Altın Orda (Altın-Ordu) Türk İlleri ve Çağatay Türkçesi, Gelişmesi, Kaynakları ve Karakteri / Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu
Altın Orda (Altın-Ordu) Türk İlleri ve Çağatay Türkçesi, Gelişmesi, Kaynakları ve Karakteri / Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu

Altın Orda (Altın-Ordu) Türk İlleri ve Çağatay Türkçesi, Gelişmesi, Kaynakları ve Karakteri / Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu



III. yüzyıl başlangıcı, Türk dünyası için yeni bir devre teşkil etmektedir. Asya'nın enginlerinden kopup gelen muazzam Moğol harekât ve fütuhatı, Türkler kadar, beşeriyetin mühim bir kısmının tarihinde de, oldukça kuvvetli bir rol oynamıştır. Önceleri bu büyük harekâtın başı sayılan Cengiz Han'ın Devleti, geniş bir yayılma sahası bulmadan, Selenga ırmağı batısındaki toprak parçasına dayandığı zamanda,1 şüphesiz Moğol hâkimiyeti ve tesiri, ancak Moğolistan sahasına münhasır kalabilirdi. Fakat daha sonraları, XIII. yüzyılın 30 yıllarına doğru, yani 1211 zaferini müteakip, Moğol orduları Yedisu eyaletini de ellerine geçirmişlerdir. Lâkin Cengiz Han'ın Çin'e karşı açmış olduğu sefer hatırasına, garba doğru ilerleme temposu duraklamıştır. Pekin'in alınması ve Çin'in Moğol istilâsına boyun eğmesi üzerine, büyük zaferlerden gururlanan Moğol ayaklanması ve istilâsı, bu sefer de bütün ağırlığı ile Avrupa'nın güney doğusuna sarkmıştır. Neticede Moğol hâkimiyeti, Deşt-i Kıpçak2 sahasına da kendi çevresi içerisine almakla fevkalâde muazzam ve güçlü yeni bir Moğol Devleti vücuda getirmiştir. Bu devlet, doğu edebiyatında "Cuci Ulusu" (Coçi) yahut "Gök-Orda" adıyla adlandığı halde, Rus kronikleri ve tarihçilerinde "Altun-Orda" (Altınordu) diye ün bulmuştur.

Dinyeper ırmağından başlayarak, Volga ırmağının doğusuna doğru epeyce bir arazi parçasını içerisine alan sahaya, XI. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar yaşayan Arap ve İran müellifleri, Deşt-i Kıpçak adını vermişlerdir. Rus ve Bizans kroniklerinde ise K ı p ç a k kelimesinin kullanılışına tesadüf edilmemektedir. Rus vak'anüvisleri bu kelime yerine, eski "Polovets", Bizans kronikleri ise yalnız "Koman" kavim adını kullanmışlardır. İlk olarak Deşt-i Kıpçak toponimik terimini kullanan Nâsır-i Husrev olmuştur.

Yeni teşekkül etmiş olan Altun-Orda, eskiden beri zengin bir medeniyet hayatı yaşayan çeşitli bölgelerde kurulmuştur.3

1219-1220 yıllarındaki sınır bilmeyen Moğol istilâsı, Orta Asya sahasındaki siyasî birlikleri dağıtmasına ve işgal ettiği sahayı kana boyamasına rağmen, katiyyen yerli medeniyetin kalkınmasını ezecek iktidarda olmamıştır. İslâm Doğu medeniyeti bu istilâ ile kendi çehresini değiştirmediği gibi, iktisadî hayat inkişafı da duraklamamıştır.

İşgal ettiği toprakların tam sınırını tespit etmek zor olmakla beraber, ilk Türk dili ve medeniyeti tarihi bakımından bu devletin içerisine alınmış bulunan esas sahaları, Çağatay-ulusu ile İlhanlılar Devleti'nin şimal hudutlarından başlayarak, kuzeydoğuda Bu1gar Devleti, Harezm, Don ırmağının ötesine kadar uzanan muazzam Deşt-i Kıpçak bozkırları, Kırım ve Derbend'e, hattâ, bâzen Bakü'ya kadar genişleyen Kafkasya'nın kuzeyinin yarısı teşkil etmekte idi. Rus beyliklerinden bâzıları da A1tun Orda'ya dahil edilmiştir.

Altun-Orda Devleti'nin özünü teşkil eden ve yukarıda adlan geçen eyalet veya sahaların, gerek kültür ve gerek coğrafik bakımdan, oldukça büyük bir ehemmiyeti olduğundan, bunların yeni kurulan Devletin inkişafında mühim etkileri olmuştur. Bunlardan Deşt-i Kıpçak, Moğol istilâsından evvel, daha XI. asırda tamam ile Kıpçak Türklerinin hâkimiyeti altında olmuştur. İktisaden, oldukça kuvvetli ve sağlam münasebetlerle, bütün maddî ihtiyaçlarını temin etmişti. Muntazam bir surette Avrupa'da: Rus beylikleri, Kırım ve Bulgar ülkeleri gibi yüksek ziraata malik sahalarla münasebette bulunduğu gibi, Orta Asya'da: Harezm, Maveraü'n-nehir (Mave-raünnehir) ve Yedisu eyaletler ile de sıkı bir surette alâkası vardı. Saksın4 ve Suğnak5 gibi zengin ticaret şehirlerine malikti. Moğol istilâsından sonra burada Batı-Sarayı6 ve Berke-Sarayı7 gibi, çağın kültürünü merkezleştiren iki yeni mühim ve zengin şehir kurulmuştur. Bunlar, uzun zaman, Altun Orda Devleti'nin en mühim ticaret merkezlerini teşkil etmişlerdir. Muntazam yollarla Rus beylikler ile ve Kırım, Kafkasya ve Bulgar ülkeler ile bağlı bulunan bu iki şehir, buradan gelen ticaret eşyasını İran'a, Orta Asya'ya, Moğolistan'a ve Çin'e sevketmekte idi. Bu suretle bu iki şehir, göçebe hayatla şehir hayatını birleştirmeğe muvaffak olan mühim merkezlerden biri olmuş ve bir dereceye kadar Altun-Orda Devleti'nin iktisadî hayatında, nâzım bir rol oynamıştır. Bilhassa Berke-Sarayı, bir çok milletlerin uğradıkları bir şehir olmuştur. 1333 yılında bu sahada bulunan İbni Batuta, milliyet bakımından şehrin pek karışık olduğunu ve burada ayrı ayrı siteler halinde yaşayan Moğollara, Aslara, Kıpçaklara, Ruslara, Bizanslılara, Suriyelilere, Iraklılara ve sair şark ülkeleri ahalisine rastladığını söylemektedir. Muhtelif ticaret memleketlerini ellerinde tutan bu unsurlar, âdeta Altun-Orda'nın maddî damarlarını teşkil etmişlerdir. Şehrin bütün kültür hayatı da bunların elinde bulunmakta idi. Böylece, Moğol istilâsından önce de, şarkla garb ülkeleri arasındaki ticaretin ana hattı mesabesinde bulunan Vo1ga nehrinin ehemmiyeti, Altun-Orda Devleti zamanında bir kat daha artmış idi.

Deşt-i Kıpçak'la birlikte eski Volga boyundaki Bulgar ili de Altun-Orda'ya dahil idi. Burası hem ziraat bölgesi, hem de ticaret merkezi idi. Daha Moğol istilâsından önce, Bulgar şehri, Doğu Avrupa ile Orta Asya, Kırım, Kafkasya ve İran ülkeleri arasında, bir ticaret mübadelesi merkezi olmuştur. Cihan ticaretinin merkezlerinden biri sayılan burası, kültür bakımından da, doğu ile batı arasında bir geçit rolü oynamıştır. İslâm âlemi ile olan ilgisi ise, burasını bir nevi İslâm merkezi haline koymuştur.

Altun-Orda'nın diğer bir parçasını teşkil eden K ı r ı m, eski bir kültür hayatına malik olup, Batı medeniyetinin doğuya girmesinde mühim bir rol oynamakta idi. Coğrafik vaziyeti dolayısı ile Kırım, eskiden beri, şarkî Avrupa'dan uzak kalan Bizans, Suriye, Mısır ve Anadolu ile sıkı bir iktisadî ve kültürel münasebette bulunmakta idi. Buna karşılık bu ülkeler, Kırım'ın kendisinden ve bu yol ile Asya'dan bir çok istifadeler elde ediyordu. Bu bakımdan Kırım sahası, yeni teşekkül eden Altun-Orda için çok ehemmiyetli ve değerli olmuştur.

Altun-Orda'nın en dikkate değer sahalarından biri olan Harezm ili hakkında, biraz önce malümat verildiğinden, burada tekrara lüzum yoktur. Yalnız, şu kadarını söyleyebiliriz ki, burası Altun-Orda'nın en zengin ve en medenî parçası olmuş ve XII. yüzyıl başlangıcına doğru, en yüksek iktisadî ve siyasî inkişafına ermiştir. Sahanın başşehri olan Ürgenç ise coğrafik ve iktisadî mevkii dolayısı ile, Çin, Orta Asya, İran ve Şarkî Avrupa ülkeleri medeniyet ve ticaretinin birleştiği ve çarpıştığı bir merkez mesabesinde olmuştur.

Bu suretle Altun-Orda yahut Cuci-Ulusu'nun temelini teşkil eden ülkeler, karakter itibarı ile, çok farklı ve birbirinden bâriz hususiyetlerle ayrılan sahalar olmuştur. Tarihî durumun doğurduğu müsait şartlar, bu çok farklı ülkelerden mürekkep Türk kültür tarihinin inkişafında, çok büyük tesiri olan muazzam bir birliğin ve Devletin vücuda gelmesinde âmil olmuştur.8

Kültür bakımından da, bütün Altun-Orda sahası aynı seviyede olmamıştır. Birbirinden uzak Kırım'la Harezm arasında, kültür bakımından, muayyen farkların bulunması pek tabiî idi. Birincisi-Kırım, malik olduğu eski medeniyet ile Bizans, Mısır, Anadolu ile münasebette bulunduğu halde, ikincisi-Harezm, İran, Çin, Orta Asya, gibi çeşitli kültüre malik doğu ülkelerle ilgili idi. Bununla beraber, bu iki sahanın kültür seviyesine bakarak, Altun-Orda Devleti'nin medeniyeti hakkında kesin bir fikir edinmek oldukça zordur. Hakikî Altun-Orda medeniyetini Berke ve Batu-Saraylarında aramak icab eder. Burası her şeyden fazla, Harezm'in tesirini üzerinde hissetmiş ve bu noktadan araştırmaya değer bir saha halini almıştır. Muazzam Altun-Orda İmparatorluğu'nun başşehirleri olmaları itibari ile de bu iki şehir, imparatorluğun her bir köşesinden ve siyasî, iktisadî münasebetlerde bulunduğu diğer ülkelerden celbedilmiş bir çok usta, san'atkâr, ressam ve umumiyetle kültürlü kimselerle dolu idi.

Çeşitli Altun-Orda sahası kazılarından ve arkeolojik araştırmalarından elde edilen medeniyet ve san'at eserleri üzerinde yapılan incelemelere9 göre, başta imparatorluğun iki başşehiri olmak üzere, umumiyetle Altun-Orda şehirlerinde san'at hayatı en çok Ürgenç şehrinin kültür tesiri altında inkişaf etmiştir. Buna yanaşı, husus ile Berke-Saray'ında Mısır, Bizans, Kırım, Kafkasya ve saireden gelme bir çok/sanat adamları faaliyette bulunmamış değildir. Her ne kadar Altun-Orda Devleti'nin kültür seviyesi hakkında kat'î bir şey söylemek şimdilik mümkün değilse de, Altun Orda'nın muhtelif sahaları hakkında yapılan yeni küçük monografi ve araştırmalar, günden güne, malümatımızı genişletmektedirler. Bu kabilden olarak şimdiye kadar, hakkında çok az malümatımız olan M o h ş i şehrinden elde edilen sikkeler, burasının da, vakti ile Altun-Orda'nın mühim merkezlerinden biri olduğunu göstermektedir. Burası M o r d v a 'larla meskün olup eski Rus beyliklerinden Penza'ya tâbi olmuştur. Lâkin, başlangıçta, pionerlik rolünü yine Ürgenç10 oynamıştır.

