18.01.2022, 15:20

Osmanlıca Neden Başarısızdır? – I

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca Neden Başarısızdır? – I

Öncelikle Osmanlı yazınında işlenen konular kaynağını Arap ve Farsların kültürel yapısından alır.

Osmanlı ozanları Farslar ve Araplar karşısında aşağılık duygusu içindedirler. Bu duyguyu bastırabilmek için de kimsenin usuna gelmeyen bir eylem gerçekleştirirler. Farsların ve Arapların kendi öz öykü ve söylencelerini, yüzeysel değişikliklerle Farslara ve Araplara Osmanlıca anlatmak. 

Ne kadar da eşsiz bir düşünce değil mi?

Osmanlı ozanlarını bu tutum bile kesmemiştir. Araplardan daha iyi Arapça; Farslardan daha nitelikli Farsça yazmak gibi anlamsız bir uğraşa girişmişlerdir.  

Açıkçası hiçbir toplum kendi kültürünün ürünü olan yapıtların yoz örneklerini okuma gereksinimi duymaz. 

Neden bir Fars, doğuştan Fars olan ve kendi anadilinin en güzel örneklerini veren Hafız’ı, Hayyam’ı, Sadi’yi, Câmi’yi Türklerden öğrenme gereksinimi duysun ki? Türklerle Farslar soydaşlar mıdır ki, Farslar Farsçayı Türklerden öğrensinler?

Ben Farsların, Osmanlı Dîvan ozanlarının Farsçayı bir Farstan daha nitelikli yazıp konuşma çabalarına gülüp geçtiklerine eminim. Farsların bu çabalardan etkilendiklerini bile sanmıyorum. 

Şöyle düşünün Türkün biri Farsları çevresine toplamış, Fars oğlu Fars Firdevsî’nin anadilinde yazdığı Şehnamesi’ni Farsça ya da Osmanlıca Farslara anlatıyor. Sözünü ettiğim durumu şöyle bir gözünüzün önüne getirin. Gülüp geçmez misiniz?

Ya da tersinden düşünelim bir Farsın Türkleri çevresine toplayıp, bozuk Türkçesiyle Türklere Oğuz Kağan’ı anlattığını varsayın. Demez misiniz, “Oğuz Kağan’ı Türk’e öğretmek Fars’a mı kaldı?” diye.

İşte Farsların tepkisi de olsa olsa sizin tersi durumda bir Farsa vereceğiniz tepkinin aynısı olacaktır. 

Benzer biçimde düşünün. Bir Türk kalkıyor ve Araplara diyor ki :“Ey Araplar, ben sizin hepinizden daha iyi Arapça biliyorum. Oturun size Kuran’ı anlatayım”. 

Araplar şu söylenene gülmezler mi? Kimi Türklerin, Araplardan bile daha iyi Arapça bildikleri düşüncesi, kendilerini bağlar, Arapları bağlamaz. 

Başka bir dilden örnekleyelim. Bir Türkün İngilizlerin karşısına çıkıp “Ey İngilizler, Kral Arthur söylencesini bir de benden dinleyin. Bugüne dek hiçbir İngiliz Kral Arthur’u size benim anlattığım gibi anlatmamıştır” dediğini düşünün.

Böyle bir durum yaşansa, Dünya durdukça İngilizler yaşanan olayı anlatıp anlatıp gülerler.

İki dilli yetişse bile bir kimsenin öz dili dışındaki başka bir dili anadili gibi bildiğini söylemesi gerçeğe de bilime de aykırıdır. Bir kimse örneğin doğrudan doğruya Arapçanın içine doğmadıkça, dahası aile ocağında Arapça dilbilgisi kurallarını edinmedikçe dili her zaman “kırık” kalacaktır. 

Bir dili ileri düzeyde bilmekle anadil ölçüsünde bilmek ayrıdır. Çünkü anadil konuşurları dışında, bir dili sonradan öğrenenler, öğrendikleri dilin kurallarını ne kadar iyi bilirlerse bilsinler, hiçbir zaman doğal konuşurları ölçüsünde söz konusu dili yaratıcı bir biçimde işleyemezler. Öykünmeden öteye geçemezler. 

Örneğin, bir Türkün özdeş kökten geldiği soydaşlarından Kırgızlar ölçüsünde Kırgızcayı kullanmakta güçlük çekmesi bile, içine doğduğu ortamda edindiği dil kalıplarının ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Bırakın Kırgızları, Türkler Azerbaycan Türkleriyle anlaşma konusunda bile çok büyük sıkıntılar yaşarlar. Dahası Anadolu ağızlarının bile yeri geldiğinde anlaşılamadığı durumlar olur. 

