11.03.2019, 18:54

Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı

Millî marşlar bir milletin varlığını, ulusal bağımsızlığını simgeler. Bu nedenledir ki ülkelerin en zor zamanlarında; bağımsızlık mücadeleleri sürecinde veya sonrasında ortaya çıkarlar. En azından büyük çoğunluğu bu özellikleri taşır. İstiklâl Marşı’mız da bir var oluş-yok oluş savaşının verildiği zor günlerde kaleme alınmıştır. Hâliyle sözlerindeki duygu yoğunluğu ileri düzeydedir. İstiklâl Marşı’mızı elinize alıp şöyle bir dikkatlice okursanız, vatan, millet, hürriyet, bağımsızlık, Allah, inanç (iman), şehit, mabet, ümit, halk iradesi, sömürgeci karşıtlığı (antiemperyalizm) Allah’a duyulan sarsılmaz inanç… diye giden millî ve manevî değerlerimize yoğun biçimde vurgu yapıldığını görürsünüz. Çünkü Anadolu adı verilen kavimler mezarlığında varlığımızı sürdürebilmemiz için bu kutsal (mukaddes) değerlerin korunması ve yaşatılması gerekiyordu. Haliyle pîrimiz Mehmet Âkif Ersoy da bunu en iyi bilenlerdendi.

İstiklâl Marşı’mızın yazıldığı dönemde Ankara’da bulunan ve millî şairimizi görüp tanıyanların ittifakla üzerinde durdukları bir başka husus ise Âkif’in, bu şiiri yazarken neredeyse inzivaya çekilmesi; bir nevi şaman ayinine benzer bir ruh hâli (halet-i ruhiye) içinde, kimi zaman bir kâğıt parçasına bir şeyler karalayarak kimi zaman kendi kendine mırıldanarak Ankara sokaklarında dolaşması idi. Koca Âkif’in, yeni bir dönemin doğum sancılarını çekmekte olan Ankara tepelerinde, doğacak çocuğu kutsamak; ona ad koymak için sabırsızlanan Korkut Ata gibi dolaşması kimilerinin tuhafına gitmiş midir, bunu bilemeyiz. Ama bilinen bir gerçek vardır ki, şiirin birkaç gün içinde tamamlanarak, yarışmayı düzenleyen tertip heyetine (komite) teslim edilmesi bile ne büyük bir ilhamla, duygu yoğunluğuyla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi açısından takdire şayandır.

Mehmet Âkif, babasından aldığı derslerle başladığı eğitim (tedrisat) hayatını, Devlet-i Âli (Osmanlı) okullarında sürdürmüş; ailesinin parasal sorunları olduğu için, diğer okullara nazaran iş imkânları daha çok olan baytar mektebine (veterinerlik okulu) yazılmış ve buradan üstün başarı ile mezun olmuştur. Mehmet Âkif Arapça, Farsça, Fransızca bilen; devrine göre bilgin (âlim) bir kişidir. Şeyh Sadi-i Şirazî’den etkilenmiş; onun yergi (hiciv) temalı şiirlerinden esinlenerek, şiirlerini bu minvâl üzere yazmıştır. Şiirlerinde, İslâm dünyasının tembelliğini, miskinliğini yerden yere vurmuş; hatta alay etmekten bile çekinmemiştir. Ayrıca o bir Türkçe sevdalısıdır da.. Bildiğiniz gibi Osmanlı dönemi (Divan Edebiyatı) şairleri saf ve duru Türkçeyi aruza uyarlamakta zorluk çekince, çareyi Arapça, Farsça sözcüklere yönelmede bulmuşlardır. Bu yöneliş ise Türkçenin ağdalı, karma (kozmopolit) bir dil olmasına yol açmıştır. Oysa Âkif, halkın konuştuğu saf ve duru Türkçeyi aruza öyle ustalıkla uyarlamıştır ki aruz neredeyse millî hece ölçümüz kadar yerelleşmiştir. Yine şiirlerindeki tema o kadar zengindir ki milliyetçi, muhafazakâr, sosyal adaletçi, devrimci, demokrat, derviş, sanatkâr, aile babası, dindar… diye giden ve saymakla bitmeyecek kadar çok kişilikle karşı karşıya kalır insan. Üstelik de sanatı “sanat için” yapanlardan da “toplum için” yapanlardan da daha mükemmel icra etmeyi başarmıştır.

