15.12.2021, 00:00

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıcanın Karmaşıklığı

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıcanın Karmaşıklığı

Çok yalın bir soruyla başlayalım Türkçede çoğul nasıl yapılır?

Kök Türkçede öncel (arkaik) birkaçek bulunsa da, yüzlerce yıldır bir Türk bir adın çoğulunu “-lAr” ekiyle yapar.

Pekiyi Osmanlıca nasıl yapar?

Örneğin “varak” sözcüğünü nasıl çoğullaştırır?

Varaklar dediniz ve yanıldınız. Varak Arapçanın kurallarına göre çoğul yapılır. Çünkü Arapçadır. Varak sözcüğünün çoğulu “evrak”tır.

Şimdi geldik en önemli olgulardan birine. Bir dil yabancı dillerden doğal alışveriş yoluyla sözcükler alabilir. Dahası o sözcükleri kendi kullarına göre işletime sokabilir. Ancak hiçbir dil bir başka dilin dilbilgisi kurallarını alıp kendi dilinin yapısını bozmaz.

Osmanlılar her alanda işte bunu yapmışlardır.

Hocalar değil “hacegân”; sevgililer değil “uşşak” ya da “âşıkan” ya da “yârân”; libaslar değil “elbise”; alimler değil “ulema”; mektebler değil “mekâtib”; mektuplar değil “mektubât” vs… vs…

Diyelim ki, babasının kızı diyeceksiniz: “Duhter-i peder”dir o!

Yüzüklerin Efendisi diyelim: “Melikü’l-hatemîn” ya da “Şehinşah-ı engeşterîn”olacaktı.

Alt tarafı Danıştay diyeceksiniz: “Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye”yi kullanacaktınız.

Bir türlü yola çıkamayacaktınız “be-rah-ı revân” olacaktınız.

Dedikodu değil “kîl-u-kâl” ya da “güft-u-gu” yapacaktınız.

Yaz gelmeyecekti, “eyyâmı-ı ürd-i behişt âmed” olacaktı.

Senin aşkından ölüyorum diyemeyecektiniz “Ez eşk-i tü mî-mirem” diyecektiniz.

“Eşk-i tü nihâl-i hayret âmed//Vasl-ı tü kemal-i hayret amed” diye diye gezecektiniz.

“Gülbin-i ıyş mîdemed sakî-i gülizâr kû?” diyecektiniz örneğin…

Ancak aşağıdan yukarıdan, önden beriden nereden bakarsanız bakın Türkçeyi teleskopla bile bulamayacaktınız.

Bir türlü doğrudan doğruya “Nasılsınız, iyi misiniz?” diye soramayacaktınız.

“Bendegânınız, duacınız, kelb-i dârınız sıhhat u afiyet u selametiniz nasıldır sual itmek sizin üçün dahi münasip ise şu dide-i giryân u dil-i nâlan beray amuhten sahip olmak diler.” gibisinden tren gibi tamlamalarla konuşmak durumunda kalacaktınız.

Konuşamayacaktınız bile “guyende” olacaktınız. Söylerim diyemeyecektiniz “gûyem” diyecektiniz.

Alın size Nefi’nin ünlü ikiliği “Tuti mucize-i guyem ne desem laf değil”…

Abarttığımı mı sanıyorsunuz? Bir önceki yazıma dönünüz ve en başta verdiğim 1 tümcelik kısacık paragrafı okuyunuz.

“Gamzen ne dem ki tıg çeküb hun-feşan olur//Uşşak-ı dilfigâre ecel mihribân olur”

Bana bu tümceden ne anladığınızı bir tek sözlük karıştırmadan birebir Türkçeye çevirerek anlatınız, lütfen.

Ya da “Sarmış yine âfâkını bir dûd-i muannid//Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezaid” ikiliğinde ne demiş Tevfik Fikret?

Ayrıca Tevfik mi okunur yoksa Türkün dili dönmediği için bu adı Teyfik diye mi söyler?

Osmanlıcada Arapça sözcükler Arapçanın kurallarına göre, Farsça sözcükler ise Farsçanın kurallarına göre çekimlenir ve türetilirler. Hatta çoğu zaman Türkçe köklere Farsça ekler getirmek gelenektir, alışkanlıktır. Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçe eklerle işletime sokulduğu örnekler azdır.

Örneğin, “zulmet-i beyza” tamlamasında beyaz sözcüğünün dişili kullanılmıştır. Çünkü Arapçanın dilbilgisi kurallarına göre zulmet sözcüğü dişildir ve tamlanan dişil olmalıdır.

Niye zalimlik denmemiştir? Neden Arapçanın kendi kalıplarına göre zulm kökü, fu’let vezninde çekimlenmiş ve zalimlik anlamına gelen zulmet türetilmiştir?

(Fu’let nedir diye merak eden varsa yazı dizimin Arapçada Sözcük Yapımının Özü bölümüne bakıp Arapçanın işleyişine göz atabilir)

Acımasızlık, taşyüreklilik, katıyüreklilik gibi Türkçe sözcükler varken neden ille de Arapçada diretilmiştir?