Altun-Orda kültürü üzerindeki Harezm etkisinin başlıca sebebi, İslâmiyetin Kıpçak kitlesi içerisinde kolayca yayılmış olmasıdır. Berke-Sarayı devletin başşehri olduktan sonra, çabucak İslâmiyetin yeni bir inkişaf merkezi oluvermiştir. Eskiden beri muhtelif ilimlere kaynak olan Harezm ise, Altun-Orda'nın yeni başşehrinin elde ettiği sağlam mevkiden istifadelenerek, bir çok âlimlerini buraya göndermekten geri durmamıştır. Makdisi'nin verdiği malümata bakılırsa, daha o zamanlarda fıkıh ve umumiyetle hümaniter ilimler üzerinde çalışanlar arasında, en az bir Harezmli talebeye malik olmayanı, âdeta, nadirattan sayıldığından,11 bu muazzam ülemâ kadrosunun kendine yeni yeni faaliyet sahaları arayacağı tabiî idi. Bilhassa Berke-Sarayı, yeni elde ettiği mühim mevkii dolayısı ile, bu akın için en elverişli merkezlerinden biri olmuştu. El-Harezmî lâkaplı bir çok âlimlerin Altun-Orda'daki faaliyetleri ve bunların yerli ilim ve kültür hayatında rol oynamaları, bu akımı tamamı ile ortaya koymaktadır. Bunların içerisinde, oldukça büyük bir nüfuza malik olanları şeyh Numaned din el-Harezmî12 olmuştur. Bir vakitler Ürgenç Hastanesi'nin baş doktoru olan bu zat, sonraları Berke-Sarayı'na çağrılmış ve burada çok büyük bir âlim olmuştur.13 Diğer önemli mevki sahibi olanlar arasında, zikre değenler: Muhammed hoca el-Harezmî Alâeddin Aydoğdu el-Harezmî, Şucaeddin Abdurrahman el-Harezmî ve sâiredir. Harezmli olan bunlar, hep Altun-Orda Devleti'nin paytahtında yeni kurulan kültür hayatında müessir olmuşlar ve ona işgal ettiği mevki dolayısı ile, muhtelif İslâm ülkelerine kültür halitasını aşılamaya çalışmışlardır.

Aynı karakter, Altun-Orda merkezinde ve Harezm'e yakın olan sahalardaki sanat eserlerinde, göze çarpmaktadır. Mamafih, sanat eserinin bâzı şu -belerinde, tamamı ile yerli stilin14 mevcudiyeti de inkâr edilemez. Muhtelif Îslâm ülkelerinden gelen ve getirilen bir çok sanatkârlar asıl mensup oldukları sanat mekteplerinin karekterini, yeni faaliyette bulundukları sahaya da aşılamaktan çekinmemişlerdir. Harezm'in Memlükler Devri, Mısır'ın ve umumiyetle Orta Asya'nın, şüphesiz bu bakımdan, çok büyük tesirleri olmuş ve buraları islâmiyet ideolojisinin en çok kaynaştığı saha olduğundan, ayni rengi Altun-Orda san'atına vermekten geri durmamıştır.

Türklerle meskün bir çok ülkeleri sınırları içerisine alan Altun-Orda'da müşterek bir İslâm kültürü ile yan yana bir de Türk dili geniş bir yayılma ve büyük bir inkişafa yüz tutmuştur. Coğrafî ve iktisâdî bakımlardan, idâre merkezini Volga havzasında kuran bu Devletin, asıl Kıpçak ilinde, eski Bulgar sahasında ve umumiyetle Türklerle meskün sahalarda, daha eskiden beri yerleşmiş ve öz tarih ile yaşamış Türk urukları mevcud olmuştur. Bunların içerisinde en kuvvetli ve ayrıca en kalabalığı Kıpçak uruğu olduğundan, diğer yazarlar bu devlete doğrudan doğruya, "Kıpçak Bozkırı" adını vermeği bile tercih etmişlerdir.

Dikkate şayandır ki Kıpçak devlet adı Osmanlı imparatorları elkabında da yer almıştır. Sultana tabi şehir ve ülkeler sayılırken: "ve Kars ve Erzurum; Gürcistan ve Kefe ve Gözleve ve Deşti-Kıpçak iklimlerinin Sultanı" derken, Deşti Kıpçak sahası da unutulmamıştır. Anlaşılan burası da, Mısır ve Kırımın Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine alınmasından sonraki her Osmanlı eyaleti gibi unvanlar içerisine alıverilmiştir. Türk dili tarihi için çok büyük ehemmiyeti olan bu saha, şimdiye kadar lüzumu derecesinde incelenmemiştir. Kaynakların müsaadesi nispetinde üzerinde durulması, Kıpçak şivesinin asıl değerini yeniden canlandırmış olacaktır.

Kıpçak İli Türkçesi ve Kaynakları

Altun-Orda Devleti'nin kuruluşundan daha çok önce, XI. yüzyıldan XV. yıla kadar, bugünkü muazzam Güney Rusya bozkırları, göçebe bir hayat yaşayan ve buranın hakikî sahibi olan Kıpçak Türk uruğu tarafından işgal edilmiştir. Sahanın öz ahalisine nisbetle Volga nehrinin aşağı mecrasından başlayarak Don ve Dinyeper ırmakları arasına yayılan bu saha, Arap ve Fars edebiyatında sâdece "Desti Kıpçak" adile zikredildiği halde, nedense Kıpçak kelimesi Rus ve Bizans vak'anüvislerine meçhul kalmıştır. Ve bu kavim adı mukabilinde eski Bizans vekayinâmelerinde "Koman" yahut "Kuman", Ruslarda ise "Polovets" kelimesi kullanılmıştır. Bu iki kelimenin asıl lügatî manaları 'sarı' manasında olarak,15 bu Türk uruğuna, sırf 'san saçlı' olmasından dolayı yakıştırılmıştır. Bizans kaynaklarında ilk defa olarak Kuman terimi 1078'de kullanılmıştır.

Halbuki Rus kaynaklarına bakılırsa 1084 tarihinde sekiz yüz bine yakın bir Peçenek grubu, donmuş Tuna ırmağını aşarak, Bulgaristan'a sokulmus ve burasını yağmalamıştır. 1064 tarihinde ise altı yüz binlik bir Kıpçak kitlesi, aynı sahaya girerek buralarını tahrip etmiştir.16 Ayni Bizans kaynaklarında Oğuzlara Peçeneklere toplu olarak Kuman etnonimi verilmistir. 17 Alman edebiyatında, Kumanlara Valvi, (Val [e] wc [n])18 denilmiştir. Leh vakayinâmelerinde, bu Türk uruğu Plauci, Macarlarda Palöcs ve Kuni, Çeklerde Plavci, Ermenilerde Harteş gibi yine "sarı sarışın" anlamına gelen türlü adlarla tesmiye edilmiştir. 19

Kıpçakların hangi tarihten itibaren Kıpçak bozkırında yerleştikleri hakkında şimdilik kesin bir şey söylenemez. Yalnız Rusların Lavrentiy adlı vakayinâmeleri, Kıpçak Türk uruğu ile, ilk göçebelerin baskın tarihi olarak, 1054 yılını göstermektedirler. Marquart'ca, bunların siyasî bir varlık olarak meydana çıktıkları tarih, Gürcülerle beraber Kafkasya'da İslâmlara karşı açtıkları mücadele ve savaş yılı tarihi olan 1120/1121 yılları esas olarak ileri sürülmektedir.20 Bu suretle Moğol istilâsından daha çok evvel, Kıpçak bozkırlarını işgal eden Kıpçaklar, yahut Kumanlar XIII. yüzyıl Moğol istilâsı üzerine, küçük bir kısımlarının Macaristan'a göç etmesine rağmen, öz, ana yurtlarını asla terk etmemiş ve kendilerini "Kıpçak Hanlığı" Devleti uyruğu olarak yeni hâkimlerine tanıtmışlardır. XIV. yüzyılında dahi bu hanlık, Kırım'dan başlayarak Altun-Orda'nın başşehri olan Saray'a kadar uzanmıştır. İşgal ettikleri Volga, Don ve Dinyeper gibi, o devir ticaret ulaşımının can damarı mesabesinde bulunan üç ırmağı ellerinde tutmaları, Kıpçaklara ayrıca cihan tarihine katılma hakkı da vermiştir.

Kıpçaklardan başka, Doğu Avrupa sahasına çok erken çağlarda gelip yerleşen diğer bazı Türk uruklarına dair malümata Bizans ve Rus kaynaklarında rastlamaktayız. Bunlara göre, vaktile buralara Torki21 ve Berendey adlı iki Türk uruğu da gelip yerleşmiştir. Tarihî kaynaklar, bu Türk uruğunun daha tarihlerinde, Bulgaristan'a karşı yapılan seferlere katıldığını yazmaktadırlar. Bir aralık Kıpçaklarla da savaşmışlardır. Sonraları kısmen Bizanslılara, kısmen de Rus kinyazlıklarına katılarak erimişlerdir. Rus vak'anüvislerinin diğer Torki dedikleri uruk, Oğuz uruğundan başka bir şey olmadığı gibi Berendeyler de,22 ilk kez 1097 yılında, Peçenek ve Torkilerle beraber, Rus kinyazı'nın düşmanı olarak zikredilmektedir. Sonraları XII. yüzyıla doğru, Rus kaynaklan Kıpçaklar hariç olmak üzere, güney Rus steplerinde yerleşen Türklere toptan, Çornıye Klobuki adını vermeği tercih etmişlerdi. 23 Bu suretle Altun-Orda'nın, bu sahası, daha Moğol istilâsından önce Türkleşmiştir. Lâkin XII. yüzyılda, Kıpçakların İrtiş ırmağı boyundan inip, Seyhun ırmağı ile doğu Avrupa istikametine doğru akması, genellikle bu devir Türk etnik teşekkülünün bir dereceye kadar değişmesine sebebiyet vermiştir. Büyük kitleler halinde çeşitli yönlerden akıp gelen bu Türk kabilelerinin kavuşması neticesinde doğan Kıpçak Hanlığı, kendi yapısında Moğol unsurlarını da erittikten sonra, Türklerin siyasî ve kültür hâkimiyeti, kesin olarak temin edilmiştir.

Moğolların Türkler içerisindeki emirlerine dair en iyi bilgiyi biraz önce zikretmiş olduğum XV. yüzyıl Arap yazarlarından el-'Omarî'de rastlamaktayız. Bu yazara göre: "Önce Kıpçaklar Moğol tabiyetine girdiler, sonraları Moğollar Türkler arasına karışarak, onlarla akrabalık peydah ettiler, ve tabiat Moğolların ırkî ve tabiî vasıflarına galebe çalarak onları Kıpçakların ayni yaptı. Zira Moğollar, eserde hep Tatar olarak geçer, Kıpçak ülkelerine yerleşerek onlarla akrabalık kurdular ve onların topraklarında yaşadılar. "

Yayıldığı geniş coğrafik sahanın, toplum bir hayat sürme imkânları vermemesi, Kıpçakları akıcı ve akıncı bir kudret olarak yaşamaya mecbur etmiştir. Sınırlarının nereden başlayıp nerede bittiğini kestirmek ve tayin etmek zordur. Bir aralık Orta Asya'dan Tuna havzasına kadar uzayarak24 göçüp kondukları yerlerde,25 kendilerine mahsus bir takım izler bırakmışlarsa da, sonraları Moğollara baş eğmek mecburiyetinde kalmışlardır.26

Kuman yahut Kıpçak Türkleri kültür hareketlerine dair bize kadar gelen bazı değerli tanık ve eserler mevcuttur. Bunlar sınır bilmez Kıpçak boylarının muhtelif illerde: Mısırda, Suriyede, Kırımda, Güney Rus isteplerinde ve sairedeki millî kültür harekâtına katıldıklarının en iyi tanıklarıdır. Türk dili ve Türk leksikolojisi gelişmesinde inkâr edilmez rolleri olmuştur. Kıpçak sahasına ait şimdiye kadar ele alınmamış bir yığın eser vardır.27

Kıpçak topluluğuna katılan Türk boylan arasında Yimeklerle Kimekler de bulunmakta idi.28 Mısır bölgesi Kıpçaklarına, Türkmenlerden bir boyun karışmasının, bu saha Türkçesi üzerinde şüphesiz büyük tesiri olmuştur. Selçuklular ve Eyyubîler zamanında Irak ve Mısırda kalabalık bazı Oğuz-Türkmen boylarının burada yerleşmiş oldukları, tarihçe de sabittir. İlk Memlük hükümdarı Aybek de Türkmenlerden olmuştur.

