Ankara’nın Başkent Oluşu, Ankara Ne Zaman Başkent Oldu?, Ankara’nın Başkent Oluşu Kısaca

Ankara’nın Başkent Oluşu, Ankara Ne Zaman Başkent Oldu?

13 Ekim 1923 Ankara’nın başkent oluşu tarihidir.

konu ile ilgili ayrıntılı açıklamaları aşağıda bulabilirsiniz.

Yararlı olması dileğiyle...

Mondros Ateşkes Antlaşması yapılmasının akabininde VI. Mehmet Mustafa Kemal Atatürk’ü 9. Ordu Müfettişliğine atamıştı. Bu olay 30 Nisan 1919’da olmuştu. Bilindiği gibi daha sonra Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Çıkarken yanında Refet Bey, Kazım Bey, Mehmet Arif Bey ve Hüsrev Bey vardı. İstanbul Hükümeti ile Amasya Protokolü imzalandı ve Havza, Amasya genelgeleri ile Sivas, Erzurum Kongreleri yapıldı.

Protokol uyarınca Meclis-i Mebusan tekrar açıldı. 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geçen Atatürk’ün amacı meclis uygulamalarına göz kulak olmaktı. Ankara’da demir yolu bulunması ve İtilaf Devletlerinin burada varlığının bulunmaması Atatürk’ün Ankara’ya gidişinde önemli sebeplerdir. Ayrıca merkezi bir bölge olması ve Batı Cephesi’ne herhangi bir müdahale gerektiğinde ulaşılabilir olması da diğer etkenler arasında sayılabilir. Misakı milli, söz konusu mecliste 28 Ocak 1920’de oy çokluğu değil oy birliği ile kabul edildi. Bunu duyan İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal edip meclisi kapattı. Ankara’da olağanüstü bir meclisin açılacağı haberi Atatürk tarafından 19 Mart 1920’de illere ve kolordu komutanlıklarına bir genelde ile duyuruldu. 23 Nisan 1920’de TBMM açıldı ve hükümet kurulmuş oldu. Buradaki vekiller 19 Mart ve 23 Nisan tarihleri arasında seçimi yapılmış vekiller idi. Daha sonra tüm Kurtuluş Savaşı bu meclis elinden yürütüldü ve savaş kazanılıp Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan sonra yeni bir seçim ile yerini II. TBMM’ye bıraktı. Bu meclise İnkılap meclisi de denmektedir çünkü savaş sonrası inkılaplar bu meclis elinden yürütülmüştür. 13 Ekim 1923‘te ise Ankara bu inkılap meclisi tarafınca yeni devletin başkenti ilan edilmiştir.

AYRINTILI AÇIKLAMALAR

Ankara’nın Başkent Oluşu Kısaca (13 Ekim 1923)

Prof. Dr. Hâmit Sadî SELEN

Değerli Dinleyicilerim,
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması üzerine Türklerin kurduğu yeni bir devlettir. Tarihte bir çok devletler kurmuş olan Türk milleti bu yeni devletin çağdaş temellere dayanması için çok özenmiştir.

Devletin başlıca özelliği yer yüzünde belli bir saha kaplaması ve o saha içindeki insan ve kaynakları idare etmesidir. Buna göre devletin tabiî ve beşerî birtakım temel unsurları vardır. Bunlar arasında devletin bir idare merkezine sahip olması büyük önem taşır.

 İdeal devlet merkezi şu hususiyetlere sahip olmalıdır : Devlet merkezi halkın güvenliğini koruyacak bir mevkide bulunmalıdır. Diğer bir ifade ile, milletler bir çekirdek etrafında toplanarak kendini korumalıdır.

Sık nüfuslu bir merkez etrafında seyrek nüfuslu bölgeler korunmayı kolaylaştırır, çünkü hayatî Önemi olan merkez noktası zedeleninceye kadar zamandan kazanılır. Aynı zamanda merkez çekirdeği içinde yaşamak için gerekli kaynaklar bulunmalıdır, eğer kaynaklar kifayetsiz  olursa mukavemet güçleşir.

Nihayet, devlet merkezi olacak yerin yollar bakımından çok elverişli bir mevkide bulunması gerekir. Yani, o yerin bütün memleket parçalariyle sıkı sıkıya bağlanabilmesi icab eder. Bu, en en önemli şarttır.

İstiklâl Savaşından Önceki Durum

Uzun zaman İmparatorluk merkezi olan İstanbul şehri son zamanlarda eski önemini kaybetmiş, değil yeni kurulacak Türkiye Devleti, hattâ parçalanmış Osmanlı Devleti için uygun bir merkez sayılmamaya başlamıştı. Şimdi her şeyden önce millî tarihimizde büyük bir yeri olan İstanbul şehrinin Osmanlı İmparatorluğu için devlet merkezi olamayacağı fikri nasıl başladı, onu kısaca belirtelim:

Uzun zaman İmparatorluk merkezi olan İstanbul şehri son zamanlarda eski önemini kaybetmiş, değil yeni kurulacak Türkiye Devleti, hattâ parçalanmış Osmanlı Devleti için uygun bir merkez sayılmamaya başlamıştı. Şimdi her şeyden önce millî tarihimizde büyük bir yeri olan İstanbul şehrinin Osmanlı İmparatorluğu için devlet merkezi olamayacağı fikri nasıl başladı, onu kısaca belirtelim:

1912’de Balkan Harbi sonlarına doğru İstanbul’da çıkan “îfham” gazetesinde “Kostantiniye’den Osmaniye’ye” başlıklı yazıyı okuduğum zaman büyük bir heyecana kapılmıştım. Fikir ve kanaatlerine saygı duyduğum Ferit Tek bu yazısında şöyle diyordu :

“Payitahtın İstanbul gibi güzel bir şehirden uzaklaştırılması güç bir meseledir. Hisse, ananeye aykırı bir teşebbüs; fakat ne yapalım? Eğer bu nakil millet ve memleket selâmeti için lüzumlu ise..

Payitahtın vatanın merkezine, milletin kalbine kurulması, yerleşmesi lâzımdır. Payitaht bir devletin başı demektir. Düşmana baş uzatılmaz baş saklanır, kollarla ayak onu müdafaa eyler.

