Nâzım Hikmet Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

, Kim Kimdir?

Biyografi, kısa biyografiler, biyografi, biyografi eserleri, ilginç biyografiler, önemli biyografiler, yazarlar, şairler, düşünürler, kim kimdir, yaşam öyküsü, yazarlar, şairler, düşünürler, biyografiler, kim kimdir? Louis Aragon Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri,

biyografi, kısa biyografiler, biyografi, biyografi eserleri, ilginç biyografiler, önemli biyografiler, yazarlar, şairler, düşünürler, kim kimdir, yaşam öyküsü, yazarlar, şairler, düşünürler, biyografiler, kim kimdir?

Bütün yazar, şair ve düşünürleri şu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

Lütfen tıklayınız: Yazarlar-Şairler-Edebiyatçılar-Düşünürler

...

Nâzım Hikmet Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

Nazım Hikmet Ran (d. 15 Ocak 1902, Selanik- ö. 03 Haziran 1963, Rusya)

1902 - 15 Ocak’ta Selânik’te dünyaya gelir.

1913 - «Feryad-ı Vatan» başlığını taşıyan ilk şiirini yazar. Galatarasay Sultanisi’nde ortaokula başlar.

1914 - Ekonomik nedenlerle Nişantaşı Sultanisi’ne geçer.

1917 - Bahriye Mektebi’ne girer.

1918 - İlk kez bir şiiri yayınlanır. Yeni Mecmua’da yayınlanan bu ilk şiiri «Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?» başlığını taşır.

1920 - Bahriye’yi bitirmesine birkaç ay kala sağlık nedeniyle ayrılmak zorunda kalır. İstanbul işgal altındadır. Arkadaşı Vâ-lâ ile birlikte gizlice Anadolu’ya geçer. Ankara Hükümeti tarafından Bolu’ya öğretmen olarak atanır.

1921 - Azerbaycan üzerinden Moskova’ya gider. Devrimin ilk yıllarına tanık olur. Ekonomi politik öğrenimi görür. Sanat çalışmalarına katılır.

1924 - Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı «28 Kânunisani» sahnelenir. 12 Mart günlü Pravda’da, bu gösteri övgüyle yer alır. Türkiye’ye döner ve Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar.

1925 - Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde, gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak «onbeş yıl küreğe konulma cezası» verilir. Bu durum onun ülkeden ayrılmasına yol açar. Moskova’ya gider.

1926 - Viyana’ya geçerek ileride suçlanmasına konu olacak «parti» toplantısına katılır. Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, «küreğe konulma» cezası ortadan kalkar.

1927 - Katılmış olduğu «Viyana Konferansı» nedeniyle İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis, cezası verilir.

1928 - Yurda dönmek üzere Moskova’daki Büyükelçiliğe başvurur. Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez. Bunun üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa’da yakalanır. İstanbul üzerinden Ankara’ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde, daha önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis cezası verilir. Cezaevi’nde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest bırakılır.

1929 - Resimli Ay Dergisi’nde çalışır. İlk şiir kitabı «835 Satır» yayınlanır. Bunu diğerleri izler.

1930 - «Sesini Kaybeden Şehir» başlıklı şiiri için dava açılır. Yargıtayca aklanır.

1931 - «1 + 1 = 1», «835 Satır», «Jokond ile Si-Ya-U» ile bir kez daha «Sesini Kaybeden Şehir» ve «Varan 3» adlı kitapları hakkında dava açılır. Hepsinden aklanır.

1932 - «Kafatası» oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konur.

1933 - «Gece Gelen Telgraf» şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü üzerine «Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye» başlıklı şiiri yazar. Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa’ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılır. Bu sıralarda «gizli örgüt» kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ayrı bir davada idamı istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır.

1934 - Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan af yasasından yararlanır. Serbest bırakılır.

1936 - Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır.

1937 - «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı» yayınlanır.

1938 - Askeri öğrencileri isyana teşvik gerekçesiyle «Harp Okulu» ve orduyu isyana teşvik suçlamasıyla da «Donanma» davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır.

1941 - Bursa’da «Memleketimden İnsan Manzaralarını yazmaya başlar.

1943 - Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal tahliye olur. Balaban’ın resim çalışmalarına yardımcı olur, yetişmesini sağlar.

1944 - Karaciğer ve kalp rahatsızlıkları başlar.