Çağatay Türkçesi Gelişmesi ve Karakteri

XIII. asrın başlarına doğru Cengiz'in kılavuzluğu altında, Orta Asya derinliklerinden kopuveren muazzam milletler istilâsı, başlangıçtaki yıkıcılığına rağmen, sonraları bilhassa Timur Devri'nde, kendisine mahsus özel bir kültür akımı halini almıştır. Bundan dolayı da Cengiz ve Timur, ayırt edilmeden uzun zaman, Avrupa ve kısmen Şark yazarlarının sert yargılanma töhmeti altında kalmışlardır. Harekât, sırf garp toplum hayatının geçirdiği Orta Çağ skolastik din taassup perhizciliği devresine rastlamış olduğundan, tarihte "Moğol" veyahut "Tatar-istilâsı" gibi adlarla anılan bu azametli istilâ akını, pek tabiî olarak yabancılarca kolay kolay hazmedilemezdi. Herkesin gözüne, yalnız Cengiz'in mirası olarak bıraktığı, mamure harabeleri ve yıkıntıları ile istilâ çılgınlıkları batmakta idi. Hindistan'dan Akdeniz kıyılarına kadar serpilen ve serilen, gövdesine İran, Turan ve Deşt-i Kıpçak gibi, sınırsız il, ülkeleri alan bu yeni imparatorluk fütuhatı, başçısı olan Timur'a, doğuda muazzam prestij, Batıda ise sâdece, kin ve nefret hissi kazandır-mıştır. O, Batılılar ve Ruslar için yıkıcı ve yakıcı bir kuvvet olarak kalmış ve bu hatalı tanıma gücü epeyce zaman devam edegelmiştir.

Halbuki Timur, hiç de zannedildiği kadar tahripkâr ve yıkıcı bir kuvvet olmamıştır. Savaş ve askerî harekât icapları dışında, tersine, bağlı bulunduğu vâtanının ve millî devlet sahasının kültür gelişmesine değerli hizmetleri dokunmuştur. Orta Asya küçük feodalite teşkilâtlarını kaldırmak sureti ile, muazzam bir imparatorluk kurma teşebbüsüne girişmiş ve bunda başarılı olmuştur. Doğduğu Keş yahut "Şehrisebz" şehrini, kendisine örnek bir paytaht olarak yapmak istemiştir. Fakat, siyasî ve iktisadî bakımlardan merkez olmaya elverişsizliği dolayısıyla, bu fikrinden ayrılmıştır. Bunun üzerine, kendisinden sonra dahi Orta Asya Türk dil ve kültür gelişmeleri için önemli merkez rolü oynamış olan Semerkant şehrini, başkent olarak seçmiştir. Gerçekten de burası, kısa bir zaman sonra, Türk dilini temelleştiren şairler muhiti ve ocağı olmuştur.

1405 tarihi yaşlı Timur'u hayattan ve dünyasından ayırınca, kurduğu Devleti de varislerine bırakmıştır. Koca imparatorluk, az zaman sonra, mirasçıları durumunda bulunan bu iki oğlu ile 18 torunu arasında paylaşılmaz bir hale gelmiştir. İç başkaldırmalar, isyanlar, çekişmeler ve savaşlar, hep Orta Asya Türklüğü tarihi aleyhine olmuştur. Sonda, Timur'un oğlu Şahruh (hakimîyeti 1404­1447), babasının kendine miras olarak bıraktığı Horasan eyâleti ile yetinmeyerek 1409 tarihinde babasının da paytahtı olan Semerkant şehrini ele geçirmiş ve kırk yıldan fazla bu kültür sahasına hâkim olmuştur. İktisaden birçok devletlerle, Çin ve Hindistan da dahil olmak üzere, ticarî münasebetlere girişmiş, yerleşik bir kültür hamiliğini yapmıştır.

Semerkant şehri, dünyaca tanınan ve bilinen çok eski kültür merkezlerinden biri olmuştur. Orta Asya Türk kültür gelişmesine merkezlik yapmıştır. Yakın ve uzak doğu memleketleri ile siyasî münasebetler kurmuş, fikir değişmelerine katılmıştır. Bundan dolayıdır ki, Doğu yazarlarınca türlü ad ve unvanlarla adlandırılmış ve bezenilmiştir. Önemi üzerine çeşitli milletler istilâsına uğramaktan geri kalmamıştır. Büyük İskender'in, Arapların, Moğolların geçit sahası olmaktan kurtulamamıştır. Timur'un türbesini kalbinde saklamaktadır. Zengin Türk-İslâm mimarî eserlerine sahiptir. Bibi hanımın camiinin yıkıntıları, Şâh-zînde, Timur'un türbesi, Şîrdâr, Tilla-Kari, Uluğ Bey medresesi, şehrin eski tarihî hatıraları arasındadır.

Böylece, kültür merkezliğine yükselen Semerkant, Şahruh'un oğlu Uluğ Bey, (hakimiyeti 1409­1449) zamanında geniş gelişme imkânları bulmuş, baba tarafından başlanan bütün kültür gelişmesinin müspet sonuçlanmasına gayret edilmiştir. Semerkant yöresinde, bugüne değin, harabeleri kendinden tarihî bir yadigâr olarak kalan, çağının meşhur Uluğ Bey Rasathanesi, şüphesiz devrin kültür değerlendirilmesinde çok faydalı bir ölçü olabilir. Ne yazık ki, çok trajik olaylar Uluğ Beyi hayattan ve Semerkand'ı da hamisinden ayırınca, ister istemez Semerkant şehri elinde bulundurduğu kültür birinciliğini Herata devre mecbur olmuştur.

Aslında Semerkant, Herat kadar kadim bir şehir olarak Marakanta adı ile bilinmekte idi.29 Arap istilâsı üzerine, Buhara ile yarışan ve Hilâfete bağlı kalan bir kültür merkezi idi. Meşhur İran şairi Rudegî, aslen buralı idi. Bundan dolayı da burası İran dil ve edebiyatına hizmet etmekten geri kalmamış sayılır. 1220 tarihlerinde Cengiz Han'ın amansız yıkımına hedef olmuş, Timur zamanında ise yeniden kendini bularak kültür tarihçiliğinde yer almaya başlamıştır. Etrafında kurulan köylere, merkeze bir gösteriş azameti vermek amacı ile; Bağdat, Dımışk, Kahire, Sultaniye, Şiraz gibi şehir adlarını takmıştır,30 Bununla Timur, paytahtına nispetle, diğer Şark ülkeleri paytahtlarının, ancak bir köy mesafesinde olabileceklerini ima etmek istemiştir. İspanya gezginlerinden Klaviho, hayran olduğu çağının Semerkand'ını methetmekten kendisini alamamıştır. Zamanı için dünyanın belki de en büyük camii sayılan Bibi-hanım, Şahzinde türbesi ve Şahruh'la oğlu Uluğ Bey'in de metfun bulunduğu Timur'un kendi mezarı, Semerkand'ın cidden en iyi sanat eserlerinden sayılan tarihî ve zarif Türk hatıralarındandır. "Zîç-i cedîd-i sultânî" adlı Uluğ Bey'in meşhur zîçi, bu Türk evlâdının fene ve ilme karşı beslediği rağbet ve hevesin en iyi delillerden biridir. Avrupa bilginlerince takdir edilmiştir.31 Dikkate şayandır ki, Buhara'da Uluğ Bey tarafından yapılan bir cami duvarına: "İlim yapmak her müslüman erkeğinin ve kadınının borcudur32 vecize olarak yazılışı Uluğ Beyin yüksek şövalyelik insancılığını göstermeğe kâfidir. Anlaşılan Türk geleneğinden olan "Kadına hörmet" vecibesi, bu çağdaki Timurilerin şerefli bir vasfı olmuştur.

Böylece, baba Şahruh ve oğul Uluğ Bey, devrin Türk kültür gelişmesi içi yapabildiklerini yapmış33 Türklüğe hizmeti, vazifelerinden saymışlardır. Tarihçi Şerafeddin Ali Yezdî (Öl. 1454), Hafiz-ı Ebru, Kemaleddin Abdurrezzak (1413 1482), gibi Timuriler tarihini tesbit ve aydınlatan ünlü yazarlar, Şahruh'un kişiliği etrafında toplanmışlardır. Şahruh'un kendisi, Ali Şir Nevaî'ye göre şair değildi Fakat ilim ve bilgi hamisi bir şahsiyet ve varlık idi.

Bu suretle XV. yüzyılın tam ortasına doğru, Türk kültür ve umumiyetle bilim merkeziyetçiliğini üzerine almış olan Semerkant, yerini Ali Şir Nevaî gibi, milletlerarası büyük üstat şairler arasında yer almaya hak kazanmış büyük bir Türk şairi sayesinde, Orta Asya'nın yeni bir kültür merkezi olan Herata kaptırmıştır.

XV. yüzyılın ikinci yarısında Timurîler Devleti paytahtlığına yükselen Herat, diğer bir deyimle Heri, tıpkı Semerkant gibi, kadim şehirlerden biridir. Coğrafik durumu itibarı ile Horasan eyaletinin merkezi olup, İran, Orta Asya, Hindistan ve Çin ülkeleri kervan yolunun kavşağında bulunuyordu. Vakti ile burası da, Cengiz yıkıcılığından kurtulamamış, uzun müddet ihmal edilmiştir. Nihayet Şahruh'un asil himmeti ile gelişmiş ve genişlemiştir. Şahruh tarafından bazı değerli sanat eserleri yaptırılmıştır. Baysungur'un, azametli sarayı da bunların arasında bulunmaktadır. Bir aralık, her iki başkent, Şahruh'un idaresi altında birleşik hayat sürmüş, ve Türk kültürünün ilerlemesi, iki şehir arasında paylaşılmış bir durum almıştır.

Fakat 1458-59 yıllarına doğru, yavaş yavaş iktidarını: Horasan, Seistan, Belh Herat gibi çok mühim merkezler üzerine de germeye muvaffak olan Hüseyin Baykara, nihayet 1469 tarihinde Herat'ı payitaht olarak ilân etmekle, Türk dili ve edebiyatının yeni bir merkezini dile getirmiştir. O kadar ki, Herat'tan bahseden Zahireddin Babursah, burasını emsâlsiz bir şehir olarak tarihe geçirtmekten kendisini alamamıştır. Dile ve edebiyata karşı olan ilgisine nispetle sanat eserleri bakımından Semerkant'tan dun idi.34

Böylece, Timurîler Devri'nin mümtaz vasfını teşkil eden Orta Asya Türk dilciliği, gelişme imkânları bulduğu çevre kültür şartlarına bağlı, çeşitli merhaleler geçirmeğe mecbur olmuştur. Çağın en büyük dil yaratıcısı sayılan Mir Ali Şir Nevaî'ye göre, Timurîler devri edebiyat gelişmesi çağında, İran dili, kendi üstünlüğünü bütünü ile muhafazaya çalışmıştır. Nevaî'nin "Mecalisü'n-Nefais" adlı küçük, fakat çağının edebî ve kültür hayatını açıklamakta, çok önemli bir yeri olan eserine bakılacak olunursa, üç yüzü aşkın Nevaî'ce bilinen ve tanınan Türk şairinin yüzde doksanı, Farsça yazmayı tercih etmiştir.