Hudut bu kadar yaklaştıktan sonra İstanbul’da rahat oturmanın imkânı yoktur, idare merkezi bu gibi tehlikelerden masun olmak icabeder. Şimdiye kadar İstanbul’un âni tehlikesi yalnız Boğazlar cihetinden idi. Şimdi buna bir de karadan bir tehdit ilâve olundu. Üç taraftan tehlikeye maruz bir noktada payitaht kurulamaz.”

Ferit Tek mütalâalarına Goltz Paşa’nın bazı fikirlerini de ilâve ediyor, Paşa’ya göre :

“İstanbul devamlı çalışmaya pek elverişli değildir. Tabiat şartları insanı gevşetir, İstanbul’da devlet, memleketin hâkimi olmaktan ziyade İstanbul’un mahkûmudur.

Sonra İstanbul başlı başına bir siyasi gailedir. Merkez İstanbul’da kaldıkça Osmanlılar hiç kendilerine taallûku olmayan Avrupa meseleleriyle uğraşmaktan, onlara ister istemez bulaşmaktan yakasını kurtaramazlar.”

Hasılı, hudut Edirne’ye geldikten sonra İstanbul’un payitaht olarak kalması bazı ileri görüşlü kimseler tarafından ciddî bir mesele olarak ortaya atılmış bulunuyordu.

Devlet Merkezi Neresi Olmalı?

“İstanbul’un iyi bir devlet merkezi olamayacağı fikri pek çok kimselerde belirmiş ise de yeni devlet merkezinin yeri üzerinde birleşilemiyordu. Müstakbel başkent hakkında çeşitli teklifler vardı. Başlıcaları : Konya, Kayseri, Halep, Şam herkes ayrı bir fikirde.. Goltz Paşa bunların dördünü de teklif ediyor. Çünkü o, Türk ve Arap memleketlerinden müteşekkil Avusturya  Macaristan imparatorluğu gibi bir Osmanlı devletine merkez arıyordu.

Ferit Tek’in düşüncesi daha başka idi. Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra kalacak millî ülkeyi uçları Hopa, Kerkük, İstanbul ve Rodos olan bir dörtgen olarak kabul ediyor. Devlet merkezini bu dörtgenin ortasında arıyordu. Kayseri havalisini coğrafya ve strateji bakımından muvafık bir yer sanıyor, burasını eski yolların birleştiği bir nokta olarak kabul ediyordu. Fakat burada eski Kayseri şehrini değil, yeni kurulacak “Osmaniye” şehrini yeni başkent olarak teklif ediyordu.

İşte Birinci Dünya Harbinden önceki teklifler bu merkezde idi.

İstiklâl Savaşı için Seçilen Merkezler

Birinci Dünya Harbinden sonra Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya gelip istiklâl Savaşını teşkilâtlandırmaya başladığı zaman, Anadolu’nun her bakımdan en emin mahalli olarak Sivas’ı görüyordu. Erzurum hazırlık kongresinden sonra 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi çalışmaya başladı. Tecavüze uğrayan ülkeyi milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edildi. Bir geçici hükümet kurularak idarenin millet adına ele alınacağı tesbit olundu, Misakı Millî’nin esasları kararlaştı.

İstanbul hükümeti bu durum karşısında Mustafa Kemal Paşa ile müzakereye başvurdu. Uzun görüşmelerden sonra Mebuslar Meclisinin, mutlak emniyet içinde bulunduğu müddetçe, İstanbul’da toplanması, fakat Heyeti Temsiliye’nin Anadolu’da kalması uygun görüldü.

Seçilen Milletvekilleri İstanbul’a giderken Eskişehir’de Mustafa Kemal ile görüşeceklerdi. Fakat kendisi sonradan bu görüşmeyi Ankara’da yapmayı uygun gördü ve Heyeti Temsiliye’nin merkezini Ankara’ya nakletti. Atatürk bu karara kendini sevkeden düşünceyi büyük Nutkunda izah ederken :

“Cephelere ve İstanbul’a demiryolu ile bağlı ve genel durumu idare bakımından Sivas’tan farkı olmayan Ankara’ya geldik” demektedir.

Sivas’tan ayrılıp Şarkışla, Kayseri, Kırşehir yoliyle 27 Aralık 1919 ‘da Ankara’ya gelip yerleştiler ve durumu idareye başladılar. Tahmin edildiği gibi Mebuslar Meclisi İstanbul’da emniyette çalışamayarak dağılması üzerine 23 Nisan 1920’de Millet Meclisinin Ankara’da toplanması, bu şehrin yeni Türkiye’nin devlet merkezi oluşuna doğru katı bir adım oldu.

Atatürk büyük zaferden sonra Anadolu’da yaptığı bir seyahat esnasında halkın sorularını cevaplandırırken Ankara’nın başkent olmasını şu şekilde belirtmişti. Gezide beraber bulunan Siirt Mebusu Bay Mahmud’un bir yazısından aldığım bu satırları size de okursam meselenin daha da aydınlanacağını sanıyoruz.

Bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmelidir.

“Devlet merkezini seçerken iki noktayı göz önünde tutmak icabeder. Biri, her nevi tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak kuvvet ve sükûneti muhafaza edebilecek bir yer olmalı. . Bu itibarla tabiî memleketin merkezini araştırmak lâzım.. Yoksa bir geminin topundan telâşa düşecek bir yerde hükümet merkezi olamaz, ikincisi, hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki, hükümet nazarını memleketin bütün muhitlerine müsavi surette atfedebilsin. Memleketin bir kenarına çekildiğimiz zaman, vatanın bizden uzak kalan yerlerini unutuveriyoruz. Biliyorsunuz ki, Anadolu bugün baştan başa harabe halindedir, kasaba ve şehir denilen yerleri de öyledir. Niçin böyledir? Çünkü İstanbul’u hükümet merkezi yapmışız ve kendimizi yalnız onun cazibesine kaptırmışız.

İstanbul, en güzel bir şehrimizdir. İşgal altında bulunduğu müddet zarfında bütün Anadolu onun elemini taşıdı. Hâlâ işgal ıstırabından kurtulamamış olan İstanbul’u, İstanbul halkını düşünüyoruz. Fakat bu muhabbetimiz, mutlaka onun hükümet merkezi olması şeklinde tecelli etmemelidir. İstanbul’un hükümet merkezi olmaması ona karşı ne sevgimizi azaltır, ne alâkamızı.

Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şerait içinde yaşamalı ki ne yapmak lâzım geleceğini ciddî surette hissedebilsinler. Her halde bir çok sebepler hükümet merkezinin Ankara, Kayseri, Sivas üçgeni içinde bir noktada olmasını icabettiriyor. Bu üçgenin bir ucunda bulunan Ankara, pekâlâ devlet merkezi olabilir. Esasen hâdisat da orasını merkez yapmıştır. İstanbul türlü bakımdan mevkiini, şerefini mahfuz tutacaktır. Ankara’da oturmakla beraber yine İstanbul’dan daima istifade edeceğiz.

İstanbul, hükümet merkezi olmadıktan sonra tabii, vüs’atiyle, nüfusunun çokluğiyle mütenasip idari teşkilâta malik olacak. . Fakat hiç bir zaman müstesna, mümtaz bir şehir gibi hususi bir idareye malik olmayacak.”

Ankara’nın Nüfus Topluluklarına Karşı Durumu

Merkez olarak Ankara’nın seçilmesi sadece o zamanki müdafaa durumunun bir neticesi değil, Misakı Millî prensiplerine göre gerçekleşmesine çalıştığımız yeni ülke için en uygun merkez oluşudur. Bugünkü konferansın da esas konusu budur.

Başta da belirttiğimiz gibi siyasi iktidar nüfus topluluğu ile yakından ilgilidir. Devlet merkezinin nüfus topluluğunun çekirdek teşkil ettiği yerde, yahut da toplulukları birbirine bağlayan bir noktada da bulunması gerekir.

Bir nüfus dağılışı haritasına baktığımız zaman ülkemizde nüfusun bazı yerlerde sık, bazı yerlerde seyrek olduğunu görürüz. Kuzey Anadolu’da devamlı bir kesafet göze çarpar. Doğuda kıyı boyuna sıkışan bu kesafet ortada Yeşil ve Kızılırmak havzasında içerilere sokulur.  Bu kesafet bölgesinde köy kalabalığı hâkimdir.

Marmara çevresi de ülkemizin kalabalık bölgelerinden sayılır. Burada kesafet kıyılara inhisar etmez, İç Anadolu’ya doğru sokulur, İstanbul gibi karışık unsurları ihtiva eden en kalabalık şehrimiz buradadır. Marmara kesafeti güneyde Ege kesafetiyle birleşir. Bu kesafet de kıyı boyundan ziyade iç ovalarda kendini gösterir ve İç  Anadolu’ya doğru sokulur.

Ankara, bu devamlı kesafetlerin ortasında ve Kuzey Anadolu kesafet bölgesinin hemen yakınındadır. Diğer kesafet bölgelerinden Adana, Hatay, Diyarbakır  Mardin ve Erzurum  Kars kesafetlerine de nisbeten yakın durumdadır.

Kurum Başkanımız Profesör Şevket Aziz Kansu’nun vaktiyle yapmış olduğu “Tefekkür Coğrafyası” araştırmasında da Osmanlı fikir hayatında da Kuzey Anadolu’nun bu mühim rolü belirtilmişti. Onu burada hatırlatmak isterim.

Ankara’nın Yol Bakımından Durumu

Şüphesiz devlet merkezinin büyük vazifelerinden biri bu toplulukları birbirine yaklaştırmak, sıkı bağlarla bağlamaktır. Meselâ Fransa’da bu merkezi bulmak pek kolaydır; fakat ülkemizde bu merkezi bulmak için esaslı incelemelere lüzum vardır.

Bu hususta bir karara varmak için her şeyden önce ana yolları incelememiz gerekir. Yolları mütalâa ederken de yeryüzü şekillerini gözönünde bulundurmalıyız. Ülkemizin kıyı boyları dağlıktır; Ancak kenar dağlarının içe bakan kısımlarında tabiat bize iyi yol yapma imkânını vermiştir. Sahil boyları, yolların geçmesine pek elverişli değildir. Hususiyle karlı ve yağmurlu mevsimlerde bu yollarda gidiş ve geliş güçleşir.

Orta Anadolu hafif dalgalı ve yağışı az olan bir sahadır. Buranın bir hususiyeti de büyük kesafet bölgelerine tabiî kapılarla bağlanmasıdır; Eskişehir kapısiyle Marmara çevresine, Afyon kapısiyle de Ege’ye açılır, İnönü ve Dumlupınar harpleri bu kapıları elde etmek için yapılmıştır.

Orta Anadolu Gülek boğaziyle Adana ve Hatay topluluğiyle, Doğuda da Diyarbakır  Mardin kesafetine, ayrıca Erzurum ve Kars kesafetine de çeşitli yollarla bağlıdır. Orta Anadolu aynı zamanda Amasya üzerinden Samsun ve Karadeniz’e de bağlanmış bulunmaktadır.

Türkiye, devlet merkezini kalabalık sahalardan birinin ortasında kurmuş olsaydı diğer kesafetlerle bağlılığı güçleşecekti. Hele İstanbul, İzmir gibi sahil şehirleri bu aralık hiç bahis mevzuu olamazdı, çünkü bu devirde bütün devletler merkezini kıyıdan iç bölgeye çekiyordu. Sovyetler Birliği merkezini Leningrad’dan Moskova’ya, Avustralya Sydney’den Kanberra’ya, Hindistan Calcutta’dan Yeni Delhi’ye çekmişlerdi. Devlet merkezinin kıyıda olması, denizden gelecek tecavüzlere açık bulunması hiçbir ülkede caiz görülmüyordu.

Ankara’nın İklimi

Coğrafî durum ve yol bağlılığından sonra devlet merkezi için ehemmiyetli bir vasıf iklimdir, insan enerjisi birçok şartların neticesidir ve iklim bu şartların en önemlisidir. Bugün orta iklimde, uzun süren sıcak veya soğuk devreler yoktur. Bu bölge üzerinde çeşitli rüzgârlar eser, yağış getirir, ferahlatıcı değişikliklere sebep olur. Bu iklimde yaşıyanlar yer yüzünün enerjik insanları sayılır. Bunlar uygarlıkta başta geldikleri gibi kuvvetli devletler de kurmuşlardır.

