Sıcak havalarda pek bunalırdı. 1944 tevkiflerinden sonra Türkçülere karşı çeşitli zulümler ve işkenceler yapıldı.

Bunların arasında en meşhuru ‘tabutluk’ işkencesiydi. Bunda, bir Türkçü dikine tabut gibi daracık bir hücreye konuluyor, bilekleri hücrenin üst kısmındaki halkalara geçiriliyor ve hücrenin kapısı kapatılıyordu. Bundan sonra Türkçünün başının bir karış üstündeki üç tane beşyüzer mumluk elektrik ampulu yakılıyordu. Hücredeki kişi gittikçe artan sıcağın altında bunalıyordu. Buna o zamanki Emniyet mensupları ‘beyin tavası’ diyorlardı.

 

 

Yorumlar (0)