Dolayısıyla Osmanlı Dîvan ozanlarının Arapça ve Farsça için Türkçeyi bile gözden çıkarmaları ne Arapları etkilemiştir ne de Farsları. 350 yıl boyunca olan Türkçeye olmuştur, o kadar. 

Osmanlı Dîvan ozanları Farslığı Farslara, Araplığı Araplara anlatmak gibi boş bir uğraşın ardından gitmek yerine, Türklüğü ve Türklerin düşüncelerini anlatmaya çalışsalardı ola ki Arapların ve Farsların ilgisini çekebilirlerdi. Araplara ve Farslara “Paylaştığımız inanç evreninde bizim de kendimize özgü düşüncelerimiz var. Bizim de uygarlık adına söyleyeceklerimiz var” deselerdi, ortaya koyacakları özgün düşüncelerle Arapları ve Farsları etkileyebilirlerdi. Çünkü son 1000 yıldır bir uygarlık ve insanlık ülküsü öne sürecek yönetsel üstünlük kendilerindeydi. Türkler, Türkçeyi özenle işleyerek din, düşünbil (felsefe), yazın ve bilim alanında Türkçeyi üstün bir konuma getirip, İslam dünyasının ortak kültür ve uygarlık dili konumuna yükseltebilirlerdi. 

Örneğin, Atatürk’ün her alanda başlattığı devrim süreci bütün bir İslam dünyasını bir başına derinden etkilemiştir. Arapların, Farsların, Afganların ve dahi Pakistanlıların çağdaşlaşma konusunda örnek aldıkları ülke her zaman Türkiye olmuştur. Cumhuriyetin ilk 25 yıllık döneminde üretilen bilgi birikimi Araplar ve Farslarca yakından izlenmiş ve Türk aydınlarının düşünceleri örnek alınmıştır. 

Ancak Osmanlı bunu başaramamıştır. Pekiyi, neden?

Her ulusun bireyi kendi anadilinin kodlarıyla doğar. Ana kucağında, aile ocağında dilini edinir. Dolayısıyla bir Türkün bilinçaltında Türkçe kök ve ekler sezgisel olarak bulunur. 

Bir Türkün bilinçaltında çağrışımı olmayan sözcüklerin bildirdiği anlamı tümden kavraması; kökünü saptayarak yeni kavramlar türetmesi; türettiği kavramlar üzerinden bilişsel ve soyut düşünmesi olanaksızdır. 

Bir Türk iş, işçi, işlem, işsiz, işsizlik, işçisizlik, işçilik, işlik, işçil, işletme, işletim, işlemci, işlemcilik, işletmecilik, işletimsizlik, işimtrak, işimsirek, işsizleştirmek, işlettirmek, işleyen, işlemişlik, işlerlik, işçileştirmek, işlek, işletimci gibi gibi sözcükler arasında bağ kuracak ve “iş” kökünden türetilebilecek herhangi yeni bir sözcüğü ilk kez duysa bile, sezgisel olarak söz konusu yeni sözcüğün anlamı kavrayacak, bilecektir. 

Başka bir örnekten gidelim. Örümcek, örnek, örüntü, örünç, örgü, örüm, örgüsüzlük, örüntüsüzlülük, örünçsüzlük, örgün, örgüt, örgütsüzlük, örnekçilik, örü, ören, örlem gibi, gibi. 

Peki ya bir Türk, mütehassıs ile mütehassis sözcüklerinin birbirinden özge olduğunu bilir mi ya da mütevazı ile mütevazinin ayrı anlamlar taşıdığını?

Bilmez. Bilemez. Çünkü Arap değildir. Arapça üzerine uzmanlaşmak istemediği sürece de bilmekle yükümlü değildir. 

Dolayısıyla bir dilin kendi sözcüklerini kavramlaştırabilmesi için kullanacağı kökler ve ekler kendi öz dilinin kök ve ekleri olmalıdır. 

Bir Türk istikbal, mustakbel, makbûl, kabil ve ikbalin; muhacere, tehcir, hicran, muhâcir, hâcir, ihticâr, muhtecir, istihcarın; mükemmel, ikmal, tekmil, tekâmül, istikmal, kâmil, mekmûl, kemâlet, kemalât, tekemmülün kökteş olduğunu bilemez. Aradaki bağı kuramaz. Kurmasına da gerek yoktur.

Bir Türke sorsanız “mahkeme” sözcüğünün kökü nedir diye; size “mahkeme” der. Yalnızca bir Arap “mahkeme” sözcüğünün “hüküm” kökünden geldiğini bilir. 

