06.12.2021, 21:33

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca

Öncelikle “Osmanlıca nedir?” sorusuyla başlayalım.

Bir kimse, 500 yıl önce atalarının “Türkçe” yazın birikimini okumak ve öğrenmek için, Türkçeye yapı bakımından oldukça yabancı, biri Hami-Sami diğeri Hint-Avrupa dil ailesinden 2 dilin dilbilgisini ve söz varlığını çok ileri düzeyde bilmeliyse ve söz konusu dilleri bilmeksizin “Türkçe” yazılmış tek bir tümceyi bile anlamıyor anlayamıyorsa, soruyorum: Bu dil Türkçe midir?

Arapça ya da Farsça öğrenmeksizin, dahası bir tek Arapça ya da Farsça sözcük bilmeksizin sokakta çevireceğiniz herhangi bir Türk aşağıda yazacağım alıntıyı kolaylıkla anlarsa Osmanlıca üzerine söyleyeceklerimi ben geri almaya hazırım.

“Cevâhir-i zevâhir-i hamd ü senâ ol Mâlikü’l-mülk-i bî-zevâlün pâye-i kürsî-i celâline nisâr olsun ki mi‘mâr-ı hikmeti binâ-yı ibret-nümâ-yı maksûre-i ebnâ-i cinn [ü] ins ü beşerün mühendisidür ve bennâ-yı kudreti ahsen-i takvîm ve a‘del-i taksîm üzerine terkîb ü tertîb olan bünyân-ı ma‘mûre-i cihân-ârây-ı fıtrat-ı insânun bânîsi ve serây-ı muhkem-esâs-ı kuvâ-yı hassâs-ı benî âdemün mü’essisidür ve vurûd-ı revâyih u durûd-ı nâ-ma‘dûd ol nâsib-i livâ-yı kerâmet-ihtivâ-yı makām-ı mahmûdun dârüs’s-selâm ravzasına subh u şâm olsun ki şemşîr-i berrân-ı zebân-ı mu‘ciz-nişânla âlem-i fesâhatde cihân-gîr ve zebân-ı beyânda bî-nazîr olmışdur”

Hiç yorulmayın anlamak için. Bunca karın ağrısı “Tanrı en uludur ve her şeyin yaratıcısıdır” demek için. Onca söz salatasının anlamı işte bu kadar.

Bir de sokakta çevireceğiniz herhangi birine şu dörtlüğü okuyunuz:

“Aklar bulut örlep kökrep//Alkuka mu kar yagurur//Ak bir saçlıg karı anam//Açıyu mu yaşların akıdur”

Şunu da sorabilirsiniz:

Türük Oguz begleri bodun! Eşiding! Üze tengri basmasar asra yir telinmeser ilingin törüngin kim artatı udaçı erti? Türük bodun ertin ökün!

Ne anladığını ve sözcükleri seçip seçmediğini sorunuz.

Sezgisel olarak bir Türkün son yazdıklarımın anlamını kavradığını göreceksiniz.

Gelelim Osmanlıcaya…

Türkçe yalnızca teknik olarak Osmanlıcayı kapsar. Osmanlıca, Türkçenin en bozuk, en yoz, Türkçeye en uzak, Türkçeden en kopuk dalıdır. Osmanlıcanın içinde Türkçe ögelerin oranı yok denecek ölçüdedir.

Ancak Osmanlıca Türkçeyi kapsamaz. Çağdaş Türkçe Osmanlıcanın ardılı değildir. Osmanlıcayla da doğrudan bir bağı yoktur. Osmanlı yazın birikimi yalnızca teknik olarak Türkçe içinde değerlendirilebilir.

Nasıl ki, Mevlana’nın Mesnevisi gerçekte Türk dilinin ve yazınının inceleme konusu olmamasına karşın içerik ve anlatı bakımından Türk ekin geçmişini ilgilendiriyorsa; Osmanlıca da yazın birikimi bakımından özde Türk dili ve yazınının inceleme konusu değildir. Osmanlıca, yalnızca Türkçenin tarihsel sürecini anlamak ve Türk Dil Devrimine neden gereksinim duyulduğunu anlatabilmek için içerik bakımından incelenmelidir, o kadar!