Türkiye dar bir enlem çerçevesi içinde bulunmakla beraber ülkemizde İskenderiye’den Moskova’ya kadar uzanan geniş sahadaki iklim özellikleri bulunur. Çeşitli iklimlere sahip olmak bir ülke için büyük kazanç sayılır. Ankara iklimi insan enerjisi üzerinde iyi tesir yapan bir iklimdir. Sıcak yaz ayları hariç Ankara iklimi Viyana iklimine benzetilebilir. Sadece benzerlik.. yoksa yer yüzünde bir iklimin aynı, başka bir yerde bulunmaz.

Devlet Merkezi ve Deniz

Payitaht deniz kenarında bulunmasına ve zaman zaman Ak ve Karadeniz’e hâkim olmasına rağmen Osmanlı devleti esaslı şekilde denizci olamamıştır. Fakat başkent Ankara olduktan sonra milletin ve devletin denizle ilgisi artmıştır. Son zamanlarda kıyı şehirleri iç şehirlerimiz kadar gelişmemekle beraber başkent halkının denizle yakından ilgisine şahit olmaktayız. Hemen bütün plajların onlar tarafından veya onlar için kurulmuş olduğunu görürüz. Bunu balıkçılık hareketleri, ondan sonra da denizyolları faaliyetinin geliştirilmesi beklenir. Başkent halkındaki deniz, hasretinin Türkiye halkının denizle ilgisini daha da arttıracağına inanıyorum.

Başkentin Hızlı Gelişmesi

Ankara başkent olduktan sonra sade kendi değil, bütün İçAnadolu şehirleri süratle büyüdü, birçok yeni şehirler vücut buldu. Fakat kıyı şehirlerimizde gelişme aynı hızda değildir. Bunun sebepleri ayrı bir konu teşkil eder. Biz başkentin sür’atle büyümesinin âmilleri üzerinde duralım.

Bütün Orta Doğu memleketlerinde nüfus artışı ile beraber şehirler de büyümektedir. Fakat Ankara’nın büyümesinde bir fevkalâdelik var.

Ankara devlet merkezi olduğu sıralarda Avustralya devleti de merkezini sahildeki Sydney’den dahilde Canberra’ya çekiyordu. Canberra’ya Ankara ile yaşıt bir başkent diyebiliriz. Zengin Avustralya hükümeti önce şehri inşaya başlamış, daireleri ve meskenleri hazırladıktan sonra memurları nakletmiş. Fakat aradan kısa bir müddet geçtikten sonra Kanberra’da sadece 15 bin nüfus toplanabildiği halde Ankara’nın nüfusu 300 bini aşmış bulunuyordu. O zaman bunun sebeplerini soruşturanlar olmuştu.

Başkentin nüfusu bugün 700 bine yaklaşmıştır. Milyona doğru gitmektedir. Bu hızlı gelişmede kuruluş yerinin uygunluğu, diğer topluluklarla bağlantısı, yaşamıya elverişli iklimi şüphesiz büyük rol oynar.

Doğudaki Kesafetler

Büyük şehir kurmak büyük bir kültür işidir, bunda muvaffak olmak geleceğin  mukadderatını  üzerine alanların gayretine  bakar.

Sözlerimize   son  verirken   hudutlarımız   dışarısındaki   komşu   nüfus toplulukları hakkındaki düşüncelerimizi de belirtelim:

1 — Adana  Hatay kesafeti dışında Halep gibi büyük bir şehrin bulunuşu hududumuz içinde de büyük bir şehrin ve kültür merkezinin yaratılmasını gerektirir.

2 — GüneyDoğuda Musul gibi büyükçe bir şehir bulunmaktadır. Fakat buranın Diyarbakır, Mardin kesafeti için cazibeli bir merkez olmaması için hududumuz içinde daha büyük bir kültür merkezinin geliştirilmesi gerekir. Güney Doğunun bölge plânlamasında bu nokta gözönünde tutulmalıdır.

3 — DoğuAnadolu’da hududumuzun ötesinde kalabalık bir saha ve büyük şehirler bulunmaktadır. Hududumuz dahilindeki yerler seyrek nüfusludur, burada bir kesafet bölgesinin yaratılması gerekir. Erzurum’da Atatürk Üniversitesi büyük bir adımdır.

Merkezin içeri alınması, Doğu hudutlarımızla yakından bağlılığı sağlamıştır. Bu bağlılığı daha da kuvvetlendirmek için bölge planlanması sahasında birçok ödevlerimiz vardır.

Türkiye Devletinin İdare Merkezi Ankara’dır.

İstanbul yabancı işgalinden kurtulduktan sonra devlet merkezi işinin kanunlaşması gerekiyordu. 13 Ekim 1923 günü İsmet İnönü’nün tek maddelik bir kanun teklifi ile “Türkiye devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir” dendi. Kanunun gerekçesinde “İstanbul, Türk milletinin müdafaa vasıtalarına mevdu olarak ilelebed korunacaktır. Devlet merkezinin Ankara olması zaruridir” deniliyordu.

İşte Ankara’nın Başkent oluşunun kısa hikâyesi.

KaynakTürk Tarih Kurumu: Atatürk Konferansları 1963, (Türk Tarih Kurumu Yayınları XVII.Dizi-Sa. 1-1), Sayfa 95-102


Ankara’nın Başkent Oluşu, 13 Ekim Ankara’nın Başkent Oluşu, Ankara'nın Başkent Olmasının Nedenleri

NUSRET BAYCAN


Ankara’nın başkent oluşunda Atatürk’ün uzağı görüşünün yanında, siyasî, stratejik ve jeopolitik düşünceleri, Kurtuluş Savaşı’nın güvenlik altında idaresi zorunluluğu ve psikolojik faktörlerin rolü büyüktür. Von Der Goltz Paşa’nın başlattığı “başkentin değiştirilmesi” tartışmaları, siyasî gelişmede buna yardımcı olmuştur.