Ancak bir Arap hükûmet, hüküm, hâkim, mahkûm, tahkim, tahakküm, muhkem, mahkeme, istihkâm, mustahkem, hukema, muhakeme, muhakim sözcüklerinin kökünü sezgisel olarak bilir. 

Farsçadan gidelim. 

Bir Türk goft; guyende, gufte, goftugu, goftarın; reft, revan, reftar, revende, revanbahşın kökteş olduğunu bilmeli midir?

Kesinlikle, hayır. Farsça öğrenmek istemiyorsa bu sözcükleri bilmekle, öğrenmekle yükümlü değildir. 

Dolayısıyla örneğin bir Türk’e “dürbün” sözcüğünün kökü nedir diye sorsanız size “dürbün” dür diyecektir. 

Bir Türk, bu sözcüğün birebir çevrildiğinde Türkçe “uzakgören” anlamına gelen Farsça “dur-bîn”den geldiğini ve görmek eyleminin ortacı “bîn” sözcüğünün de Farsça “dîden”  kökünden türediğini bilmeyecektir. 

Dîden ile bîn arasındaki bağı dahası dîde, dîdar, dîd gibi sözcüklerin de yine dîden kökünden geldiğini Fars sözlük karıştırmadan da bilir. 

Hep Arapça ve Farsçadan gidiyoruz. İngilizceye bakalım. 

Gitmek anlamındaki go-went-gone arasındaki bağ, bir İngilizin bilinçaltında vardır. Dilimizde kullanılan İngilizce sözcüklerden gidelim. Sokakta kaç kişi check up sözcüğünün anlamını ve bu sözcüğün birleşik bir yapıda olduğunu bilir? 

Dilimize herhangi bir dilden giren herhangi bir sözcüğü ele alın sonuç değişmez. 

Bir Türkün bilinçaltında herhangi bir yabancı dilden dilimize giren, herhangi bir yabancı sözcüğün kökünün anlamsal karşılığı yoktur. 

Bir Türk “korkunç kertenkele” anlamına geldiğini bilmeden “dinozor” sözcüğünü kullanır. 

Demoskrates ne demektir?

Peki ya semaver hangi dildendir?

Türklerce gerçek anlamı bilinmeyen ve dahi köklerinin birincil ve yan anlamları ulusumuzun bilinçaltında karşılıksız olan sözcükler Türkçe değildir. 

Bir sözcüğün Türkçe olabilmesi için kökünün ve ekinin tümüyle Türkçe olması gerekir.

“Öz Türkçe”, “Öz Hakki Türkçe”, “Öz Hakiki Gerçek Türkçe”, “Öz Hakiki Gerçek Reel Türkçe”, “Yerli ve Milli Türkçe”, “Avrupai Türkçe”; “Az Türkçeleşmiş”, “Yarım Yamalak Türkçeleşmiş”; “Ilımlı Türkçeleşmiş”, “Türkçemsi”, “Türkçemtrak”, “Az Pişmiş Türkçe”, “Çok Pişmiş Türkçe”, “Su Katılmış Türkçe”, “Melez Türkçe”; “Kırma Türkçe”, “Az Yağlı Türkçe”, “Vegan Türkçe”, “Cinsiyetçi Türkçe”, “Türkçeleştiremediklerimizdenmişçesinemsi”; “Türkçeleştirdiklerimizdenmişçesinemtrak” gibisinden sözcükler yoktur. 

Bu tür tanımlar size yabancı sözcükleri benimsetmek için kullanılan bir kalkandır. 

Bir sözcük ya Türkçedir ya da değildir. Bir dil ya Türkçedir ya da değildir. 

Arapçayla Farsçanın yoğun etkisindeki Türkçe yoktur, Arapça-Farsça-Türkçe kırması yapay Osmanlıca vardır.

Öz Türkçe sözcükler yoktur, Türkçe sözler ile Türkçeye başka dillerden giren “yabancı” sözcükler vardır. 

Öz Türkçe diye bir dil yoktur, Türkçe ile Türkçenin dilbilgisi ile söz varlığını bilmeyen Türkçe yoksulu ve yoksunlarının “Yozca”sı vardır. 

Kendi öz köklerinden, öz ekleriyle sözcükler türeten “Türkçe”ye değil; kendi söz varlığı dururken dilini yabancı sözcüklere boğanların diline “Uydurukça” denir. 

Dil Devrimi karşıtlarının Osmanlıcası “UYDURUKÇA”dır. 

Dil Devrimi karşıtlarının ayıla bayıla kullandığı hacı yağı kokulu sözcükler “UYDURUKÇA”dır.