A. Şîr Nevaî'yi yıldıran ve sıkan bu gerçek, nihayet şairi, hayatının sonuna doğru, Türkleri ikaza mecbur etmiş ve o da, hiç bir şeyden çekinmeden "Muhakemetü'l-Lugateyn" adlı eserini yazmaya mecbur olmuştur. Sahası olmadan, Türk dilinin Fars dili üzerindeki üstünlüğünü ispata kalkışan Ali Şir Nevaî, açık söylemek gerekirse, bu hususta oldukça zayıf kalmıştır. Dillerin bir diğerine karşı üstünlüğü meselesi, umumiyetle ne münakaşa ne de iddia edilir. O, bu eser ile yalnız ikaza çalışmış ve kendi mensubu bulunduğu Türk muhitini, Farsça ile beraber Türkçede de yazmaya davet etmiştir. Fanatik bir dilci ve şair değildi. Kendisi Arap, Fars dillerini, kendi ana dili kadar bilir ve yazardı. Lâkin, öz dili varken, yabancı Fars dilinin esaretine ve taklidine tahammülü yoktu. Çevresi ve köyleri kâmilen Türklerle meskûn olduğu halde, şehirlerin aristokrasi sınıfının Fars dili üstünlüğünü sağlaması, elbette Türkçü bir düşünür için tahammül edilmez bir mesele idi. Bahusus ki, bu neviden bir kültür, geniş muhiti saracak ne bir vasfa, ne de bir zevke malik idi. Edebiyat sahası da aynı cereyana kapılmıştı. Nevaî'nin candan dostu, çağının en büyük İran şair ve düşünürlerinden olan Molla Câmî'nin "Silsiletü'z-Zeheb" adlı poeminin îkinci kısmındaki tasvire bakılacak olunursa, genel edebî zevk, hep eski Rudegî, Unsurî, Enverî, Sâdî, Sanâî, Nizâmî ve emsâli gibi şairlerin ilhamında toplanmış idi. Muhtelif hükümdarlar saraylarına bağlı olan bu şairler, üstelik en mükemmel kasidecilerden sayılmakta idiler. Az bir farkla ayni İran şairleri, Nizâmî Gencevî, Emir Husrev Dehlevî de dahil olmak üzere, Nevaî tarafından takdis ve tebcil edilmiştir.

Bununla beraber, Orta Asya Türk devletçiliğinin millî yapısında, Türk yazar ve aydınları tarafından idealize edilen İran dilli edebiyat, hiç bir surette ve şekilde Türk dilini arka plâna atmaya muvaffak olamamıştır. Türk sarayı ve idaresi başında duran ve Türk dili ve kültürüne hizmet etmeyi kendilerine vazife sayan yerli hükümdarlar muhitinde, her ne kadar Firdevsî'nin "Şahnâme" si ile Nizâmî Gencevî ve Emir Hüsrev Dehlevî'nin [1253-1325] "Hamse"leri, geniş bir sempati yaratmışlarsa da, ayni konuların Türk dilinde işlenmesi, yerli şairlerin en çok özendikleri gaye olmuştur. Baysungur'un "Şahnâme"yi yeniden tanzim ettirmeğe yeltenmesi ve şair Lutfî'nin "Zafernâme-i Timurî" adı ile yeni bir eser yazmak istemesi, şüphesiz ton ve tarz yönünden, ilhamını "Şahname'den almış olsa gerektir. "Hamse" tarzı ve nevi ise, daha derin iz ve tesir bırakmış olacaktır ki, konu yalnız Hüseyin Baykara, Baysungur, gibi kendilerini kültür gelişmesine vakfetmiş hükümdarların dikkatini çekmekle kalmamış, Eşref, Mevlânâ Ali, Asi, Fatih Rûmî, Hoca İmadeddin Lâhûri, Suheyli, Hatifi, Câmi, Nevaî gibi "Hamse" çığrında yürüyen bir yığın belli başlı şairler de yetişmiştir.

Böylece, daha XIV. yüzyıldan itibaren, bilhassa Harezm sahasında tatbiki Türk diline başlanan İran şiir tekniği, nihayet XV. yüzyılın birinci yarısında Semerkant'ta ikinci yarısında ise Herat'ta, gerçekleşme imkânını bulmuştur. Her iki Türk kültür merkezinde yetişen şairler çevresi kendi ana dillerine verdikleri değer, elbette, neticesiz kalamazdı, Hele hükümdarların da millî dili korumaları ve bu dilde şiirler yazmaları, büsbütün Türk dilini üstün duruma getirmeğe yaramıştır. Nitekim Nevaî, Timurî Şehzadelerinden sekizinin Türkçe şiirleri ile şöhret ve muhit yaptıklarını açıklamaya lüzum görmüştür.

İşbu çağ Türkçesi yahut şiir dili, kendi aralarında "Türkî" adı ile bilindiği hal de, Avrupa bilginleri tarafından daha XIX. yüzyıl sonlarından itibaren, bu edebi Türkçeye, Cengiz'in ikinci oğlu Çağatay'a izafeten "Çağatay dili" adının verilmesi daha uygun görülmüştür.

Böylece Orta Asya Türk dili tarihi akışında, en çok gelişme merhalesi geçirmiş bulunan edebî Çağatay Türkçesi, maalesef terminoloji bakımından, Türk dili ve edebiyatı sahasında, âdeta içinden çıkılmaz bir anlaşmazlığa yol açmıştır. Deyim bu sahada çalışanlarca gelişi güzel bir çok anlamlarda kullanılmıştır. Kimine göre Çağatayca XV.-XVI. yüzyıllarda Orta Asyada gelişme bulmuş yeni ve müstakil bir edebî Türk dili olmuştur. Kimine göre, sâdece bugünkü edebî Özbekçenin ilk örneğinden başka bir şey olmamıştır. İki birbirinden ayrı ve hatta zıt Türk şiveleri arasında, köprü vazifesi gören bir şive mahiyetinde olduğunu ileri sürenler de bulunmaktadır. Fakat, bütün bu iddialar ve fikirler, Çağataycanın gerçek manâsını meydana koyacağına, bilâkis bu edebî Türk şivesini içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Halbuki, Türkoloji araştırmalarında önemli bir geleneğe malik ve hatta bir aralık, uzak ve yakın diğer edebî Türkçe şubeleri üzerinde de geniş tesiri bulunan bu sahayı, hiç olmazsa ana hatlar ile, şimdiye kadar, tespit etmek gerekirdi. Bu yapılmamıştır. Bundan cesaret alarak lüzumsuz iddialarda bulunmamak şartı ile, mukayeseli edebî Türkçe üzerindeki çalışmalardan ve Türk dilinin tarihi akışından ilham alarak, artık beklemeye tahammülü kalmayan Türkçenin bu devresi hakkındaki fikirleri ortaya koymayı yerinde buldum.

Bilindiği üzere Çağatay deyimi, ilk olarak, Harezm'le Doğu ve Batı Türkistan sahasının hükümdarlığına getirilen Cengiz'in ikinci oğlu Çağatay'dan türemiştir. İlk zamanlarda, sırf bir şahıs adı olan kelime, XIV. yüzyıldan sonra, Maveraünnehr'in, Çağatay varislerinin idaresi altına geçmesi ile, daha resmî bir mana almış ve başında bir Moğol hanı bulunmak şartı ile, Orta Asya Türk Devletine alem olmuştur.35

Mamafih, Çağatay deyimi aslî sayılân resmî man'ası dışında, ayrıca bir de kabile adı lmak üzere, oldukça dar bir manâda dahi kullanılmıştır. Gittikçe genişlemeğe yüz tutan deyim ilk zamanlarda, yâni Timurilerle Çağataylılar devrinde, sırf göçebe ve göçebelik geleneklerine bağlı halklara36 izafe edilmekle kalmamış, sonraları Çağatay sülâlesine mensup hükümdarlar bulunmadığı sıralarda dahi, kendi resmî manasını muhafaza etmiş ve hatta Hindistan'a kadar götürülmüştür. Dikkate şayandır ki, aynı devirde sabık Çağatay ulusunun şark kısmında Çağatay hanları hâkimiyet sürdükleri halde, Çağatay tabiri tamamı ile kullanış dışında tutulmuştur.37 Tıpkı devlet teşkilâtı ile, dil ve edebiyat sahalarında olduğu gibi, etnoloji alanında da, tabir, açık bir mana ifade etmekten uzak olmuştur. Nitekim, Ali Şir N e v a î kendi eserlerinde, bazı Çağatay kabilelerinin rollerinden bahsettiği gibi Nevaî'nin eserlerini tarayarak "El-lügatü'n-Nevaiyye" adlı bir sözlük vücuda getiren müellif de, bâzı alâmetler üzerine, Arlas, Arlat, Barlas, Belügüt, Tarhan ve saire gibi bazı urukları doğrudan doğruya Nevaî'nin eserlerinden iktibas yaparak, Çağatay kabilesinin birer kollarından saymıştır.38

Babur şah da, yerli bir hanın idaresinden bahsederken, Çağatay adlı bir Türk halkının mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.39 Seyyah Klaviho ise, vaktiyle Çağatay kabilelerinin, Timur'a bir nevi askerî muhafızlık vazifesi yaptıklarını kaydetmektedir. Aşağı yukarı, aynı manada kelimeyi aynı manada olmak üzere tarihçi Nizameddin Şami ile Mirhond da kullanmıştır.

XVI. yüzyıldan sonra Timurîlerin düşmesi ile, yeni kurulmaya başlayan Özbek ülkelerinde, Çağatay ismini taşıyan göçebe halklara rastlandığı gibi S e m e rk an t ve H i v e civarı Türk kabileleri bölümleri içerisinde de, doğrudan doğruya, Çağatay kavim adını taşıyan kabileler de mevcut olmuştur.40

1881 yılı Hindistan sayımında zapt edilen Çağatay adlı kabileler, bu addaki mevcut eski Türk halkının, yaylım hatırasından başka bir şey değildir. Etnomik manası ile "Çağatay" kelimesi yahut "Çağatay kabile adı" Semerkant eyaleti çevresinde yerleşen Özbek boyları içerisinde, Harezm'de41 ve diğer bir çok coğrafik ve toponimik adlarda, meselâ Taşkent42 şehrinde olduğu gibi, bâzı mahalle, sokak ve saire adlarında, bugüne kadar kendisini muhafaza edegelmiştir.

Bununla beraber, Çağataylıları, Türkleşmiş Moğollardan sayanlar da vardır.43

Fakat bu telâkki, geniş bir taraftar bulmamış ve sırf bâzı göçebelerin kendileri "Mogol" kavim adını vermelerinden ileri gelmiştir. Şeybânî hanın fütuhatından sonra ise, yeni teşekkül etmiş olan Özbek hanlıklarında başgöster antagonizm üzerine, Özbeklerle Çağataylılar muhitinde, "Özbek Türkçesi ile "Çagatay Türkçesi arasında, daha geniş bir fark gözetilmeğe başlanmıştır. Nitekim aslı itibarı ile Harezmli olan Mehmet Salih Şeybânî hanın tarafına geçmesine rağmen, Şeybânî-nâme adlı eserinde, muhasara edilen Semerkant şehri mümessillerine karşı söylediği bir hitabede, her ne kadar Timurîleri terkle Şeybâni han tarafına geçmiş ise de, Çağatay ilinden olması dolayısı ile, mütemadiyen Özbeklerce takdir edilmesine rağmen "Çağatay ilinin kendisini Özbeklerden saymamasını" dilemektedir.44 Anlaşıldığına göre bu zamanlarda, tabiî olarak, Çağatay edebî dille beraber, ayrıca bir de, Çağatay ulusuna bağlı bir halk kitlesi, veyahut kavmi kastedilmiştir.45