Ankara’nın Başkent Oluşu, 13 Ekim Ankara’nın Başkent Oluşu, 13 Ekim, ankara'nın başkent oluşu kısaca, Ankara'nın başkent olması nedenleri, ankara'nın başkent oluşu maddeler halinde, ankaranın başkent oluşu makale, ankara'nın başkent olması kısaca özeti, 11 sınıf inkılap tarihi ankaranın başkent oluşu, 27 aralık ankaranın başkent oluşu, ankara'nın başkent olması hangi tbmm,
Atatürk’ün Uzağı Görüşü

Atatürk, yurdun olağanüstü koşulları içinden gelmiş her yönüyle büyük adam, üstün bir dahiydi. Yurdu kurtaran büyük bir komutan, üstün nitelikli bir diplomat ve politikacı, örnek bir devlet kurucusu ve inançlı bir inkılâpçıydı. Bu alanlarda hem düşünce hem de irade adamı olan Atatürk’ün daha Mondros Mütarekesi yapılmadan çok önce, ordunun dağıtılacağını, düşmanın Anadolu’yu işgal edeceğini, düşmanla halkın karşı karşıya kalacağını söylemesi ve gerekli önlemlerin alınmasını önermesi ne kadar uzak görüşlü olduğunu kanıtlar.

İstiklâl Savaşı’nda; girişim ve icraatını bir an önce kişisel olmaktan çıkarıp “Heyet-i Temsiliye” ye dolayısıyla ulusa mal etmesi, “Misak-ı Millî” yi ilân ettirerek emperyalist işgal ordularını Kafkas tampon devletlerinden, Ermenistan ve Musul’dan yoksun bırakması ve diğer uygulamaları hep uzak görüşlülüğünün ve dehasının eseridir. Ankara’yı başkent olarak düşünmesi ve sonunda bunu uygulaması, bu şehrin Kurtuluş Savaşı’nda oynadığı siyasî ve stratejik rol, Atatürk’ün bu görüş ve kararının da ne kadar yerinde olduğunu saptamıştır.


Atatürk’ün Stratejik Düşünceleri

Atatürk’ün Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 20’nci Kolordu’yu Ankara bölgesine göndermesi, daha o günlerde bazı stratejik düşünce ve tasarıları olduğunu göstermektedir. Örneğin, bu kolordunun komutanı, en yakın ve güvendiği arkadaşlarındandı. Bu birliği her yöne karşı kullanmak için demiryolundan da yararlanabilecekti.

Atatürk’ün Doğu Cephesi’nden endişesi yoktur. O, yaşamı boyunca en tehlikeli cepheye yakın olmayı ilke edinmiştir. Askerlik sanatının gereği de budur. Ankara’yı o kadar zamanında seçmişti ki Yunanlılar Milne hattından ileri harekâta geçip Bursa’yı işgal ettikleri zaman çekilen birlik ve müfrezeler Eskişehir’de karşılarında Atatürk’ü buldular ve başlarında güçlü bir komutan olduğunu anlayarak ondan sonra başarılı muharebeler verdiler.

Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi’nde cephede muharebeyi idare ederken bir yandan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanlığını yapmıştır.

Ankara’nın Başkent Oluşu, 13 Ekim Ankara’nın Başkent Oluşu, 13 Ekim, ankara'nın başkent oluşu kısaca, Ankara'nın başkent olması nedenleri, ankara'nın başkent oluşu maddeler halinde, ankaranın başkent oluşu makale, ankara'nın başkent olması kısaca özeti, 11 sınıf inkılap tarihi ankaranın başkent oluşu, 27 aralık ankaranın başkent oluşu, ankara'nın başkent olması hangi tbmm,
Atatürk’ün Jeopolitik Düşünceleri

Ankara tarih boyunca, stratejik yollar üzerinde ve geçilmesi zorunlu olan bir kenttir.

İskender, Romen Diojen, Yavuz Sultan Selim, Haçlı Orduları, Timurlenk ve daha birçok fatihler, başkomutanlar, askerler bu kentten geçerek hedeflerine ulaşmışlardır. O nedenledir ki zapt edilmesi çok güç olan sarp bir tepe üzerinde üç surlu muhteşem bir kale yapılmıştır.

27 Kasım 1892’de demiryolu Ankara’ya ulaşmıştır. Ayrıca demiryolu Eskişehir üzerinden Konya ve Adana’ya doğru da uzandığından, Kurtuluş Savaşımızın strateji ve taktiğinde önemli rol oynamış, ikmal konusunda da yararlı olmuştur.

Türk İstiklâl Savaşı’nda, Ankara’nın önemi şundan kaynaklanıyordu. Bu şehrin, o tarihte düşmanın ulaştığı Geyve Boğazı, Kütahya ve Afyon gibi önemli mevkilerle de demiryolu bağlantıları vardı. Muharebe imkânları yeterliydi ve Orta Anadolu gibi zengin üretim bölgesinin içindeydi.

Bu öneminin yıllar sonra da değişmeyeceği Mustafa Kemal Paşa tarafından değerlendirilmişti. Bugün modern jeopolitikçiler bu odak bölgenin Türkiye’nin kalkınmasında, büyük rolü bulunduğunu ve bunu Ankara’nın başkent oluşuna borçlu olduğumuzu söylemekte ve İstanbul’da yoğunlaşan endüstriyi Anadolu’ya dağıtmamızı önermektedirler.


Psikolojik Faktörler

Ankara halkı, çok zeki ve uzak görüşlü, biraz da tüccar ruhlu idi. Atatürk’ün kişiliğinde ve gelişinde, kentlerinin hatta yurdun kurtarıcısını görmüş ve bu büyük insana çok büyük ve tarihî bir karşılama töreni yapmışlardır. Seymenlerin “Vatan uğrunda ölmeye geldik Paşam” sözü Atatürk’ü Ankara halkına çok bağlamış ve Kurtuluş Savaşı’nı bu kentten güvenlik altında idare edeceğine inandırmıştır.

Atatürk, Ankara’yı çok sevmiştir. Bugün Ankara’nın ortasında yükselen Anıtkabir, Türkiye Cumhuriyeti’nin insanlık tarihi varoldukça, yaşamaya devam edeceğini gösteren bir semboldür.


Von Der Goltz Paşa ‘nın Başlattığı Tartışma

Başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya naklini ilk defa öneren Mareşal von Der Goltz’dur. 18 Haziran 1883’te yarbay olarak Türkiye’ye gelen ve değişik tarihlerde 16 yıl Türk ordusunda hizmet eden bu Alman subayı son görevi olan, 6’ncı Ordu Komutanı iken Bağdat’ta hastalanarak ölmüştür. Türkçe’ye çevrilen on askerî eserinden “Millet-i Müsellâha” Atatürk’ün de okuduğu kitaplar arasındadır.