1949 - Basında haksız mahkûmiyetine ilişkin yazılar artmaya başlar. Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi’nde «Tevfîk Fikret ve Nâzım Hikmet» başlığını taşıyan bir yazı yayınlayarak dikkatleri Nâzım’ın haksız mahkûmiyetine çeker.

1950 - Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca «Nâzım’a özgürlük Kampanyaları» açılır. Meclis’in, gündeminde bulunan Af Kanunu’nu çıkarmadan tatile girmesi üzerine Nâzım, 8 Nisan’da grevine başlar. Aynı gün, Bursa’dan İstanbul’a Paşakapısı Cezaevi’ne götürülür. 23 Nisan’da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici olarak durdurur. Ağır hastadır. Doktorlar üç ay bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiç bir değişiklik olmayınca 2 Mayıs’ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. «Nâzım Hikmet» adlı bir dergi çıkarılır. 9 Mayıs’ta annesi Celile Hanım, 10 Mayıs’ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat açlık grevine başlarlar. 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19 Mayıs’ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu’yla serbest bırakılır. 22 Kasım’da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda’yla birlikte «Uluslararası Barış Ödülü»nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır.

1951 - Oğlu Memed dünyaya gelir. Askere çağrılır, 49 yaşında ve hastadır. Üstelik askeri okulda öğrenci olarak geçirdiği sürelerin yasa gereği askerliğe sayılması gerekmektedir. Yaşamına yönelik tehditler üzerine ülkeden ayrılır. 15 Ağustos günlü resmi gazetede, Bakanlar Kurulu kararıyla «yurttaşlıktan çıkarıldığı» duyurulur. Dünya Barış Konseyi’nin bir yıl önce kendisine verdiği «Uluslararası Barış Ödülü»nü, Prag’da düzenlenen bir törende alır.

1952 - Çin’e gider. Ancak hastalanınca gezisini yarım bırakmak zorunda kalır. Enfarktüs geçirmiştir. Dört ay yatar. Bundan sonraki yaşamı artık doktor gözetiminde geçecektir.

1953 - Uluslararası toplantılara katılmayı sürdürür. «Bir Aşk Masalı» oyunu Moskova’da sahnelenir. Bunu diğer oyunlarının sahnelenmesi izler.

1958 - Paris’e gider. Aralarında Aragon ve Picasso’nun da bulunduğu çok sayıda yazar ve sanatçıyla görüşür.

1962 - Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 60. Yaş günü kutlanır. Yazarlar Evi’nde düzenlenen gecenin ertesinde Politeknik Müzesi’nde, okuyucuları için ikinci bir toplantı gerçekleştirilir. Salonun tıka basa dolu olduğu gecenin yöneticiliğini İlya Ehrenburg yapar.

1963 - Afrika’ya, Tanganika’ya gider. «Cenaze Merasimim» başlıklı şiirini kaleme alır (Nisan). 3 Haziran sabahı evinde ölür.

Ayrıca bakınız-> Nazım Hikmet Ran'ın Edebi Kişiliği ve Özellikleri

Hakkında Yazılanlardan

ŞEYH BEDREDDlN DOSTUM -Nurullah ATAÇ (Son Posta, 28.11.1936)

Nâzım Hikmet’in sanatım: «Şair zamanının geçici endişelerine bağlanmamak, bir ideologianın yayıcısı olmamak, insanda ebedî olan şeyi aramak» diye tenkit edenlere, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı öyle sanıyorum ki, susturucu bir cevap olabilir. Bu kitaptaki parçaların hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla beraber, yine insanın ebedî bir hissini, tarihin her devrinde rasgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartiyle, bunu inkâr etmek kabil değildir. Harap olmuş, insanları yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çarpışanları, ihanete uğrayanların elemini tasvir etmek; hak bildikleri bir yolda başlarım vermiş olanlar için ağlamak, insanın «ebedî» hislerinden doğmaz mı? Destanı okuyun, göreceksiniz ki o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz saymanız için İçtimaî veya siyasî itikatlarına iştirak etmeniz hiç de zarurî değildir. Hattâ daha ileri gideceğim, Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kabildir. «Şairin insanda ebedî olan şeyi araması lâzımdır» demek, «Şair, her devir insanlarının tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikatlerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmağa çalışmalıdır» demektir. Şeyh Bedreddin’in Nâzım Hikmet’in kitabındaki çehresi ile, böyle bir mythe olduğu söylenebilir.