Bu kitlenin etnik bünyesi hakkında kesin bir malûmatımız yoktur. Yalnız, Ali Şir'in eserlerinde, muhtelif vesilelerle adları geçen: Özbek, Kalmık, Kıpçak, Akar, Kiat, Belügüt, Arlat, Barlas, Tarhan, Sulduz,46 Kongrat, Celair, Kuçin, Vesaire gibi boy ve kabile adlarına bakılırsa, Çağatay Devleti sınırları içerisinde, karma bir çok Türk unsurlarının yerleşmiş olduklarına hükmetmek gerekmektedir. Fakat ne yazık ki, bu çok şiveli kabilelerin konuştukları ve bazılarının yazıda kullandıkları edebî şiveleri hakkında hiç bir fikrimiz yoktur. Yalnız tahminî olarak, bunların konuştukları şivelerin oldukça çeşitli ve birbirinden farklı olduklarını kabul etmek icab etmektedir. Bahusus ki, Ali Şir kendisi bile, "Mizanü'l-Evzan"ında Özbeklerin halk edebiyatından bahsederken bunların vezin kalıplarına uymadıklarından şikâyet etmektedir. Bu da gösteriyor ki, Çağatay Devleti sınırları içerisindeki şiveler kompleksi, hiç de ahenkli olmamış, bilâkis, Türk edebiyatının vezin kalıpları dışında kalan, şive edebiyatları dahi mevcut olmuştur. Bunun dışında ayrıca bir de Ne-vaî'nin tarifine bakılacak olunursa, Harezm sahasında Mesnevî ve Bürde kasidesi şerhi gibi ciddi eserlerde kullanılan, müstakil bir edebî Türkçe daha varmış ki, Mecalisü'n-Nefâis'de bu edebî şive Harezmce Türk dili" şeklinde târif edilmiştir. Bu suretle, Ali Şir Nevaî'nin yetiştiği muhitte bir çok şivelerin birbirleri ile kaynaşması ve çarpışması, ister istemez, edebî Çağatayca adını alan şive üzerinde müessir olmaktan geri kalmamış ve bu tesir neticesinde, kabul etmek gerekir ki, yeni yeni edebî şekil ve san'atlar da, Nevaî gibi üstad bir şairin dilinde kendisine layıkı ile yer bulabilmiştir. Bu da kâfi gelmiyormuş gibi, ayrıca burada bir de, zamanla Türkleşmiş Orta Asya şehirleri ahalisinin47 dilce tesirini, dikkat nazarına alırsak, edebî Çağataycanın ne gibi karışık şartlar altında türediğini anlamakta zorluk çekmemiş oluruz. Bu sebeple, Çağatay ve Türkçesinin mahiyeti zamanımıza kadar bir türlü aydınlatılamamış ve Türk dili ve edebiyatı üzerinde çalışanlarca, tayini müşkül Orta Asya dil yadigârlarının, bu Türkçe çevresine alınması gereken edebî bir devre telâkki edilmiştir. Bugün bile muhtelif incelemelerde, bolca rastladığımız "Çağatay dili", "Çağatay edebiyatı, "Çağatay şivesi", "Çağatay öncesi ve "Çağatay sonrası" gibi farklı deyimler, her şeyden evvel,48 bu eski telâkkinin birer sonucudurlar. Nitekim, Otto Blau, Korş49 ve Radloff gibi bilginler, umumiyetle "Çağatay dili" altında, Orta Asya sahasında eski Uygurca'nın yerini tutan lâlettayin bir edebî Türkçe olarak kabul etmişlerdir. Bunlar bu fikri, büyük bir ihtimalle, kendilerinden az daha önce bu sahada çalışmış olup, Çağataycanın Uygurcaya pek yakın olduğuna ve bu yüzden İslâmiyetin kabulü ile, Uygur harflerini dahi kullandıklarına kanaat getiren Jaubert, Abel Remusat ve Davids gibi bilginlerden almışlardır. Nevaî'nin ilk araştırıcılarından sayılan Nikitskıy de50 aynı fikirdedir. Bunların Uygur şivesine karşı bu kadar yakınlık göstermeleri, Mehmet Kâfur Han'la Ahmet B. Arabşah'ın, Çağatayların tıpkı Moğolların kullandıkları gibi, Uygur harfleri sistemine yakın, bir alfabe sistemi51 kullandıklarına dair tespit ettikleri kayıtlardan ileri gelmiştir. Bununla da iktifa etmeyen Radloff, bu devir Uygur ve Arap harfli Türkçe eserleri birbirinden ayırmaya çalışarak, Moğol istilâsı ile Uygur harflerinin yeniden Orta Asya'da yayılmasına rağmen, Arap harfleriyle yazılmış olan bâzı eserlerin, daha sonraki devir Çağatay dili mahsullerinden sayılacağını iddia etmiştir. Ona göre, Çağatayca, hattâ İslâmiyetten evvel doğmuş bir şivedir. Ancak İslâmiyetin tesiri altında, bünyesine Arap ve Îran unsurlarını almaya, hurufat sahasında da Uygur hurufatı ile Arap hurufatı arasında bir becayiş yapmaya, mecbur olmuştur. Böyle bir Uygur-Çağatay şivesi örneği olarak ta "Kısasü'l-Enbiya ileri sürülmüştür.52 Berezin ise Çağataycayı tarif ederken, bunu, Türk dilinin en kadim şivest olarak kabul etmiş,53 Cenup ve Şimal Türkçe şubelerinin de, sonraları Çağatay dalından bâzı şekiller eklemekle vücuda geldiğini tespite çalışmıştır. Şu kadar ki, Çağatay edebî Türkçesinin bâzı dalları ona göre, zamanla, tamamı ile ortadan kalkmış, yalnız esas Çağatayca denilen şive, Ali Şir gibi kuvvetli bir edibin sayesinde kurtuluvermiş ve bu sayede muayyen bir formasyon merhalesi dahi geçirebilmiştir. Berezin'in bu fikri kadar, W. Radloff'un Çağataycanın tercümesine dair ileri sürdükleri düşünceler de, basit ve hafiftir. Radloff'a göre Uygurca konuşan Türk boyları, ortadan kalkınca, Orta Asya edebî Türkçesinde, zaruret dolayısı ile, bazı değişiklikler olmuştur. Neticede, bir taraftan Uygurca kelime gramer şekilleri, yerlerini diğer Orta Asya'nın hâkim bir dil ve şive unsurlarına terketmiş, diğer taraftan da, bâzı Uygurca unsur ve şekiller, Çağatay edebî şivesinde yerleşmiştir.

Çağataycanın eskiliğine işaret edenlerden biri de T. Jozsef olmuştur.54 O Radloff tan mülhem olarak, Çağataycanın teşekkülünü takriben Cengiz Handan evveline götürmektedir. Fakat Avrupa âlimleri arasında Çağatay şivesi hudutlarını en geniş tutanı Vambery olmuştur.55 Bu zat Çağatayca çerçevesi içersine XII. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar, Orta Asya sahasında yazılmış Türkçe eserlerin mühim bir kısmı ile56 canlı Özbek şivesini de bu daireye sokmuştur. Radloff ise Özbekçe yerine, Kuman yani Kıpçak şivesini katmıştır. Tıpkı Vambery gibi, Kırımskiy de, Çağatayca sahasını alabildiğine genişletme cihetine gitmiş ve XIII.-XVIII. yüzyıllarda Orta Asya'da yazılmış olan eserleri, bu dil dairesinden saymıştır.57 Bir farkla ki, Vambery, Özbek Türkçesini, yani Çağataycayı par excellence Orta Asya'nın umumî bir edebî dili olarak kabul etmekle, ona hususî bir değer biçmiştir. Bazı bilginlere göre ise Çağatayca başlıca üç devre geçirmiştir:

1) Karahanlı-Uygur
2) Harezm-Altınordu
3) Ali-Şi'r devri.

Şimdiye kadar verilen izahattan da anlaşılacağı üzere, "Çağatay" tâbiri, Avrupa müsteşrikleri tarafından, hiç bir kontrola tabi tutulmadan gelişi güzel bir çok târif ve tahriflere uğramıştır. Buna mukabil aynı tâbir, tam aksine olarak, Şark Türk muharrir ve edipleri tarafından değerlendirilmiş ve kat'î bir mana ifade eden deyim makamında kullanılmıştır. Lenguistik bakımından bu edebî Türkçe, yani araştırmacılarının zannettikleri gibi, basit ve sadece Uygurcanın sun'î kalıbından ibaret olmamış, koca bir edebiyat yaratan, temelli ve bünyece çeşitli bir dil karekterine malik olmuştur. Nitekim, Çağatay Türkçesinin kurucularından biri sayılan Babür Şah kendisi dahi, o devrin edebî halk dili arasındaki bâriz farkı göstermek üzere Endican ili ahalisinin edebî bir şive ile konuştukları ve "Endican ilinin lafzı kalem birle rast tur", zira Herat'ta geniş bir gelişme bulan Ali Şir'in eserlerinin de bu dille yazılmış olduğunu "anı üçün kim Mir Ali Şir Nevâyi'nin musennafatı ba vücudı kim Herîde neşv-ü-nüma tapıb tur bu til bile dur", şeklinde söylemekten kendisini alamamıştır. Türk dili için büyük bir orijinallik teşkil eden bu eser, Reşit Rahmeti Arat tarafından geniş bir şekilde işlenmiştir.58 Babür'ün evlâtları ancak 1958 yılında onun eserini yalnız Rusçaya çevirmekle yetinmişlerdir. Halbuki eser her devir için inanılır bir kaynak olmuştur.

Gayet açık olan Babur şahının bu ifadesi, beklenildiği gibi, eski Türkologlar içersinde türlü türlü izahlara yol açmıştır. Vambery ile Berezin ve bir dereceye kadar İlminskiy gibi bilginler, bu açıklamayı gerçek bir sikke olarak kabul etmeğe yeltenmişlerse de, sonuncu âlim halk ağzında Ali Şir'in eserlerindeki kadar, İran ve Arap dillerine ait kelimelerin kullanılmasına ihtimal verilemiyeceği düşüncesi ile, daha ihtiyatlıca davranılmasını tavsiye etmiştir.59 Gerçekten de, Babur şah'ın ifâ­desinden anlaşılması gereken yegâne manâ, Endican şehri ahalisinin edebî bir şi-veye yakın, düzgün bir dille konuştuğu keyfiyetidir. Her ne kadar, aynı cümleden, Nevaî'nin eserlerini, bizzat Endican şivesi üzerine yazdığı mânası da çıkabilirse de, bunun doğru olamayacağı, Ali Şir'in hiç bir vakit Endican şehrinde bulunmayışı ile, kolayca reddedilebilir.

Ali Şir Nevaî'nin üzerinde işlediği "Çağatay" edebî Türkçesinin Babur'ca En-dican şehri ahalisinin konuştuğu dille birleştirmesine mukabil XVII. yüzyıl Hive tarihçisi ve hükümdarı Ebülgazi Bahadur Han yazdığı Şecere-i Türk ve Şecere-i Terakime" adlı eserlerinin, gerek yüksek ve gerekse halk tabakasınca, kolayca anlaşılabilmesi için, bir kelime bile olsun "Çağatay Türkîsidin ve Fârisîdin ve Arabîdin" almaya lüzum görmediğini ve bunun Için "Türkî tili birlen ayıtdığını", iftiharla söylemektedir.60 Bahadur Han'ın "Türk tili" ile "Çağatay Türkî'si" arasında bu kadar fark gözetmesi, şüphe yoktur ki, Orta Asya edebî şivesinin tâyininde, oldukça elverişli bir ip ucu olabilir. Zira, tarihî ve edebî eserler için elverişli bulunan bu iki edebî şive arasında, göze çarpacak derecede ayrılıklar olmamış olsaydı, Ebulgazi'nin "Şecere-i Terakime"sinde:

EzxwÜö~ö,":J", râGöâs /& .00 eÇzlKO ng K;S
0ÖJe2p} 0,Gg K~Öt1öl EöJ"0 âzKO NâK, âöFK,
JeJâJâO +âSâs Eç â JeJâJr +âSâs
öJeLâl JeJâJâO âö~ös i;-O Eç 0Ö0zKOâ
r"-~ös Ââ~Â ept~C üÖJeuö}F"1Olâ âöJeKÜç xwÜöÖ
râF"-~ös üÜöO ü1ö"s ¥Pöç xÜöÖJîÖâ KÖNâ:âl
r"-~ös Ââ~Â ept~C K,euö}F"1Olâ âöJeKÜç xwÜöÖ
"zJexzKO Q, JâJâO üOâp}â, xzKO 4-}!
vlKzxz "Çö eÖ"zKO

şeklinde61 açıklanmasının da hiç bir değeri ve hatta manası olamazdı. Nevayî, her ne kadar kullandığı edebî şiveyi temiz ve "hâlis Türkçe olarak belirtmişse de, gerçekte onun dili, tıpkı Çağatayca gibi, karışık bir yazı olmuş ve içerisine, kendisinden önceki ananevi Orta Asya edebî Türkçesi ile resmî Uygurcadan62 bir çok unsurlar almıştır.

Haddizatında, devrinin dil hareketini temsil eden Ali Şir Nevaî kendisi dahi üzerinde bu kadar titrediği ana dilini, iki ayrı ayrı cepheden belirtmeğe lüzum görmüştür. O, bir taraftan, Türkçeye engel olan Arapça ile bilhassa Farisîye karşı olmak üzere, ana dilini, iftiharla Türkçe diye tavsif ettiği halde, bir taraftan da, gelişme bulmuş olan an'anevî Orta Asya edebî Türkçesi ile Ön-Asya edebî Türkçesine karşı onu, "Çağatayca" olarak adlandırmıştır. Bu suretle Nevaî, Orta Asya sahasındaki Türk dili mücadelesinde kendi ana diline, çifte değer biçmeğe çalışmıştır.