Meşrutiyet’ten sonra (1908 – 1910) ikinci gelişinde katıldığı Askerî Şûra toplantısında şöyle diyordu : “Başkenti İstanbul’dan Anadolu’ya örneğin Konya’ya nakledin, çünkü İstanbul çalışmaya, iş görmeye elverişli bir yer değildir. Doğa, cenneti yeryüzüne indirmek istemiş ve İstanbul’u seçmiş, o Boğaziçi, o Çamlıca, o Adalar, cana can katar. Günün yarısı yolda geçer kalanı da ziyaretçilerinizle” O, bu sözleriyle misafiri geldiği için toplantıdan ayrılan ve dönüşünde Sarıyer vapuruna yetişmek için müsaade isteyen Nâzım Paşa’ya takılıyor ve gülüyordu. Asıl nedeni, stratejik yönden İstanbul’un başkent olmaya elverişli olmayışıydı. O, “ulaştırma yollarının uçlarında ve sonlarında başkent olmaz. Ortasında bir başkent arayın” diyor ve İstanbul’u başkent yapan hiçbir devletin orada uzun süre güçlü ve varlığını kanıtlayıcı olarak kalamadığını ekliyordu. Doktor Jacke de “İfham” ve “Vazife” gazetelerindeki yazılarıyla Goltz Paşa’yı destekliyordu. “Vazife” gazetesi Başyazarı Ahmet Ferit Bey de destekleyenlerin başında idi. İstanbul’un başkent kalmasını savunanların başında da Ali Kemal Bey vardı. O da Osmanlı saltanatını devletler arasındaki genel dengenin koruduğunu, İstanbul’un demirden bir manevî savunmaya sahip bulunduğunu, yenilsek de düşman ordularını kapılarından sokmayacağını, Osmanlı mülkünün Avrupa uygarlığına açılan penceresi olduğunu savunuyordu.


Siyasî Gelişme

Atatürk, tarihe “Amasya Tamimi” adıyla geçen bildirgesiyle “İstanbul Hükûmeti’nin tutsak olduğunu ve bağımsızlığa kadar bütün ulusla birlikte çalışmak üzere Anadolu’dan hiçbir yere gidemeyeceğini, gerçek ulusal gücün Anadolu’da bulunduğunu ve karar verme yetkisinin Anadolu’ya geçmesi gerektiğini” ulusa ve dünyaya ilân etmişti.

Atatürk, Sivas Kongresi’ni yaptıktan sonra ülkeyi buradan idareye başlamıştı.

Atatürk, daha Erzurum Kongresi’nde “Meclis’in İstanbul’da değil, Anadolu’da” toplanması görüşünü savunmuş, bu gerçekçi isteğinde başarılı olamayınca İstanbul’la korkunç bir “sinir harbine “ girişmiş ve 20 gün sonra da Damat Ferit Hükûmeti’ni düşürmüştü.

Ankara’dan geçen milletvekilleriyle görüşmüş, onların “Misak-ı Millî” yi ilân etmelerini sağlamıştı.

Sonunda olaylar O’nun düşündüğü gibi gelişmiş, İngilizler İstanbul’u resmen işgal etmiş, Meclis padişah tarafından kapatılmış, bazı milletvekilleri ve komutanlar İngilizler tarafından Malta’ya gönderilmişti.

Atatürk’ün 12 gün sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni açması O’ndaki insanüstü zekâ, çalışma, enerji ve dinamizmin eseridir.

İşte, bu dinamizm ve enerji “İnkılâpları” kısa süreye sığdıracak ve 4 yıllık bir mücadeleden sonra Ankara’yı Türkiye’nin başkenti yapacaktır.


Ankara Kentinin Geçmişi

Çok eski bir geçmişi olan Ankara, Augustus Tapınağı ve yazıtlarıyla her dönemde turistlerin ilgisini çekmiştir. İlk sendika sistemi olan “Ahilik”in ve ticaretin merkeziydi. Çünkü tüm kervan yolları buradan geçerdi. Tiftik keçisinin kaynağı ve üretildiği yerdi.

Atatürk’ün yüzüncü doğum yılı nedeniyle, Harp Akademileri Komutanlığı’nca, Yüksek Askerî Bilimler Başkanlığı mensubu Em.Tuğgeneral Sayın Nurettin Türsan’a hazırlattırılan, 1981 basımlı “Ankara’nın Başkent Oluşu” adlı eserdeki bilgilere göre:

Ankara, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda 100.000 nüfuslu iyi bir ticaret merkeziyken, XIX. yüzyıl sonlarına doğru merkez ilçesinin nüfusu 26.105’e düşmüş, ticaret de, bu nüfusun üçte birini oluşturan Hıristiyan azınlığın eline geçmişti. Nüfusun azalmasında susuzluğun ve kıtlığın etkisi büyüktür. Bu kıtlık, XIX. yüzyılın ortalarına doğru başta Ankara olmak üzere Orta Anadolu’nun harap olmasına neden olmuştur. Ankara artık eski, zengin ve güzel kent değildir. Bu dönemde Ankara’da (merkez ilçesinde) 4.000 Türk, 1.700 Katolik Ermeni, 150 Gregoryan Ermeni, 350 Rum ve 50 Yahudi ailesi yaşamaktadır. Sayı olarak 16.970’i Müslüman, 5.551’i Katolik, 2.333’ü Rum, 825’i Gregoryan, 413’ü Yahudi, 13’ü Protestan Ermeni’dir. (Bu dönemde Ankara’nın tüm nüfusu da 30.000’e düşmüştü).

1838 yılında, Anadolu’daki birliklerimizde görevlendirilen Prusyalı subaylardan bazıları da Ankara’ya atanmışlardır. Bunlardan Eyalet Müşiri (Mareşal) İzzet Paşa’nın yanına gönderilen Kurmay Yüzbaşı Baron von Vincke tarafından Ankara’nın ilk plânı ve haritası yapılmış ve 1854’te basılmıştır.

1886 – 1894 yıllarında Ankara Valiliği yapan Abidin Paşa zamanında, kaybolmaya başlayan tiftik sanayii canlanmış, kente 20 km. uzaktan su getirilmiş ve tren işlemeye başlamıştır. Bu valinin adını taşıyan bir çiftlik ve semt bulunmaktadır.

