Ak Buğday Müzesi

Ak Buğday Müzesi


Tarım, medeniyetin başlangıcı sayılır... Türkmen toprakları, dünyada tarım uygarlığının geliştiği en önemli yerleşimlerden biri olarak, Buğday Müzesi ile medeniyet tarihine zarif bir saygı gösterisinde bulunuyor...

 

Buğday Müzesi, Türkmenistan’ın “ak buğday”ının tarihsel öyküsünü gelecek nesillere aktarmak amacıyla Aşkabat’ta kuruldu. İki katlı müze binasının giriş katında modern zamanların tarım gereçleri ve yöntemleri, alt katta ise tarihi eserler sergileniyor. Ayrıca müzenin, bölge tarımının gelişimine katkı sağlayacak etkinliklere ev sahipliği yapması amacıyla 200 kişilik bir konferans salonu bulunuyor.

Buğdayın “başak demeti” stilizasyonuyla oluşturulmuş bina taçları ve kulesiyle dikkat çekici bir tasarıma sahip olan Buğday Müzesi’nin dış cephesi, ekspresyonist etkileri ağır basan eklektik bir tasarıma sahip. Buğday başağı motifinin temel alındığı iç mekânda da benzer stilizasyonlara yer verilerek ve dömi-klasik bir dekorasyon atmosferi yaratıldı.

Yapı özellikleri: Yaklaşık 25.000 m2’lik alan üzerinde 5.000 m2 kapalı alana sahip olacak şekilde inşa edilmiştir.




Ziyaretçilere açıktır.

Amerikan bilim adamı R. Pumpelly’nin (1837–1923) yirminci yüzyılın başlarında
Aşkabat yakınlarında, Anau’da geçirdiği arkeolojik kazıların sonuçları Türkmenistan
topraklarının insanlar tarafından bitkilerin ilk ekimi yapmaya başladığı ve dünyanın koyun ve keçinin ilk evcilleştirildiği yer olduğunu gösterdi. Anau’da önce tarım başlamış olup,
hayvanların evcilleştirilmesi daha sonra ortaya çıkmıştır. Halkımız asırlar boyunca yaptığı
seleksiyon işinin neticesinde yünü halı dokumaya çok elverişli ‘Sarıca koyun’ cinsini türetmiştir.

Kuzusunun nefis kıvırcıklı derisini almak için beslenen ‘Dosbayı (Karakölü) koyun’ cinsi de
Türkmenlerin başka bir yolla asırlar boyunca yaptığı seleksiyon işinin netijesidir. Türkmen sözlü folklorunda çok eski dönemlere ait tarihî olayların değişik yönlerle yansımasını görmekteyiz.

İlk defa Prof. Pumpelly tarafından ortaya atılan “Oasis Teorisi” daha sonra bazı bilim
adamları (mesela İngiliz arkeoloğu Gordon Childe) tarafından geliştirildi. Onlara göre tarımdaki bu gelişmeler, insanoğlunun parazitlikten kurtulup tabiatla ortaklık kurarak üretken hale gelişinin ilk evrimidir. Bu üreticilik uzun zaman boyunca devam ederek tarihte ilk primitif sanat ve edebiyat eserlerini ve sonuçta bugünki Türkmenlerin çok eski atalarında, ilk sözle folklorda sonra boyala kayada resimleri çekilen, kendine ve Tanrıya (Tanrılara) dinî inancını doğurmuştur.

Amerikan bilim adamı Prof. Raphael Pumpelly, aydınlattığı Anau (Anev) medeniyetiyle,
Türkmenlerin Eski Çag’dan da daha önceki dönemlere ait kültürel geçmişini tesbit ederek,
günümüz tüm tarih kitaplarında ve bilimsel ansiklopedilerinde yer almasını sağladı.