Her nekadar Nevâî'nin kullandığı Türkçeyi, yukarıki şekilde anlatışı, ilk bakışta açık gözüküyorsa da, gerçekte bu dil yaratıcısının Çağatayca altında ne kasdettiği bir türlü anlaşılmamaktadır. Yabancı dillere karşı kullanılan umumî mahiyetteki "Türk dili" terimi, bilindiği üzere, eski bir gelenekle, Türk tarihinin ve dilinin en eski devirlerinden beri hep kullanagelmiştir. Daha Orhunlu yazıtlannda siyasî bir anlamda kullanılan "Türk" kelimesî, Uygur ve sonraki dil yadigârlannda aşağı yukarı Nevaî'nin anladığı bir mânada, kullanılmıştır. Kaşgarlı Mahmud Araplara karşı Türkleri yükseltmek amacı ile, Türklüğün bir çok meziyetlerini belirtmekle beraber eserinde, "Türkçe"yi "Oğuzca"ya karşı koymak yolu ile iki Türk şivesini karşılaştırmak ihtiyacını duymuştur.63 Kutadgu bilig müellifi Yusuf Has Hacib de, devrinin edebî muhitine uyarak, yabancı dillerden bâzı unsurlan almakla beraber, yine kendi ana dilini ihmal etmemiş ve ona yüksek bir değer biçerek64 Türk dilinin modifikasyonuna çalışmıştır. Tabiîdir ki, Ali Şir Nevaî gibi devrinde çok ehemmiyetli mevki işgal etmiş âlim bir zat, seleflerinin bıraktığı ne an'aneyi, ne de kurulmuş yazı dilini, bir hamlede üzerinden atabilirdi. Bilâkis, o Türk dilinin en büyük hamisi bulunması hasebile, hep "Türk dili" lâfzını kullanmaktan haz duymuş ve bu yolla Orta Asya çevresindeki Türk dili mücadelesini körüklemiştir. Türkçe yazan şairleri teşvik etmiş, onların muhitte tanınmalarına çalışmıştır. Şâir Lutfî'yi, Türkçedeki kabiliyeti üzerine, devrin düşkünü bulunduğu Fars edebiyatının en ileri gelmiş üstad şairleri derecesine çıkarmış onu Türk ve İran edebiyatları üstadlarının, en yükseği olarak tavsif etmiştir. 65 İran edebiyatının, İran şiirinin ve Farisî'nin büyük bir otorite ve zevk olarak tanındığı bir muhitte, Nevaî gibi kudretli bir edip, şâir ve dilci ancak, Türkçeye yeni bir veçhe verebilirdi. Onun kurmaya çalıştığı Türkçecilik ideolojisinin ana temeli "Sedd-i İskenderi"de açıkça söylediği veçhile "halkla kendi ana dilinde konuşmak" şiarı olmuştur. Yoksa Nevaî'nin:

JâJâGh1}â 0s'} u> e°°Öl "wÜöO
JâJâFeö"S üc"}l vKO "O ez
üTöl u}C JâKöl EdÖ "OeK, |öOâ,
üTöz xöGÜO u~C UöÂ"Ç~ös âötö

demesinin hiç bir değeri olamazdı. Bununla beraber, Nevaî'nin kullandığı "Çağatay" Türkçesini, kesin olarak halk dilinden aldığına inanmak, safdillik olurdu. Zira, bu ad altında kurulmuş olan yazı; dili, ondan daha evvel mevcud olup hazır ve işlenmiş bir edebî dil seviyesine yükselmişti. Fakat, itiraf etmelidir ki, Nevaî'den önce, bu Türkçeyi üstatça kullanan ve edebiyat sahasında şöhret bulan bâzı kimseler olmuşsa da, bunlardan hiç biri millî edebiyat için, gereken hamleyi hazırlıyamamıştır. Hulagû ve Timur'dan başlayarak Şahruh'un hakimiyeti sonuna kadar yetişmiş olup Türkçe şiir yazan: Haydar, Horezmî, Ataî, Sekkâkî, Mukimî, Yakınî, Emirî, Gedaî, Lutfî ve sâire gibi üstat şairlerden,66 ancak Lutfî'nin İran şairleri seviyesine yükseldiğini söyleyen Nevaî'nin, 67 bu itirafında hissettiği acıyı sezmemek imkânsızdır. Zira onun arzu ettiği şey, millî bir edebiyat ve Farsçayı yenebilecek bir Türk dili idi. Bu ise, ancak iyi Farsça bilmekle kabil idi ki, buna da Nevaî hakkile erişmişti.

Lâkin, edebî dil yaratanların, yaşadıkları tarihî devreler içindeki durumları ve çevrelendikleri muhit telâkkileri, daima farklı olmuştur. Bundan dolayı da Türk kültür ve dil merkezlerinin, Türk dili gelişmesinde, esaslı rolleri olduğu kadar, onı kuranların da, ayrı ayrı tesirleri olmuştur. Birbiri ardınca, muhtelif merkezlerile Orta Asya ile Ön-Asya sahalarında vücuda getirilen yeni yeni Türk devletlerinin bu işteki rolleri, asla küçümsenmeğe gelmez. Devlet reislerinin millî dili himayeleri ve onu Devletin resmî dili haline koymaları, şüphesiz, edebî dil yaratıcılığının birinci şartlarındandır. Nitekim Gök-Türk (Göktürk) Devleti'nin, yabancı dilden hiç bir unsur almayacak kadar öz diline karşı gösterdiği samimî kıskançlık, Uygur Türklerinin, bir çok siyasî mahzurlara rağmen, millî an'anelerine karşı gösterdikleri samimî bağlıhk, ister istemez, edebî Türkçemize "Orhun-Uygur Türkçesi" gibi bir devre kazandırmıştır. Ayni zamanda Karahanlı Devleti de, Yusuf Has Hacib'in kaleminde "Müşterek Orta Asya edebî Türkçesi"nin kurulmasını temin etmiştir. İşte "Çağatay Türkçesi" dediğimiz edebî Türkçe de, daha evvelce kurulmuş ve doğu bilginlerince "Çağatay öncesi" diye adlandınlan bu iki devrenin kaynaşması ile Ali Şir Nevaî'nin kuvvetli kalemi sayesinde, asıl gelişmesini bulabilmiştir.

Biraz yukarıda verilen izahattan da anlaşıldığı veçhile Çağatayca, her bir yazı dili gibi, muayyen bir şive üzerine kurulmuş olmayıp daha önceki edebî dille, komşu kültür merkezlerinin tesirini de, kendi üzerinde hissetmiştir. Nitekim Mir Ali Şir'ce kurulan edebî dil, her şeyden evvel, kendisinden önceki mevcud edebî dil tradisyonlarından bir çok hususlarda ayrılmıştır.

Bilindiği üzere, daha Moğol istilâsından evvel XI. yüzyıldan itibaren eski Uygurca ile, Yusuf Has Hacib tarafından kurulan ilk "Müşterek Orta Asya edebî Türkçesi", Şarkî Türkistandan başlayarak garba doğru yayılmaya başlamıştır. Moğol istilâsı ve bu istilâ neticesinde, Şarkî ve Garbî Türkistanları içerisine alan Çağatay Devleti kuruluşu, tabiatile yayılmaya başlıyan bu mevcut edebî tradisyona engel olamazdı. Bundan dolayı da bu edebiyata has birçok fonetik, morfolojik ve leksik hususiyetler, ister istemez, Nevaî'den çok daha evvel, muhtelif kültür bölgelerinde yazılmış olan Türkçe eserler içerisinde, yerleşmeğe imkân bulmuşlardır. Hatta, Nevaî'den az evvel, onun ana vatanı olan Herat'ta, Uygur hurufatı ile, Bahtiyar-nâme [1432], Tezkeretü'l-Evliya [1436], Mirac-nâme [1436]68 gibi eserler yazılmıştır. Bunun dışında, diğer bir nokta daha vardır. Bu da Kutadgu Bilig'in yine bu zamanlarda Herat'ta istinsah edilmesi keyfiyetidir. Bundan başka, bir de Muhabbet-nâme'nin Uygur harflerile yazılmış bir nüshası ile, Lutfî'nin ve çağdaşı bazı Türk şâirlerinin şiirlerini içerisine alan bir mecmuada 1432 yılında Yezd'de yazılmıştır. 69 Anlaşılıyor ki Herat ve Yezd Nevaî'den çok evvel Orta Asya Türk ve İslâm kültürünün, gelişme bulduğu merkezlerin, belki de en faali ve kuvvetlisi olmuşlardır.

Fakat bu merkezin, samimî, ilmî ve edebî muhiti, tâbir yerinde ise, "edebî divanı" dışında, bir de devlet idaresini üzerine almış resmî bir "divanı" daha vardı. Bu iki "divan" her bir bakımdan, birbirinden ayrılmakta idi. Birincisi, sırf Türk gelenek ve göreneği üzerine kurulmuş olup, sâde Türkçe tradisyonunu yaşatmağa çalıştığı halde, ikinci "divan", aksine olarak, o devir Orta Asya devletlerinde olduğu gibi, eski Uygurcayı, resmî devlet yazışmasında kullanmak ve bu suretle halka yabancı bir Türkçe ile hitab etmek tradisyonunu yaşatmaya çalışıyordu. Bu yüzdendir ki, Ebülgazi Bahadur Han, resmî devlet yazışmalarında, Uygurca geleneklerinin sağlamlığına işaret etmek gayesile: Uygur halkında Türkî tili okugan kişilerin çok olduğuna ve umumiyetle, Uygurların "defterdarlikni" ve "divân hisaplarıni" iyi bildiklerini, hatta Cengiz'in torunlan zamanında: Mâveraunnehir, Horasan ve Irak'ta divânların ve defterdarların kâmilen Uygurlar tarafından idare edildiklerini, yazmaktadır.7O

Timurîler Devleti'nin kuruluşuna kadar, Orta Asya Türk halkları arasında, Uygurlar kadar, hiç kimse, kendi âdet ve an'anelerini, yâni mâzilerini, sadakatla yaşatamamıştır. Uygur alfabesinin, Uygurların ayak bastıkları her yerde kullanılması, bu mâziye karşı beslenen hörmetin ve bağlılığın en büyük bir ifadesidir.71 Hele Orta Asya Türk kültürünün taşıyıcıları rolünde bulunduktan sonra, tabiîdir ki, "devlet divanında" ve idaresinde, esas hâkim rol de Uygurların elinde olacaktı. İşte, Ali Şir Nevaî'nin mirasına konduğu resmî devlet dili, bu dil idi.

Lâkin, XIV. asrın ikinci yarısında, bilhassa XV. asıra doğru, Timurîler devletlerinin kuruluşu üzerine, Orta Asya sahasındaki tarihî şartlar değişmeğe başlamıştır. Timur'un ve umumiyetle Timurîler devletlerinde, Uygur tesirinden nisbeten uzak, fakat garple cenubun edebî tradisyonlan tesirini taşıyan, yeni yeni medeniyet merkezleri kurulmaya başlamıştı.72

Tabiîdir ki, en parlak devrinde bile, orijinal bir Türkçe edebiyat vücuda getiremeyen Uygurca "devlet divânı" dili dışında, yeni merkezlerde gelişme nüvesi gösteren yeni Türk edebiyatı üzerinde müessir olamazdı. Ali Şir Nevaî, bu eski Uygur dil ananelerinden ayrılan ve bu sun'î dile arkasını çeviren ilk Orta Asya mütefekkiri ve dilcisi idi. Artık onun Çağataycasında, seleflerinden Sekkâki ve Lutfi'de kendi ifadesince, görülen "Uygurca ifadelerdeki be1âgate" rastlanmamaktadır. Onun yerini "Türkçenin şirinliği" tutmuştur.

Bununla beraber, Ali Şir'in kurduğu yeni Çağataycada, Eski Türkçeden alınma, bâzı arkaik unsurlara da rastlanmıyor değil. Nitekim Çağatay şairlerinden Lutfî, Sekkâkî ve Ataî'nin dili üzerinde yazılan bir denemede, Arap-Fars dilleri unsurları yanında Türk dili kelime ortamının tesbitine çalışılmıştır.73 Çok yerinde ve aynı zamanda pek karakteristik olan bu denemeye göre, kelime tekrarlan dışında yabancı dillerden alınma kelime düzeni, yüzde olarak;

Lutfî'de 39-51
Sekkâkî'de 58
Ataî'de 63-69

nisbetinde olduğu halde, ayni şairlerde Türkçe unsur hakimiyeti:

Lutfî'de 49-61
Sekkâkî'de 42
Atafde 31-37

oranında olmuştur. Bu karşılaştırmadan da anlaşılacağı üzere, Lutfî hariç, diğer iki tanınmış Çağatay şairleri dilinde Arap ve Fars dilleri unsurları, daha ağır basmıştır. Bu suretle Lutfî iki muasır meslektaşlarına nisbetle, daha fazla Türk dili olmuştur. Her üç şairde belirtilen Arap-Fars unsurları, edebiyat tarz ve nev'ine göre, belirtilmiş ve bu yönden faydalanarak değerlendirilmiştir.