Türkçe sözcüklerde cinsiyet yoktur. Dolayısıyla eril sözcüklere –e//-ye; -a//-ya getirerek dişileştirme Türkçeye aykırıdır. Kemale, Saliha, Rabia, Necla, Beyza, Esma gibi adlar; müdire, hemşire gibi kullanımlar Türkçeye aykırıdır.

Dahası bu adlar öyle sanıldığı gibi çok da anlamlı da değillerdir. Anlamı bilinmediğinden yılan yavrusu “Osman”; yalancı “Kezban”; dördüncü “Rabia” konuyor da konuyor…

Kim çocuğunu yılan yavrusu ya da yalancı ya da ya da dördüncü diye sevmek ister?

Aykırılıklar bununla mı sınırlı sanıyorsunuz?

Türkçe ortaçlar yerine Farsçalarının kullanılması yazısız bir kural gibidir.

Söyleyen değil “guyende”; okuyan değil “hân”; yürüyen değil “revân” vs…

Osmanlının dili bir türlü Türkçeye dönmez… Sanki Türkçe sözcükleri kullanmak bir sövgüdür kendisine…

Çünkü Osmanlı ozanları için Farsça “matıkut’t-tayr” yani “kuş dili”; Arapça ise “lisan-ı ehl-i cennet”tir.

Türkçe mi?

“Etrâk-ı bî-idrak”ın ağza alınması bile caiz olmayan kaba dilidir.

Arapça ve Farsça “lisan-ı ehl-i cennet” iken Türkçe “lisan-ı yecüc ü mecüc”tür.

Konuşulması bile insanın “lisan”ını “dîl”ini kirletir.

İşte Osmanlı böylesine aşağılamıştır yüzyıllarca Türkçeyi. Osmanlıcayı Türkçeden ayrı gören biz değiliz. Osmanlının kendisidir, Lisan-ı Osmani diyerek.

Şemseddin Sami’nin de dediği gibi “Araba okusan Arap anlamaz, Farsa okusan Fars anlamaz, Türk hiç anlamaz”.

Lisan-ı Osmani, Lisan-ı Osmanidir.

Ne Türkçedir, ne Arapça ne de Farsça!

Ben burada bir de not düşmek istiyorum. İlk olarak bir Osmanlıca Divanı elime aldığımda daha 12 yaşımdaydım. Liseyi bitirdiğimde zaten Osmanlıca yazın birikimini tüm dönemleriyle birlikte öğrenmiştim. Eksiğim yöntemli ve bilimsel inceleme yapacak altyapımın olmamasıydı.

Türkoloji eğitimim sırasında Türkçeyi tüm dönemleriyle birlikte bilip kavradıktan ve Osmanlıcanın içine girebilmek için Arapça ve Farsça öğrendikten sonra bugün sizlere sunduğum çözümlemelerimi yapabilecek düzeyde olgunlaştım.

Osmanlılara kara çalmadığım gibi, imparatorluğun kurucusu ve kalıtçısı Türk ulusunun bir bireyi olarak Türklüğün ve Türkçenin, Türkler eliyle düşürüldüğü durum beni yalnızca derinden derine üzebilir, üzüyor da.

Hele ki, Edebiyat-ı Cedide olarak da bilinen Servet-i Fünun döneminde Cenap Şahabettin’in şu dizlerine bir göz gezdiriniz.

“Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir/Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter/Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir/Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!

Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! /Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümid/Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek./Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!

Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar/Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar/Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar/Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,

Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân/Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân/Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun/Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.

Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök/Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök/Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi/Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi”

Bunun neresi Türkçe?

Ayrıca Servet-i Fünuncular işi Kalsikçilerden bile daha ileriye götürmüşlerdir.

Siz hiç oturup Arapların bile unuttuğu Arapça; Farsların bile varlığını bilmediği Farsça köklerden yine söz konusu dillerin kurallarına göre sözcük türetip kullanan bir Fransız ya da İngiliz ya da ya da
Alman gördünüz mü?

Göremezsiniz.

Ancak, Osmanlı ozan ve yazarı görebilirsiniz.

Sonra da Osmanlıcayı ateşli bir biçimde savunan ve Arapça köklerden Arapçanın kurallarına göre Farsçanın köklerinden Farsçanın işleyişine göre sözcük türeten ve hacı yağı kokan bu sözcükleri kullanmakta sakınca görmeyen Osmanlıcacılar, kalkıp biz kendi dilimizin en eski ve en öz kökleri ve ekleriyle sözcük türettiğimizde ağza alınmaz sövgülerle bile bize saldırabiliyorlar.

Bunun adı Cengiz Aytmatov’un deyimiyle “Mankurt”luktur. Osmanlıca ne yazık ki Osmanlıları birer “Mankurt”a dönüştürmüştür.

Osmanlıcayla daha uğraşacağız…

Yorumlar (0)