Ne yazık ki, içim burkularak söylüyorum, üst üste de dizseniz yan yana da koysanız 350 yıllık Osmanlıca yazın birikiminin Türk Dilinin geçmişinde Kök Türk Damgalı tek dizelik bir yazıt kadar bile değeri de önemi de yoktur. İşin üzücü ve acınası yanı da budur!

Osmanlıca, ancak ve yalnızca Türk çocuklarına Türkçenin geçmişte nasıl soykırımdan geçirildiğini gösterebilmek için yüzeysel olarak tanıtılabilir. Bir Türk çocuğunun Orkun Yazıtlarını derinlemesine bilmek gibi bir sorumluluğu varken, Osmanlıca yazın birikimini öğrenmek gibi bir ödevi ya da yükümlülüğü yoktur, olamaz. Osmanlıca öğrenmek genel kültür birikimi için bile gereksiz bir uğraştır.

Bir Türk çocuğu ancak Yunus, Hacı Bektaş, Hoca Nasrettin, Karagöz, Dede Korkut, Nesimi, Hacı Bayram, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal, Pir Sultan, Hatayi, Aşık Ömer, Gevheri, Erzurumlu Emrah, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Bayburtlu Zihni, Âşık Veysel gibi gibi halk yazınının büyük değerlerini bilmekle yükümlüdür.

Türkçeye “kaba köylü dili” diyen saray şürekâsının yapay ve eğreti dili Osmanlıcayı bilmeye gereksinimi yoktur.

Çağdaş Türkçe bir kez daha belirtmek isterim ki, Osmanlıcanın ardılı değildir.

Şöyle ki, Türk Dil Devrimiyle Osmanlıca tüm öğeleriyle birlikte yok sayılarak dışlanmış ve doğrudan doğruya halkın gündelik yaşamda konuştuğu yalın dil yani Türkçe yazın dili olarak eksen alınmıştır.

Osmanlıca başkadır, Türkçe başkadır.

Türkün dili Türkçedir, Osmanlı saray çevresinin dili de Osmanlıca.

Osmanlıca demek Arapça-Farsça-Türkçe karşımı yapay ve anlaşılmaz bir dil demektir. Çağdaş Türkçenin Osmanlıcanın ardılı olabilmesi için, Arapça ve Farsça tüm dilbilgisi öğelerini de günümüzde koruyup kullanıyor olması gerekir. Oysa biz bugün bir tek Türkçe dilbilgisini kullanıyoruz. Kalıplaştığı için dilimizde yer eden, Arapça ile Farsçanın son dilbilgisi kalıntılarından sayabileceğimiz kimi tamlamalar da artık yok olmak üzere. Bilinçli bir biçimde kullanmakta diretenler dışında kullananı da yok anlayanı da.

Pekiyi, Osmanlıca halk tarafından konuşuluyor muydu?

Kesinlikle, hayır.

Halkın sokakta kullandığı gündelik dil 15. yüzyıl ortasından sonra saray çevresindekinden ayrıdır. Halk sarayı anlamaz, saray da halkı. Bu dil kopukluğu Osmanlı hanedanını yalnızca halktan değil Türklükten de uzaklaştırmıştır. Osmanlı kendi soyunun dili Türkçeyi “kaba” ve “sevimsiz” bulur. Türkçe konuşmayı geçtim, Türk doğmak bile Osmanlıyım diyenlerin kendisi için katlanılmaz bir utançtır.

Osmanlılar konuştukları dilin Türkçe, kendi soylarının da Türk olduğunu bir zahmet 19. yüzyıl ortalarında anımsamaya başlamışlardır. O da Avrupalıların “Kardeşim siz Türksünüz, konuştuğunuz dil de Türkçe” demesiyle!