O destandaki manzumeler güzel midir? Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için elimizde heyecanımızdan başka bir ölçü yoktur. Ben, Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki manzumeleri heyecandan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir insan için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir.

Şu var ki. şiir gözden ziyade kulak içindir. Mısraları sade gözle takip etmeniz, mânâlarım anlamanız için kâfi değildir. Kitapta kalan bir mısra hareketsiz, cansız, mânâsız bir şeydir. (Böyle olmayanları da vardır; fakat onlara şiir diyemiyoruz). Şiirin - kelimeyi hemen hemen musikideki mânâsı verilerek - «okunma»sı lâzımdır. Bir manzume, bilhassa bir bestedir; mânâsı, yani güfte, o besteyi bulmamıza yardım eden bir vasıtadan başka bir şey değilir. Nazım Hikmet’in şiirini o mânâda «okumak» ise, itiraf edelim kolay değildir. Çünkü klâsik nazım kalıplarını kullanmadığı için her manzumede ahengi aramağa mecburuz. (Fakat bu zaruret, klâsik nazım kalıpları ile yazılmış, yani aruz veya hece vezinlerine uygun manzumelerde de vardır; ancak onlarda bir de veznin ittiradı vardır ki, biz ekseriya «beste» diye bununla iktifa ederiz.) Nâzım Hikmet’in şiiri için: «Bu nazım değil, nesir!» diyenler var. Hayır; nesir ile nazım arasındaki başlıca fark, birincisinin «okunamamasıdır.» Halbuki Nâzım Hikmet’in şiiri muhakkak «okunulmak» ister. Bunun için onu sevseniz de, sevmeseniz de nazım olduğunu, hiç olmazsa nesir olmadığını kabul etmeniz lâzım gelir.

Şeyh Bedreddin Destanı’nı okuyun, bestesini keşfe çalışın. Bulursanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk, gerçekten asil bir ahenktir. (Şiirin bestesi bittabi musiki değildir. «Şiir okurken kulağımıza bir keman, bir tanbur veya bir piyano sesi gelir» gibi sözlerin mânâsı yoktur. Fakat bu ayrı ve uzun bir meseledir.)

Emeksiz bulduğunuz bestelerin güzelliğine de pek inanmayın; onlar zaten bildiğiniz şeylerdir. Her yenilik, yazan gibi okuyandan da - belki yazandan ziyade okuyandan - bir gayret ister. (Son Posta, 28.11.1936)

NÂZIM IN SAVAŞIMI- Atilla COŞKUN (Eylül 1990)

Nâzım, Türkçe’nin en büyük ustalarından biridir. Yalnızca bir şair değil, aynı zamanda; öykü, roman, oyun yazarıdır, gazetecidir. Kısacası, çok yönlü bir sanatçıdır. Binlerce sayfayı bulan şiir, roman, oyun ve yazılarıyla, yazın dünyasının özgün kişiliklerinden biridir.. Ulusal kültürümüzü, halkların ve insanlığın ortak değerleriyle birleştirebilen bir sanatçıdır. Ve bir düşünce adamıdır. Gerek sanat, felsefe, politika ve gerekse, insanlığın ve ülkemizin temel sorunları üzerinde düşünceler üreten bir kişiliktir. Yazın sanatımızda, belli bir ekoldür.

Sanatta diyalektik materyalist felsefi anlayışla hareket eder. Politik yaşamını belirleyen ise, komünizm düşüncesidir. Yaşamı boyunca, hiçbir sınıf ve zümrenin egemenliğinin olamayacağı sınıfsız bir rejim için savaşmıştır. İnsanın, kendisini özgürce geliştirebileceği bir dünyanın, ancak böyle bir rejimde gerçekleşebileceğine inanmış ve bu yönde dinmek bilmeyen bir mücadele vermiştir.

Onun bu inancı ve bu tutumu, yaşadığı yılların Türkiye’sinin egemen siyasal anlayışı ve siyasal rejimiyle açıkça ve çok kesin olarak çelişiyordu. Görüşlerini açıklayarak yaşama geçirmeye çalışması kuşkusuz ki zordu ve pekçok sorunun oluşmasına ve çeşitli sıkıntıların yaşanmasına yol açabilirdi. Ve zaten bunun içindir ki, kısa yaşamının önemli yılları, mahkeme kapılarında, cezaevlerinde ve göçmenlikte geçmiştir. Onbir kez yargılanmış, toplam otuzdört yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş ve net onaltı yıl hapishanelerde yatmıştır. Bunun onüç yılı ise aralıksızdır. Öte yandan, kendisinin «zor zanaat» dediği, onüç yıl süren ve ölümü ile biten göçmenlik yılları vardır...