Ülkemize büyük hizmetleri geçen Colmar Von Der Goltz, 31 Mayıs 1889’da Ankara’ya gelmiş ve Vali Abidin Paşa’yı ziyaret etmiştir. Bu sırada Almanlar Berlin – Bosfor – Bağdat demiryolu ve diğer demiryolları için Avrupa’nın sömürgeci ülkeleriyle kıyasıya rekabet halindeydiler.

23 Mayıs 1896’da Ankara’ya gelen Kurmay Binbaşı Walther von Diestde tiftik keçileriyle ilgilenmiştir.

İngilizlerin tiftik keçilerini Güney Afrika’ya götürerek orada üretmeleri nedeniyle doğan rekabet Abidin Paşa tarafından önlenmeye çalışılmış ve Devlet Tiftik Çiftliği kurularak Memduh Paşa’nın Sivas’tan getirdiği “halıcılık” sanatı gelişmiştir.

Ankara’da 1.230.000 tiftik keçisi varken bir ara bunların kesim için İstanbul’a gönderilmeleri, yün sanayiinin yok olmasına neden olmuştur. Bu sanayinin değerini takdir eden cumhuriyet hükümetlerinin çabalarıyla 1939’da tiftik keçisi sayısı 4.945.351’e yükseltilmiştir.

Orta Anadolu’nun önemli bir kalesi ve ticaret merkezi olan Ankara’yı, 1874 – 75 kıtlığı, ticaretin Hıristiyanların elinde olması, 1917 yangını ve talanlar küçük bir kent haline getirmiştir. 27 Aralık 1919’da Atatürk Ankara’ya geldiğinde kent bu durumdaydı. Bu felâketleri yaşayan kuşağın Ankara’nın başkent oluşunda psikolojik etkisi büyüktür. Ankara, büyük bir din adamı olan Hacı Bayram Veli’nin de eskiden yaşadığı, öldüğünde gömüldüğü bir kent olup bu nedenle de uğrak yeridir.


Ankara‘nın Başkent Oluşu

Atatürk, Nutkunda da belirttiği gibi Heyet-i Temsiliye’nin batı illerine, İstanbul’a yakın olmasını istiyordu. Batı illerimizin bir kısmı Yunanlılar tarafından işgal edilmişti. Tehlike buradaydı. Genel durumu idare eden sorumluların en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, ondan zarar görmeyecek bir mesafede bulunmaları kuralına uyulmalıydı. Ankara bu koşulları taşıyan ve İstanbul’la demiryolu bağlantısı olan uygun bir kentti. Bu nedenle, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yaparak verilecek mücadelenin esaslarını saptayan ve bu direnişi ulusa mal eden Mustafa Kemal bazı arkadaşlarının onaylamamasına karşın Ankara’ya geldi.

Kurtuluş Savaşı boyunca Ankara’nın oynadığı siyasî ve stratejik rol Atatürk’ün bu kararının ne kadar yerinde olduğunu saptamıştır.

27 Aralık 1919 günü Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Dikmen sırtlarında çok kalabalık bir heyet tarafından büyük gösterilerle karşılanarak şehre gelindi. Bütün Ankara ayakta idi. Halkın bu heyecanını gören İngiliz, Fransız mümessilleri, Paşa’nın yalnız olmadığına, ulusun O’nun peşinde yürüyeceğine inanmışlardı. Paşa otomobilinden indikten sonra Vilâyet Konağı’nın kapısı önünde ilk konuşmasını yaptı.

Mustafa Kemal Paşa, bugün de valinin oturduğu odada ilin ileri gelenleriyle tanıştıktan sonra kendileri için hazırlanmış olan Ziraat Okulu binasına yerleşti.

28 Aralık 1919 günü Ankara halkıyla yaptığı konuşmada ülkenin siyasî ve askerî durumunu anlattı. İstanbul Hükûmeti’nin ısrarıyla düşman işgali altındaki bu şehirde toplanacak meclise katılmak üzere giderken Ankara’ya uğrayan milletvekillerinden Meclis’te bir “Müdafaa-i Hukuk Grubu” kurulmasını istedi ve “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Programını”, “Misak-ı Millî” halinde özetledi. Ankara’da hazırlanan bu müsvedde program, sonradan İstanbul Meclisi’nde “Misak-ı Millî” adıyla kabul edilmiş ve yayınlanmıştır. Fakat MustaL Kemal’in tahmin ettiği gibi İstanbul’un işgaliyle bu Meclis’in ömrü sona ermiş ve O’nun aldığı önlemlerin en önemlisi, olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanması kararı olmuştur.

Ankara’nın Millî Mücadele’deki önemli yeri ve rolü, bu devir tarihinin, hiç kuşkusuz, en özel değer taşıyan olaylarından ve millî inkılâp hayatımızın başlıca dönüm noktalarından biridir.

Heyet-i Temsiliye, Ankara halkının millî davaya olan inancına duyduğu güvenle Millî Mücadele’yi buradan sevk ve idare etmişti.

23 Nisan 1920’de, Türk milletinin gerçek temsilcilerinden kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti de milletin alın yazısına idare ve devletin bağımsızlığını koruma savaşını yine Ankara’da sürdürdü ve sonuçta zafer kazanıldı.

Lozan Antlaşması’na bağlı protokol gereğince 2 Ekim 1923’te anlaşma devletlerinin orduları İstanbul’u tamamen boşaltmış, 6 Ekim 1923 günü de Türk ordusu bu büyük ve tarihî şehrimize, milletin coşkun sevinç gösterileri içinde girmişti.

İstanbul’un kurtarılışı, devlet merkezinin, yine bu asırlık imparatorluk payitahtına kaldırılmasında türlü, fakat kişisel bakımdan yarar görenlere bu yolda söz söylemek fırsatını verdi. Tartışma safhasına geçmek ve yanlış anlama ve eğilimlere yol açmak istidadını taşıyan bu düşünceler karşısında Türk İnkılâbı’nın her şeyden üstün yarar ve gereklerine uygun hükmü vermek gerekiyordu.