Osmanlı kendisine her zaman imparatorluk karşılığı “Devlet-i Aliyye” demiştir. Osmanlılara Türk diyen onları “l’Empire de Ottoman de Turc-Türklerin Osmanlı İmparatorluğu” olarak adlandıran Avrupalılardır. Tıpkı Türkiye’ye Türkiye diyenlerin de yine Avrupalılar olması gibi. Osmanlı zahmet edip de kendi yaşadığı coğrafyayı bile kendisi adlandırmamıştır.

Osmanlıların ulusal bilinçleri konusundaki bu gevşeklik ve vurdumduymazlıkları Türk ulusuna çok ağır bedeller ödetmiştir. Osmanlının Türklüğe duyarsızlığı, Türkçeye ilgisizliği Türklerin kendi kurdukları imparatorluğun dört bir yanında dile gelmez, dillendirilemez ağır acılar yaşamalarına, kendi yurtlarında ve devletlerinde aşağılanmalarına, kendi öz yurtlarında bile kendi yönetimleri altındaki azınlıkların kölelerine dönüşmelerine, Anadolu’nun göbeğinde bile soykırımdan geçirilmelerine neden olmuştur.

İşte ulusal kimlikten yoksun her ulustan, her ırktan, her dinden devşirmeler karmasının dilidir Osmanlıca. Türkçesi bozuk olanların, Türklükle soy bakımından en ufak bağı olmayanların dilidir Osmanlıca. Soy bakımından Türk olanlarınsa bile isteye Türkçeyi aşağılayarak soykırımdan geçirdiği dildir Osmanlıca. Bu yüzden Türkçeyle uzaktan yakından ilgisi birkaç “dır, dür”dür o kadar.

Osmanlıca neresinden evirip çevirirseniz evirip çevirin Türkçe değildir.

Ayrıca Osmanlıyı da Osmanlıcayı da eleştirmek bir Fransızın ya da İngilizin Rusun Almanın Amerikalının değil Türkün hakkıdır. Bir Türk çocuğunun, Türk kanıyla kurulan bir imparatorlukta Türklerin neden yönetimden dışlandığını, neden Türkçenin bile soykırımdan geçirildiğini bilmeye öğrenmeye ve öğrenip bildikleriyle Osmanlıları eleştirip yargılamaya hakkı vardır. Bu Türk çocuğunun doğuştan hakkıdır. Osmanlıların da Türk ulusu ve Türkçe için yaptıkları ve yapamadıklarıyla tarih sahnesinde kendisinden sonraki kuşaklara hesap verme zorunluluğu vardır.

Bu olay bu kadar açık ve anlaşılır bir olgudur. Bugün Türkçenin derinliğini ve güzelliği kavrayan kuşaklar Osmanlılardan Türkçenin ve Türklüğün acınacak durumlara düşürülmesinin hesabını bilimsel olgulara ve kanıtlara dayanarak sormaktadır, o kadar!

Bu durumu soy inkârına götürmek yalnızca ucuz bir duygu sömürüsüdür.

Osmanlıca üç dilin kırması melez bir dilidir. Köksüzdür. Bir avuç saraylı ve onlara yaranmak için bol bol kasideler yazan ozanlar, medreseliler, yazmanlar dışında da kimse günlük dilde bile kullanmaz. İyi hoş, divan ozanlarının bile günlük dilde Osmanlıcayı ne kadar kullandığı kuşkuludur.

Dedelerinin mezar taşlarını okuyamamaktan yakınanlara 300 ya da 400 yıl önceki dedelerinin de zaten kendi dedelerinin mezar taşlarını okuyamadıklarını bildirebilirsiniz.

Birincisi dedeleri okumaz yazmazlardı. Kör kütük bilgisizlerdi. Zaten bilgisizlikten burunlarının ucunu bile görmediklerinden koskoca bir imparatorluğu batırmışlardır.

İkincisi okuryazar olsalar bile Arapça ya da Farsçayı ileri düzeyde öğrenemezlerdi. Çünkü medreselilerin bile büyük çoğunluğu nitelikli düzeyde Arapça ve Farsça bilmezdi.