Çok eski, aynı zamanda daima genç, mert ve ferasetli Türkmen milletimiz çok sayıda
ölümsüz dini efsanelerinin bir kısmında insanın yeryüzünde ortaya çıkmasını buğdayla
bağdaştırıyor. Bu efsanelerde belirtildiği gibi, Tanrı’nın topraktan yarattığı ve ‘dutarın’
(Türkmen milli müzik aleti) sesine büyülenerek canı karanlık bedene giren ilk insan Adem ve onun sol kaburgasından yaratılan eşi Havva, Cennette (Uçmahta) yaşamışlar. Cennetteki sayısız nimetleri, kazanlarda pişen lezzetli yemekleri, çeşitli yiyecekleri ve tatlı meyveleri seyrederek, onlardan yemeden, sadece kokusuyla karınlarını doyurarak hayatlarmı sürdürmüşler. “Uçmah malın görme bar-da, iyme yok” (Cennet (Uçmah) nimetini görmeye izin var, tatmaya yok) deyimi ile bu duruma işaret edilmektedir.

Adem Aleyhisselam, “Bu lezzetli yiyeceklerden yesene” diye rahat bırakmayan şeytanın
vesvesesine aldanan Havva ananın ısrarı ile, Uçmahın ‘vaharman’ kavunu (kavun türü) kadar büyüklükteki buğday tanesinden bir dilim kesip alarak, sonradan oluşan yeme isteğini tatmin etmek için eşine verir. Havva ananın buğdayı çiğneyerek yemesiyle, ilk karı-kocanın semadaki (Uçmah) kedersiz hayatları sona erir ve yerdeki (fani dünyadaki) günlük sıkıntılardan dolu hayatları başlar. Demek ki, insanın çoğalmama, yememe gibi özelliklerini sağlayan Tanrılık durumunu (İslam dinimizde Adem'in ilk peygamber sayılması da bundan kaynaklanmaktadır.) kaybederek, şimdiki çoğalan, büyüyen insan sıfatına sahip olmasına sebep olan yiyecek buğdaydır. O olaydan bu güne buğday tanesi de bir dilimi kesilip alınmış minik bir kavun şeklini almıştır.

Evet, “Altın-kümüş daş eken, arpa-buğday aş eken” (Altın gümüş taş imiş, arpa buğday
aş imiş) diyerek, buğdayın, sıkıntılı günlerde her türlü servetten daha değerli olduğunu anlayan halkımız; ulusların sultanı ak buğdaydan pişirilen beyaz ekmeğin yere düşerek toz olan tek bir kırıntısının dahi ziyan olmasına kıyamayarak, onu bulmak için büyük bir tarlayı kazıp, toprağı eleyip ve en sonunda tarladan bol hasat alan ve varlık içinde yaşayarak ün kazanan şahıs hakkındaki öyküyü boşuna yazmamıştır. Çoğu insanlar tarafından bilinen benzeri öykülerin bir başkasında ise sevgili oğlunu gurbete yollayan ananın bir dilim ekmeği bezin içine koyarak:

“Oğlum, ekmeğin bala dönüşünceye kadar yeme” diye öğrettiği söyleniyor. Uzun yolda bezi
defalarca açıp kapattıktan sonra ekmeğin bala dönüşmeyeceğini anlayan ve çok acıkan genç, nihayet ekmeği yemiş ve ekmeğin gerçekten de bal gibi olduğunu anlamış. Fakat, rivayetteki önemli mesele gencin uzun yolda açlıktan helâk olmayıp, gideceği yere sağlıcakla gitmesi ve hedefine ulaşmasıdır. Halkımız sadece ekmeği değil, onun pişirildiği yer olan tandırı, buğday unundan hamur yoğrulan ‘kendiriği’, pişmiş ekmeklerin muhafaza edildiği ‘saçağı’ (sofra bezi) da kutsal saymaktadır. Tandırın dış süslemesinde, eski yazı ve nakış geleneğinin devam ettirilmesi boşuna değildir. Halk arasında tandır, halkın birlik ve beraberliğin simgesi olarak değerlendirilirdi. Söylentiye göre, her evin kendine ait tandırı bulunan köye yolculuk yapan kişiler uğramazmış. Çünkü bu köy halkı kendi arasında ihtilafa düşmüş olarak görülürdü. Ancak birçok ailenin bir araya gelerek bir tandıra sahip olması, birlik ve beraberliğin simgesi olarak görülür ve bu köye uğrayan yolcular ihtiyacını rahat giderebilirlerdi."

Yorumlar (0)