Nâzım, bu çileyi, düşünce ve inançları nedeniyle yaşamıştır. Özgür ve uygar bir toplumun ve özgür bir insanın asla anlamayacağı ve benimseyemeyeceği bir durumdur bu kuşkusuz. Ama, yaşanmıştır. Üstelik en ağır biçimde...

Nâzım’la ilgili tüm soruşturmaların ve nihayet yargılamaların konusunu, genellikle siyasal ve toplumsal rejime karşı olmak şeklindeki suçlamalar oluşturuyordu. Yani, Nâzım, esas itibariyle, kurulu düzene karşı çıkmakla suçlanıyordu. Hukuk adamlarının «siyasal suç» olarak tanımladığı bu tür yargılamaların, kendine özgü nitelikleri vardır. Çeşitli hukuk sistemlerinde «siyasi suç» ve «siyasi dava» çoğunlukla özel yasal düzenlemelere bağlanmıştır. Siyasal davalar, genellikle, siyasal iktidarların eğilimlerine ve siyasal koşullara göre oluşur ve sonuçlanır. Bu tür davalarda nesnel bir hukuksallıktan söz edilemez. Devlete egemen güçler, gerek bu davaların kotarılması, gerekse gelişimi ve nihayet, sonucu üzerinde etkili ve belirleyici olurlar. Bu özellik, Nâzım Hikmetle ilgili davalarda da açıkça yaşanmıştır. Devlet yönetiminde etkili konumlarda olan pek çok kişi ve çevrenin özel çabalarıyla Nâzım’a yönelik davaların açılmış olduğu açık olarak bilinmektedir.

Örneğin Nâzım’ın 1930’lu yılların başında yayınladığı şiirlerle ilgili davaları, CHP’nin gerici çevrelerinin ve özellikle de İçişleri Bakam’nm özel çabaları sonucunda açılmıştır. Bunun gibi, 1938 yılındaki gerek Harp Okulu, gerekse Donanma davaları da, faşist, pantürkist çevrelerin ve dönemin Genel Kurmay Başkanı’nın girişimleri sonucunda açılmış ve baskı altında sürdürülen bir yargılama sonucu, Nâzım’ın ağır hapis cezalarına çarptırılması sağlanılmıştı (Bkz. A.Coşkun, Siyasal Yaşamından Kesitlerle Nâzım’ın Davaları, Cem Yayınevi, 1989 s. 62-63,116 vd. ile 157 vd.).

İnsanlık tarihi, böylesi uygulamalara pekçok kereler tanık olmuştur. Fransız İhtilâl Mahkemelerindeki yargılamalar, Yüzbaşı Dreyfus’un davası, Rosenbergler ve 1930’lu yıllarda Dimitrof'un yargılanması ve nihayet Moskova Davaları; ülkemizde ise, İstiklâl Mahkemeleri’ndeki davalar, Nâzım’ın davalarının yanısıra, Yassıa-da Davası, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri yargılamaları gibi pek çok dava, bu tür uygulamaların örnekleridir.

Kuşkusuz ki, siyasal davalar, demokrasinin ve açık toplum yaşamının güçlenmesi oranında azalırlar. O nedenle, bu tür davaları, doğru deyişle; «siyasal komploları», geriletebilmenin tek yolu da, toplum yaşamının demokratikleştirilmesi ve bunun yanı sıra açık toplumsal ilişkilerin egemen kılınmasıdır. Bu yönde atılacak ilk adım ise, geçmişteki bu tür davaların yeniden ele alınması ve mahkûmiyetlerin kaldırılmasıdır.

Tarihimizde yer alan bu gibi davaların yeniden ele alınması gereksinimi karşılanmadan, demokrasi yolundaki yürüyüşün tamamlanabileceğine inanmıyorum. Nâzım’ın davaları da dahil olmak üzere, tarihimizdeki benzer «siyasal komploların» mutlaka irdelenmesi, yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz bir görev olarak gelecek kuşakların omuzlarındadır.

Yorumlar (0)