Üçüncüsü halkın “Gavur Padişah” diye andığı II. Mahmut dönemine dek eğitim devletin yükümlülüğünde değildi. II. Mahmut ilkokul eğitimini yalnızca İstanbul’la sınırlı olacak biçimde zorunlu kılan – elbette yalnızca erkek çocuklar için – ilk padişahtır. Cumhuriyet kurulduğunda bugünkü sınırlarımız içinde kalan topraklarımızda Osmanlı devletinin kurduğu topu topu 17 tane lise vardı. Bunlardan 10 tanesi de zaten İstanbul’daydı.

Misyon okullarına ise Batılılaşmış Osmanlı seçkinlerinin dışında kimse çocuklarını gönderemezdi. Ayrıca, Türklerin gidebileceği misyon okulları İstanbul, İzmir, Bursa ve Adana gibi çok önemli konsolosluk kentlerinde kurulu olduğu gibi çevresinde “gavur” damgası yememek için Türk aileleri bu okullara çocuklarını göndermekten çekinirlerdi.

Bu mezar taşları tartışması işin duygu sömürüsü… Ne yazdığını bilmek için çok da öke (zeki) olmaya gerek yok. Ben size söyleyebilirim:

“Bilmem kimlerden bilmem kim burada yatıyor. Ruhuna El-fatiha!”

İşte bu kadar. Bugün mezar taşlarında, dün Orhun-Yenisey boylarında atalarımız için dikilen yazıtlarda ölen için ne yazıyorsa Osmanlıca mezar taşlarında da aynısı yazıyor.

Osmanlı mezar taşlarında ne kuantum fiziği var ne ileri moleküler biyoloji. Ne bizi Mars’a götürecek planlar var, ne de uzak gökadalara açılan solucan deliklerinin haritası.

Yalnızca ölen için dua isteği! Bu kadar yalın ve duru.

Eğer mezar taşlarını okumaktan soy kütüğü çıkarmak anlaşılıyorsa, hemen söyleyeyim kimse Avrupalılar gibi 1500 yıl önceki atasının kim olduğunu öğrenme hevesine kapılmasın. Osmanlılar kendi atalarının soyağacını bile bilmezlerdi ki, yönettikleri halkın nüfus kayıtlarını düzenli belgelesinler.

Osmanlı hanedanının bile soyağacının gerçekliği bugün bile tartışılır. Neden mi?

Birincisi Doğu’daki soyağaçlarının tümü uydurmadır, düzmecedir. Bunu da Doğu tarihiyle ilgilenen her tarihçi ve dilci bilir. Doğu’da yazılan soyağaçları düş ürünüdür. Geriye gidildikçe gerçeklikten uzaklaşır. Tarihsel bir belge olarak sunulabilirlerse de gerçeği yansıtmazlar.

İkincisi, Dede adı Gündüz Alp, baba adı Ertuğrul, oğul adı Orhan olan bir kimsenin adının nasıl Osman olabildiği açıklanması gereken bir olgudur. Bütün soyunun sopunun adı Türkçe olan bir kimsenin kendi adı nasıl Arapça olabilir?

Görüldüğü gibi Osmanlı tarih yazıcıları Osmanlı tarihini kuruluşundan 150-160 yıl sonra yazdıkları için imparatorluğun şanına yakışır küçük oynamalar, düzeltmeler ve düzenlemeler yapmışlardır.

Osmanlı tarihinin Osmanlılarca yazıldığı ilk dönemin 15. yüzyıl olmasıyla, Osmanlıların kendi ulusal kimliğini yadsımaya başladığı dönemin yine 15. yüzyıl olması yalnızca bir tesadüf müdür?

Türkçe yazılan ilk Osmanlı tarihinin Âşıkpaşazâde’nin 1480 yılında bütünlediği Osmanlı Tarihi olduğunu da ilgilenenler için dipçe düşelim.

“Türkçesi” tamlananıyla size benimsetilmek istenen dili deşmeyi sürdüreceğiz…

Yorumlar (0)