Türkçe kelime servetine gelince, bunlardan bir kısmı daha fazla yardımcı fiil unsurlarından tertiplenerek, semantik ifade zenginliklerinden faydalanmıştır. Müstakil kelime halinde olanların ekserisi Çağataycaya nisbeten yabancı olup, bilhassa Eski Türkçe'den ahnarak ilig-elig 'el'; acun; tabug; kamug; kolmak; yazı; bitmek; töre; tamuk vs. gibi kelimelerde görüldüğü üzere arkaize edilmiştir.

Zira, edebî dili arkaize etmek usulü yalnız Türklere mahsus bir keyfîyet olmamıştır. Ötedenberi, millete, dilin seviyesine ve derecesine göre, kullanılan bir tarzdır. Yalnız, Türk edebiyatında, bilhassa şairlerinde, şahsiyete göre, bu usûl, daha sıkça kullanılmış ve edebiyatımızın gelişmesi ve yayılması derecesi nisbetinde, kuvvet bulabilmiştir.

Nitekim, bugünkü Kırgız ve Şimal Türkleri şivelerinde, bu cereyana bolca yer verildiğine şahid olmaktayız. Nevaî'nin eserleri üzerinde de yapılacak olan sathî bir deneme, serpinti halinde "kamug", "ang", "ugan", "öküş", "kayu", "bitig" gibi arkaik unsurların ve bâzı morfolojik şekillerin kullanıldıklarını gösterir. Fakat bunlar, şüphesiz, yeni vücuda getirilen Çağatay edebî Türkçesinde, sırf istisnaî misaller mahiyetinde kalmış, asla Çağataycanın bünyesinde fazla müessir olamamıştır.

Asıl Çağatay edebî Türkçesi üzerinde tesir yapan, vaktile Radloff'un da haklı olarak işaret ettiği veçhile, Güney Türkçesi olmuştur.74 Azerî ve Çağatay Türkçeleri arasındaki bariz şive yakınlıkları, zannetmem ki, sâdece bir nakilden ibaret kalmış olsun. Bu herhalde, vaktile Tebriz, Şirvan ve saire gibi, Azerî kültür merkezlerile, Orta Asya kültür merkezleri arasında, başta Herat olmak üzere, cereyan eden temaslar neticesinde hasıl olmuştur. Yoksa, edebî Azerî şivesindeki, Çağatay edebî Türkçesine has, stil ve üslûp benzerliklerinin mevcudiyeti başka türlü izah edilemez. Bu mühim nokta, vaktile "Mebaniü'l-lûgat" müellifi olan Mirza Mehdi Han'ın da dikkatini çekmiş ve o da, Nevaî dili ile "Rum ve İran Türkleri"nin dili arasındaki farkları, daima tebarüz ettirmeğe çalışmıştır.75

İleride Fuzulî dili ile Ali Şir Nevaî dili arasında yapılacak olan karşılaştırmalar Çağatay Türkçesi ile Güney Türkçesi ve tersine olarak Güneyle Çağatay Türkçeleri arasındaki, karşılıklı tesirleri meydana koyacak mahiyettedir. Herhalde kabul etmek gerekir ki, Ali Şir Nevaî'nin vücuda getirdiği edebî Çağatayca, edebî ve canlı bâzı Türk şivelerinin işlenmesinden ve kaynaşmasından hasıl olmuştur. Bugün bu dilin fonetik bünyesi hakkında, en çok bilgi veren, yine Nevaî'nin kendisidir. Onun "Muhakemetü'l-lûgateyn" adlı eseri, bu bakımdan büyük bir değer taşımaktadır.

Bu eserinde Nevaî, bir taraftan Türk dilinin Farsçaya üstünlüğünü ispata kalkışırken, bir taraftan da kendi Türkçesinin, fonetik ve morfolojik hususiyetlerini belirtmiştir. O, Arap imlâsı kaidesi üzerine ayni şekilde yazılarak, semantik yönden başka başka manalarda kullanılan kelimeleri sıralarken, açık bir surette, edebî Çağatay şivesinin fonetik bünyesini de meydana koymuştur. Leksikoloji bakımından da, eserde dikkatimizi çeken bir çok kelime vardır. Bunların içerisinde Cenup tesirini gösteren unsurlara bolca rastlanır. Aynı bolluk, bilhassa fiil eklerinde göze çarpmaktadır. Her iki edebî şiveye ait şekil, ek ve kelimelerin yan yana kullanılması, doğrusu Çağataycaya bir kusur teşkil edeceğine, daha fazla onun güzelleşmesine hizmet etmiştir. Hiç bir edebî şiveye giremiyen ve Ali Şir'in diline has kalan bâzı gramer şekilleri de mevcuttur. Bunların bir kısmı, Ali Şir'in eserlerine lûgat ve gramer yazarlarınca, şu veya bu vesile ile belirtilmişse de, daha genişçe araştırılması gereken bir nokta olup, şimdilik mevzuumuz dışında bırakılmıştır.

Ali Şir Nevaî Çağataycasının, Cenup, Orta Asya Uygur ve saire Türkçelerden ne dereceye kadar faydalanıldığını, burada bir lâhzada belirtecek değilim. Bugünkü Özbekçenin edebî kaynağını teşkil etmekle beraber aralarında ayırdedilebilecek bir çok karakteristik vasıflar da vardır. Bu suretle kökünü, Yusuf Has Hacip tarafından işlendikten sonra, Nevaî devrine kadar bir kaç yüzyıl boyunca Orta Asya'nın edebî ve kültür dilini teşkil etmiş olan "Müşterek Orta Asya edebî Türkçesi"nden alan Çağatayca; XV.-XVI. yüzyıllarda Semerkant ve Herat'ta kemâlini bularak, edebî Özbekçenin ilk temel taşı rolünü oynamıştır. Bugün bu, edebî Türkçe tradisyonları Özbek edipleri tarafından yaşatılmaktadır.

"Müşterek Orta Asya edebî Türkçesi"nin tarihî akışında, Türk dilinin mâzisile bugünkü durumu arasında, muazzam bir köprü ve geçit vazifesini görmüş olan aynı Çağatayca, bir aralık, "Müşterek Ön-Asya edebî Türkçesi" ile "Müşterek Orta Asya edebî Türkçesi"nin birleşmesine de çalışmıştır. Çağatay edebiyatının Azerî, Osmanlı, Türkmen, Özbek edebiyatları üzerindeki tesiri, bu birleşme, diğer bir tâbirle, bu tanışma devrinin bakiyesi, olarak telâkki edilebilir.

Bahusus Herat şehrinin XV. yüzyıl Timurîlerin en yüksek medeni merkezi oluşu, bu telâkkiye bir delildir. Zira Herat, Türk ve İslâm ülkelerinin kavşak noktasını teşkil etmesile, uzak Çin, Hint, Avrupa ve bütün Türk devletlerile sıkı bir münasebette idi. Muhtelif ülkelerden alınan ve getirilen kültür unsurları, burada yeni bir renge boyandıktan ve geliştirildikten sonra, tekrar Türk ülkelerine dağıtılmakta idi. Mimarî, minyatür, hattatlık, kaligrafi, tezhipçilik, müzik ve saire ile beraber edebiyat ve buna bağlı Çağatayca da, ister istemez, bütün Türk dünyasına sel halinde akmakta idi. Hele Ali Şir Nevaî'nin bu kültür gelişmesinin başında durması ve malik olduğu edebî kabiliyeti, devlet adamlığı, Türkçülüğü, kültür hamiliği ve nihayet dilcilik hasleti, Türk ülkeleri arasındaki edebî ve dil kaynaşmasını bir kat daha kolaylaştırmakta idi. Orta Asya Türk kültür tarihi ile uğraşanların bu vadide yapacakları, daha genişçe araştırmalar, bu hakikatı bütün çıplaklığı ile meydana koyacaktır. Bundan dolayı dâ mesele, dar bir araştırıcı çevresinden çıkarak, geniş Türk ülkeler arası tarihçi ve filologlar dâvası olmuştur. Buna göre de, Türk kültür tarihçilerinin ehemmiyetli bu konuyu üzerlerine almalan gerekmektedir. Yoksa, bu fırsatı da elimizden kaçırmış olursak, Ali Şir Nevaî ve arkadaşları gibi, büyük kültür tarihçilerimiz, yabancı bir ideoloji mektebine kurban edilmiş olacaktır.

Semerkant ve Herat'ın Kültür Merkezciliği

Şimdiye kadar verilen izahatlardan anlaşılacağı üzere, XV. yüzyıla doğru Orta Asya Türk kültür merkezciliğini Semerkant'la Herat şehirleri kendi aralarında paylaşmışlardır. Yüzyılın ilk yarısı Semerkant'a, ikinci yarısı ise Herat'a isabet etmiştir. Birbirine karşı edebî ve kültür gelişmesi cephesi almış gibi görünen bu iki merkezdeki Türk dil ve kültürü işlenmesi, gerçek Çağatay Türkçesine beklendiğinden çok daha fazla bir değer ve itibar kazandırmıştır. Güya hiç bir şey yapılmamış gibi, bu iki merkezde, yeni bir edebî mektep kurulmasına yeltenilmiş ve sebatlı çalışmalar neticesinde "klasik" adı verilen ve daha önceki Türk edebiyatı yanlarından ayrılan, yeni bir Türk dili şiir edebiyatı vücuda getirilmiştir. Türkoloji araştırmalarında "Çağatay öncesi" adı verilen bu çağ, yani XV. yüzyılın ilk yarısı, Türk edebiyatı gelişmesinin en mümtaz vasfını, klasikle halk edebiyatı arasında, müsbet bir bağın kurulmasında görmüştür. Skolastik fikir düğümlenmeleri bir tarafa atılmış, edebiyatta artık halk ve şehir hayatının akis ve tesirlerini bulma imkânları elde edilmiştir. Poezi yönünden olduğu kadar, dilce76 de halka yaklaşılmıştır. Nevaî'nin "Mizanü'l-evzan"ı işbu cereyanın bir nevi vesikasıdır. Hüseyin Baykara bile, "Türkî" adı verilen bu vezne iltifat etmiştir. XV. yüzyılın ilk yarısı "Çağatay öncesi" edebiyatı, çeşitli nevi ve şekillere meyletmeye başlamıştır. Nitekim Semerkant merkezinin temeli ve yaratıcısı sayılan Sekkâki [öl. 1471/1472], "Kaside" nevini işleyerek kendi emir ve hanlarının methine malettirmiş ve bu yolla bu edebî nevîye, yeni bir canlılık katmıştır.

Meşhur İran şairi Sa'dî'nin geleneğine karşı gösterdiği sadakat sayesinde o kasideye kendi şahsî hayat görüşünü de sokmuş, ayrıca ona, didaktik unsurlar da katmaya çalışmıştır. Ayni zamanda Ali Şir Nevai'de mükemmel şeklini bulan gazel tarzı, konuca halk edebiyatına yaklaşmaya yüz tutmuştur. Şair Lutfî'nin "Gülü Nevruz"u,77 bunun bir örneğidir. Klasik edebiyat tarzına, layıki bir şekil verilirken, maalesef Türk dili yanında ayrıca Fars diline de hizmet etmekten çekinilmemiştir.