Ünlü düşünür (mütefekkir) ve şairlerimizden Sezai Karakoç, Mehmet Âkif’in şiirlerini günlüğe benzetir. Bu günlük ise -Karakoç’a göre- bir kişinin değil de, bütün bir milletin hayatını konu almıştır. Gerçekten de sıradan insanların, olayların, nesnelerin, konuşmaların (diyalog) şiire ustalıkla girmesi; bunun da, Türk halkının millî bünyesini yansıtıyor olması Karakoç’un haklılığını ortaya koymaktadır. Onu karalamaya; halkın gözünde saygınlığını (itibar), etkisini zayıflatmaya çalışanların gör(e)mediği yahut görmek istemediği nokta da budur aslında. Onun ruhaniyetini Arabistan çöllerine lâyık görenlerin; Âkif’in de bu milletin, bu toprakların bir ulu çınarı olduğunu idrâk etmeleri niye bu kadar zordur ki? Üstelik de Tevfik Fikret gibi papaz babası olmamışken; Nâzım Hikmet gibi “Bilmem ne girmiş, bilmem neyin donuna” gibilerinden şiirler yaza yaza kaçıp gitmemişken… Ve Necip Fâzıl gibi kumarhanede basılmamışken!..

Mehmet Âkif’in, Türkiye’den ayrılarak uzun süre Mısır’da yaşamasına gelince… Âkif, Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen adamlarından biridir. Üstelik 1. Dünya Savaşı yıllarında Türk istihbaratının efsane ismi Kuşçubaşı Eşref’le birlikte Ortadoğu’yu karış karış gezdiği de sır değildir. Hatta ünlü Çanakkale Şehitlerine şiirini bu geziler sırasında yazmıştır. Öyle ya, Mısır’a dış istihbarat göreviyle gitmediği ne malum.. Osmanlı’nın -İngiliz uşağı olan- son şeyhülislamı Mısır’a kaçmışken; Osmanlı Bankası’nın içini boşaltan Haham Nahum Mısır’a kaçıp, oranın hahamı olmuşken dahası o dönemde İngiliz sömürgesi olan Mısır, Ortadoğu’da Türkiye’ye rakip olmayı düşünebilecek tek ülke iken…

Yeri gelmişken aslının Arnavut olduğu meselesine de değinelim. Doğrudur; baba tarafı Arnavutların, Yörük/Türkmenlerin birlikte yaşadığı ve günümüz jeopolitiğinde Kosova olarak anılan topraklarda yer alan İpek kentindendir. Annesi ise yine günümüz jeopolitiğine göre Özbekistan’dan (Buhara) göçüp gelmiş bir aileye mensuptur. Yani Türk değilse bile, Türk’ün öz yeğenidir. Arnavutların, Batı Türkistan’dan (Türkmenistan) Kafkasya’ya (Azerbaycan) oradan da Balkanlara göçüp gitmiş Turanî bir halk olması da cabası.. Dahası Âkif gibi bir dava adamından bahsederken, sonu “-cı” ile biten tanımlamalar kullanmak suretiyle -semt pazarı esnafı mertebesinde telâffuz ederek- onun değerini zaten düşüremezsiniz. Zira o hiçbir zaman İslâm’ın pazarlayıcısı olmamıştır ki; İslâmcı olsun!. Pîrimiz Mehmet Âkif, Mevlâna’nın “Ay olma, güneş ol; herkes senden ışık alsın.” düstûrunu hayat tarzı olarak benimsemiş ve bu hâl üzere yaşamış bir şahsiyettir. Üstelik de “cılık”, “culuk” ile biten işlerin bir zaman sonra cılklaştığının bilincinde bir insandır. Zaten yıllar sonra Cemil Meriç de “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” diyerek, Âkif’in hayat görüşüne arka çıkmamış mıydı?

Türk milleti ve onun kudret nişânesi olan Devlet-i Âli (Osmanlı) -her ne kadar sonu kötü bitmiş olsa da- İslâm’ın çekilmiş son kılıcı, kalkmış son kalkanı, dalgalanan son sancağı idi. Nizam-ı âlem, ilâ’yı kelimatullaha gönül verip, “seyfullahlık” yoluna baş koymuş olan asil milletimizin güttüğü İslâm davası, bütün İslâm âleminin takdirini kazanmış, muhabbetini celbetmişti. Pîrimiz Mehmet Âkif de bu ülküye; Türk’ün, İslâm ülküsüne gönül vermiş bir dava adamıydı. Eşe dosta, hısım hasım gürûhuna bir şey kanıtlamak zorunda da değildi. Adı, millî marşımızın altında yazarken hem de!. Ee daha ne olsun?. Mütareke yıllarında birçok insan kıyıda köşede saklanacak bir delik ararken “Türkler, iki bin beş yüz yıldır istiklâlini korumuş bir millettir. Türkler, istiklâlsiz yaşayamaz.” diyerek gürleyen Mehmet Âkif Ersoy’un aziz hatırasının önünde saygıyla eğilelim canlar. Ve ruhuna bir Fatiha göndermeden önce, sözü yine ona bırakalım:

“Türk eriyiz, silsilemiz kahraman..

Müslüman’ız, Hakk’a tapan Müslüman!.”

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/

Yorumlar (0)