9 Ekim 1923 günü Malatya Milletvekili İsmet İnönü ve on dört arkadaşı, Meclis Başkanlığı’na sundukları bir önergeyle, Ankara’nın yeni devlete başkent yapılmasını istediler. Çünkü Ankara, Kurtuluş Savaşı’nın özeği, beyni ve simgesi olmaktan başka niteliklere de sahipti. Lozan’da Boğazlar için kabul edilmiş olan ilkeler, ülkenin güçlenme ve gelişme kaynağını Anadolu’nun bağrında yaratmak gereği, iç ve dış güvenlik kaygılarıyla diğer zorunluluklar, Ankara’ya yeni devletin doğal başkenti özelliğini kazandırıyordu. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’na başından beri canla başla destek olan Anadolu halkı, Ankara başkent yapılarak, ödüllendirilmiş olacaktı. Bu nedenlerle bazı milletvekillerinin karşı çıkmaları etkili olmamış, öneri, 13 Ekim 1923’te yasallaşmış ve 16 gün sonra da 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilmiştir.

Hükümet merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya, büyük bir limandan bin türlü çıkarın çatıştığı, türlü tehdide açık bir kentten, Anadolu’nun ortasında yüksek bir yaylaya taşınması gerçekten üzerinde durulmaya değer bir olaydı. Bu yeni başkentte hükümetler tehditlerden uzak, memleket meselelerini sakin bir şekilde gözden geçirebilir, refah ve kalkınmanın koşullarını daha rahat bir şekilde hazırlayabilirlerdi. Ankara halkı da, tarihten gelen bir alışkanlık ve deneyimle büyük bir ticarî atılım yapabilirdi. Yaptı ve başardı.


SONUÇ

Büyük bir komutan, üstün nitelikli bir diplomat ve politikacı, örnek devlet kurucusu ve inançlı bir inkılâpçı olan Atatürk, stratejik, jeopolitik ve psikolojik faktörleri çok öncelerden düşünmüş, gerekli önlemleri almış ve zamanı geldikçe uygulayarak, her konuda olduğu gibi Ankara’nın başkent oluşunda da uzak görüşlülüğünü ve yerinde karar verme yeteneğini saptamıştır. Bu şehrin Kurtuluş Savaşı’nda oynadığı siyasî ve stratejik rolü kimse inkâr edemez.

Von Der Goltz Paşa’nın “başkentin değiştirilmesi tartışmaları ve siyasî gelişme” de bu konuda yardımcı olmuştur.

1883 yılında Türk ordusunda yarbay olarak görev üstlenen ve aralıklı olarak 16 yıl hizmetten sonra mareşal iken Bağdat’ta vefat eden Colmar Freiherr Baron von Der Goltz; 1883’ten özellikle 1912 – 13 Balkan Harbi’nden sonra kaybettiğimiz toprakları ve dönen entrikaları görerek, bilimsel bir araştırma ürünü olan makalelerinde başkentin İstanbul’da kalmasının doğru olmayacağını belirtmişti.

Bu görüşler, birkaç yıl içinde gerçekleşmiştir. Örneğin:

İstanbul ve Boğazları ele geçirmek ve Rusya’ya yardım etmek isteyen anlaşma devletleri, Birinci Dünya Harbi’nde Çanakkale Boğazı’na denizden ve karadan taarruz etmiş, yenilerek çekilmişlerse de Mondros Antlaşması’yla Boğazları ele geçirmiş ve donanmalarını İstanbul limanına demirleyerek dört yıl burada kalmışlardır.

Böylece başkent dört yıl işgal altında kalmış, Padişah dahil buradakiler tutsak yaşamış ve her şey düşman eline geçmiştir.

İkinci Dünya Harbi de göstermiştir ki, yenilginin son hedefi bir devletin başkentinin ele geçirilmesi olmaktadır. (Paris ve Berlin’in zaptı gibi)

Bugünkü modern silâh ve füzelerin menzilleri, başkentleri ister istemez “yeterli bir ikaz ve alarm süresi sağlayacak” kadar kıyı ve sınırlardan uzak tutmak zorunluluğu getirmiştir.

Atatürk, “Amasya Tamimi” ile İstanbul Hükûmeti’nin tutsak olduğunu, gerçek ulusal gücün Anadolu’da bulunduğunu bildirmiş, Erzurum Kongresi’nden sonra da Meclis’in Anadolu’da toplanmasını savunmuştu. Bu gerçekçi isteğinde başarıya ulaşamayınca, İstanbul’la korkunç bir “sinir harbine” girişmiş ve 20 gün sonra Damat Ferit Hükûmeti’ni iktidardan uzaklaştırmıştı.

İstanbul’a gidecek milletvekillerine de kendi fikirlerini aşılayarak Meclis’te kuvvetli bir grup oluşturmuş ve “Misak-ı Millî”nin ilânını sağlamıştı.

İngilizler’in 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgali, bakan, milletvekili ve komutanları tutuklamaları hatta bazılarını Malta’ya göndermeleri Atatürk’ün görüş ve düşüncelerinde ne kadar isabet bulunduğunu göstermektedir. Bu olayların bir yaran olmuştur. O da, bazı kişilerin Anadolu’ya geçmekten başka çare kalmadığına inanarak, o çağın ulaştırma koşullarına ve düşman engellemelerine karşın kısa bir sürede Ankara’ya gelmeleri ve 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıdır.

Ankara’da TBMM açılınca, “İstanbul, Anadolu’ya teslim olmuş” demekti. Çünkü yasama ve yürütme organları Anadolu’da kurulmuş ve bazı düşmanlarımızı Millî Mücadele’yi tanımaya yöneltmiştir.

Böylece Ankara, dört yıllık bir mücadeleden sonra “Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti” olmuştur.

Ankara’nın başkent oluşuyla ilgili belgelere de değinmekte yarar vardır:

BELGELER


Belge – 1

“Ankara’ya gelişimizi, 27 Aralık 7979 tarihli şu açık tebliğ ile duyurduk:

Sivas’tan Kayseri yoluyla Ankara’ya hareket eden Heyet-i Temsiliye, bütün yol boyunca Ankara’da, büyük milletimizin çok sıcak ve içten vatanseverlik gösterileri arasında, şehre vardı. Milletimizin gösterdiği bu birlik ve kararlılık örneği, memleketimizin geleceğine güveni olduğu hakkındaki inançları sarsılmaz bir şekilde kuvvetlendirmiştir.

Şimdilik, Heyet-i Temsiliye merkezi, Ankara’dadır. Hürmetlerimizi sunarız efendim “

Yorumlar (0)