Biz Dil Devrimi savunucuları ve Türkçe sevgilileri “Arı Türkçe” ya da “Öz Türkçe” konuşmuyoruz, yalnızca TÜRKÇE konuşuyoruz. 

Türkçeye ve Türkçe sözcüklere dilleri dönmeyenler ve Türkçenin en yalın herhangi bir sözcüğünden bile tiksinenler “UYDURUKÇA” konuşanlardır. 

Dil Devrimi karşıtları ve Arapça-Farsça söz varlığı başta olmak üzere yabancı dillerden gelen tüm sözcüklerin sevgilileri yavukluları “YOZCA” konuşanlardır. 

Bir Türk olarak ölene dek “Yozca” ya da “Uydurukça” konuşmayacağım, yazmayacağım. 

Ayrıca eğitimli dilbilimci bir Türk olarak ben şu düşünceyi de kesinlikle benimsemiyorum, özümsemiyorum: “Ama her kavramın dilimizde karşılığı yok.”

Var güzel kardeşlerim, var.

Türkçe yeterli, yetkin ve tümel bir dildir. Karşılık bulamayacağınız kavram yoktur. Yeter ki, oturun inceleyin, araştırın; kesinlikle bir karşılık bulursunuz. 

Ben bile bir başıma üzerinde çalıştığım, kendi yazdığım betikte 500’e yakın Türkçe sözcük türettiysem, yüksek nitelikli bir dil kurulu sıkı çalışmayla bir iki yıl içinde karşılık bulunamaz sanılan bütün sözcüklere karşılık bulur. 

Şu önermenin de bir gerçekliği yoktur: “Dilimizde yerleşik bin yıllık sözcükleri atamayız.”

Atarız yoldaşlarım, bal gibi de atarız. 

Ben size kimi örnekler üzerinden ne demek istediğimi anlatayım. 

“Bilgeye betim gerekmez” ne anlama gelebilir?

“Emre-Sevgili” imgesi nedir sizce?

“Evren görkü evren içindedir görkemi bilmezler/O balıklar ki denizler içre denizi bilmezler” kimindir?

“Kaba kapağa değil özüne bak” desek olmaz mı?

“Yine gönlüm kayığı kırılıp kaşlara düştü/Dayanır mı sırçadır bu taşlı yollara düştü” de olabilirmiş, değil mi?

“Sarmış yine erimlerin bir pekin duman/Bir akça karanlık artar nen durmadan”, neden olmasın?

“Karanlık dolu gönlüm denizler dalgası sensiz/Kanla dolu gözlerim değirmi eğrimdir sensiz”, denemez miydi? 

Yazdıklarım üzerine düşününüz. Az sonra vereceğim Türkçeleştirdiğim alıntıların Osmanlıcalarını. 

Bir kez daha altını kalııın kalıııın çizeceğim: Türkçe yeterli, yetkin, tümel bir dildir. Yabancı tek bir sözcüğe gereksinim duymaksızın kendisini dillendirebilecek oldukça ince bir dildir. Türkçenin baylığını varsıllığını kısırlaştıran, Türkçeyi önemsemeyip bir de üstüne soykırımdan geçiren Osmanlılardır. Osmanlı yazar, akın ve ozanları Balasagunlu ve Kaşgarlı gibi Türkçeyi bir kuyumcu özeniyle işlemiş olsalardı bugün Türkçe yeryüzünün sayılı bilim, düşünbil, yazın, ekin ve uygarlık dili olur; kaynak dil olarak kullanılırdı. 

Bütün bilimsel bilgime dayanarak ileri sürüyorum ki, Türkçeye gereken ilgi ve özen gösterilseydi bugün yalnızca Türkçe kök ve eklerden türetilmiş sözcük sayısı bile, en eli sıkı varsayımla, en az 1.500.000 - yazıyla bir buçuk milyon olurdu. En eğitimsiz bir Türk bile günlük en az 1500’e yakın sözcükle konuşurdu.

Osmanlıcanın neden başarısız olduğunu irdelemeyi sürdüreceğiz. 

Alıntıların Osmanlıcaları: 

“Arife tarif gerekmez”

“Âşık-Maşûk”

“Cihân-âra cihan içindedür ârâyı bilmezler/O mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler”

“Zarfa değil mazrufa bak”

“Yine zevrâk-ı derunum kırılıp kenâre düştü/Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düştü”

“Sarmış yine âfâkını bir dûd-i muannid/Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezaîd”

“Dil-i pür ızdırabım mevce-i seylâbdır sensiz/Dü çeşmi hun-feşanım halka-yı girdaptır sensiz”

Yorumlar (0)