Halil Sultanla Uluğ Bey'in saray şairi olan Sekkâkî, Semerkant merkezinin başşairi olması hasebile Herat'çılar tarafından kem gözle görülmekte idi. Buna karşılık kendi hemşehrileri tarafından benimsenerek fazlasile methediliyordu. Buna rağmen "Mecalisü'n-Nefais" nedense hakkında az bir bilgi vermekle yetinmiş, daha fazla Lutfî'nin (1395-1492), tarafını tutmuş gibi olmuştur.78

Semerkant merkezinde, Uluğ Beyle oğlu Abdüllatif'in saraylarında faaliyet gösteren ve Türk diline hizmet eden diğer şair Ataî idi. Türkçe divanı geniş yaylım sahası bulmasına rağmen tek bir nüsha halinde elimize geçmiş, fakat henüz işlenmemiştir. Gazelleri Sekkâkî tesirini göstermektedir.79 Ayni muhite Mukimî, Yakinî, Emirî ve Gedaî gibi diğer Türk şairleri de dahil idiler. Fakat menşeyce başka başka şehirlere mensup idiler.80

Buna rağmen, çağın Orta Asya Türk kültür merkezleri arasında en ağır basanı yine de Herat olmuştur. Daha Çağatay öncesi Türkçesini geliştiren Lutfî, elde ettiği kabiliyeti ile büyük bir şöhret kazanarak, şahsiyeti sayesinde Herat'a bir nevi kültür üstünlüğü temin etmiş bulunmakta idi. Herat Türk lirik edebiyatının ve gazel tarzının üstadı sayılan bu şair, Nevaî'ye kadar Herat mektebinin seçkin mümessili sayılmış, sonraları Nevaî'ce de takdir edilmiştir.81

Lutfî, çağının geleneğine uyarak sade bir derviş hayatı geçirmiş, fakat Timurî'lerin sarayını sık sık ziyaret ederek, Türk kültürüne hizmete çalışmıştır. Nitekim Şerefeddin Ali Yezdî'nin 1424/1425 yıllarında ikmâl ettiği, meşhur Zafernâme adlı Timur tarihini içerisine alan eserini, şiirle yeniden işlemeye konulmuşsa da, bu ağır vazifeyi üçbin bir beyitlik çalışmasına rağmen neticelendirememiştir. Ana dilinde yazdığı "Gü1ü Nevruz"82 dışında Fars ve Türk dilli divanları da vardır.

Asıl Lutfî'ye, Türk dili gelişmesinde şeref kazandıran hususiyet "tuyug" tarzında Türkçe şiirler yazmış olmasıdır. Bu tarz, bilindiği üzere Türklere mahsus olmuştur. Lutfî'nin bu Türk şiir tarzını ele alması ve işlemesi, Türk şiirlerine ve diline büyük bir yenilik katmıştır. Daha önceleri bu edebî nevi XIV. yüzyılda Sivaslı Kadı Burhaneddin tarafından işlenmiştir. Ayni tarz ve tür'e Emirî'de83 rastlamaktayız. Buna rağmen bu edebiyat nevi, zarafeti ve sadeliği yönünden, asıl Lutfî'de en karakteristik vasfını bulmuş ve edebî bir cereyan haline getirilmiştir. Nevaî'de ise daha iyi işlenmiş şeklini bulmuştur.84

Nevaî, (1441-1501) Hondemir ve emsali gibi Orta Asya Türk kültür değerlendiricileri tarafından, en yüksek mevkie çıkartılan Lutfî, yahut Mevlana Lutfî, gerçekten değil yalnız çağının Türk, aynı zamanda İran edebiyatı üstatlarının dahi, üstünde sayılmakta idi. Herat'ta kurmuş olduğu Türk şiir mektebi, Semerkant'ta Sekkâkî tarafından kurulana karşı, yaptığı kültür mücadele ve yarışında, üstünlük kazanmakla yetinmemiş, yeni yetişen ve iltihak eden kabiliyetli şair ve düşünürler sayesinde, Çağataycaya en mükemmel bir durum hazırlamıştır. İltihak edenler arasında, işgal ettiği mevki dolayısile Türk dil ve edebiyatı gelişmesini himayesi altına alan Sultan Hüseyin Baykara da bulunmakta idi. Bu zat çağının ince edebî ve sanat zevkine, dolayısile dillerine tamamile vakıftı. Kendi ana Türkçesi yanında Farsça da şiirler yazmıştır. Nitekim nevi itibarile dikkatimizi çeken "Mecahsü'l-Uşşak" adlı biografik nevinden eserini Farsça yazdığı halde, divanını Çağatayca yazmıştır.85

Sultan Hüseyin Baykara'nın en büyük hizmeti, Türk dili ve kültürünü himaye etmesi olmuştur. Yaşadığı ağır ve dağdağalı devlet hayatına rağmen, bizzat içerisinde bulunduğu muhtelif Türk boylarından düzenlenen ordusu vasıtasile, çeşitli, Türk şive, ağızlarına, dolayısile hâlkiyatına, eğlence ve musikisine yakından aşina olma imkânlarını bulmuş, kendi millî Türk edebî zevkini de tatmıştır. E. E. Bertels'in tahminine göre Hüseyin Baykara ordu karargâhlarında, Türk destan edebiyatı ile millî halk oyunlarını dahi dinlemiş ve görmüştür. Bundan dolayı olsa gerektir ki, Ali Şir Nevaî kendi arkadaşı, dostu ve hükümdarı olan Hüseyin Baykara'yı, Türk şivelerini en iyi bilenler yanında göstermekten zevklenmiştir. Hatta "Mecalisü'n-Nefais" adlı tezkeresinin86 son sekizinci bölümünü, kâmilen Sultan Hüseyin Baykara'ya tahsis etmiştir. Divanı tamamile aruz vezninde olup bilhassa remel veznini tercih etmekle diğerlerini ihmal etmiştir.87

Hududlarının darlığına, kültür merkezlerinin bolluğuna ve yüksek kadrolu bilgin, âlim ve yazarlarına rağmen, Çağatay sahası Türk dili ve edebiyatının gelişmesi tarihini, Mir Ali Şir Nevaî'nin şahsiyetine ve kabiliyetine bağlamak, bir nevi gelenek haline gelmiş bulunmaktadır. Nitekim Nevayî'nin ilk araştırıcıları arasında bulunan M. Belin, Nevaî'nin büyük bir gayretle işlediği Türk diline gerçek hakkını kazandırmakla, ister istemez Türk milliyetçiliğinin de temelini atmış bulunduğunu açık bir şekilde ifâde etmiştir. Bu yolla büyük Türkçülüğe karşı hayranlığını saklıyamamıştır.88 Aşağı yukarı ayni fikir Türk filolojisinin eski ustalarından sayılan N. İ. İlminskiy tarafından da ileri sürülmüştür. Onca "Nevaî, millî dil uğrundaki bilinen mücahitlerin en kudretlisi belki de yegânesi derecesine yüksetilmekle, Ali Şir'in, gerçek hakkını vermiş bulunmaktadır.89 H. Vambery ise Nevaî'nin "Muhakemetü'l-Lııgateyn" adlı eserindeki tarifine uyarak "das Türkische Mittelasiens" adını verdiği Çağatay Türkçesini, zengin, ve varlıklı bir dil olarak kabul etmektedir.90 A. K. Borovkov da, bu büyük üstat dilciye karşı duyduğu saygı borcunu91 Nevaî'nin:

Men ol men ki ta türk bedadidur
Bu til birle ta nazm bunyadidur
Felek körmedi men kibi nadiri.
Nizâmiy kibi nazm ara kadiri.

bu kıtası ile ifade etmekle yetinmiştir. Nikitskiy'e göre de, Nevaî'nin çağı için vücuda getirdiği eser, pek zengin olmuş, İran şairleri arasında emsaline tesadüf edilememiştir.92

Ali Şir Nevâî hakkında, aynı takdirkâr ifadeyi Doğu yazarları da kullanmışlardır. Hele çağdaşı Hindistan'ın büyük Türk imparatoru Babur'un cemilekâr tarifi, çok büyük bir mana ifade etmektedir. Kendisi de hisli bir şair ve selis bir nasir olan Babur şah: "Ali Şir'in kimse ile kıyaslanamıyacağını; Türkçe şiir yazmaya başladığı andan bu yana onun kadar güzel ve çok yazan kimsenin mevcut olmadığını" söylemekle, şairin gerçek hakkını vermek istemiştir. Hükümdarı Hüseyin Baykara da: "kabiliyetin yıldızını iptidai bir dereceden evci bâlâya kadar yükseltmiş ve hâki mezelletten eflâkin kenarına götürmüştür" gibi lûtufkâr bir ifade ile, devlet idaresinde de muazzam rolü olan yakın arkadaşı Nevaîyi taltiften kaçınmamıştır. Devletşah "Tezkire"sinde, Nevaî'nin muasırı, ünlü İran düşünür şairi Molla Câmi'nin "Baharistan"ında, Ali Şiri dünya ölçüsünde mümtaz bir şair olarak tanıtmaya çalıştığını açıklamıştır. Hatta Devletşah kendi "Tezkire"sini Nevaî'ye ithaf etmiştir. Buna başlıca sebep, XV. yüzyılın ikinci yarısındaki Herat kültür hayatının kılavuzu, kurucusu ve idarecisinin tamamile Nevaî'nin dehası olmasıdır. O, bilhassa edebiyat, müzik ve güzel sanatlarla uğraştığı halde, tarih ilim şubesi ile de çok yakından ilgilenmiş ve âdeta Türk tarih yazarlığının hâmisi ve teşvikçisi olmuştur. Hâfizi Ebru, Abdü'r-rezzak Semerkandî [öl. 1491], Mirhond [öl. 1483], Hondmîr [öl. 1535 yahut 1536], Muiddin İsfirazî gibi değer taşıyan tarihçiler, hep Nevaî'nin ocağından yetişme sayılmaktadırlar.93 Meclisi geniş takdirkârları bol idi. Mevlâna Sahibdar, Mevlana Badahşi, Vasıfî, Hüseyin Nişaburî, Mirza Bayram, Fazlı, Mukbilî, Ahli ve emsâli gibi, yazar, hattat, musikişinas şair ve edip, hep Nevaî'nin aşağı yukarı her gün topladığı meclise katılırlardı.94

Böylece, emektar takdirkârlarının, insanî ve ilmî görüşleri ile Orta Asya Türk dili ve kültür yaratıcılığına yükseltilen Emir Ali Şir Nevaî yadigâr olarak bıraktığı muazzam Türk dilli eserlerine rağmen, bir türlü gölgelenmeden kurtulamamıştır. Hemşehrilerin gayyur araştırmaları ile eserleri, yayımlanmış sayılmakla beraber maalesef dilce Özbekleştirilmiş ve bu yüzden aslından uzaklaştırılmış gibidir. Hakkındaki çok bol yabancı dilli araştırmalar ise ufak bir bibliyografi teşkil edecek kadar çok bol ve faydalıdır. Eserlerinin büyük bir kısmı yayınlanmamıştır. Tenkitçileri ile araştırıcılarının müttefiken vardıkları netice onun bir dil ve edebiyat yaratıcısı oluşudur.

Buna göre Mir Ali Şir Nevaî'nin Türk dili ve edebiyatı tarihinde kendine mahsus çok büyük bir mevkii vardır. O, az kimseye nasib olan nimetler içerisinde büyümüş, XV. yüzyılın en mümtaz ilim adamları muhitinde inkişaf etmiştir. Mektebe, sonraları, hükümdarı olan Sultan Hüseyin Baykara gibi sağduyulu bir münevverle devam etmiş, saraya intisab ettiği çağlarda ise Câmî, Hatifî, Benaî gibi şâir, Bihzad95 gibi ressam, Hüseyin Vâiz gibi musikişinas, Hondmir, Mirhnd gibi tarihçi ve Sultan Ali gibi hattatlarla daimî temaslarda bulunmuştur. Sarayda yetişmesine ve hükümdarları methetmesine rağmen, Nevaî, mensub olduğu İslâm edebiyatı janrına esas olarak Türk dilini vasıta kılmak gibi çok büyük bir yenilikle, devrinin skolastik şairlerinden ayrılmıştır. Bu suretle, o, Çağatay edebiyatının ve şivesinin gerçek kurucusu ve çağının klâsik edebiyatı mümessili olmuştur. Fars Türk dillerine hakikî bir üstad kadar vakıf idi. Türkçe şiirlerinde "Nevaî", farisi şiirlerinde ise "Fânî" mahlaslarını kullanmıştır. Şiirde gösterdiği liyakat, muasırı bulunan edip ve mütefekkirlerin takdirine mazhar ve devrinin şairleri tarafından onun yazdığı her bir beyit "Kur'an'ın bir âyinesi", yahut her şahbeyti "Husrev ikliminin sultanı", "ve her gazeli de bir mukaddematı manevî" olmuştur.

Buna, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Türkçeyi edebiyata sokmakta fevkalede maharet gösteren Babur şahın da, Ali Şir'in Türkçeye karşı gösterdiği alâkayı teyid ve takdir etmesi, Ali Şir'in Türkçülüğü ve giriştiği Türk dili mücadelesi için pek karakteristik bir nottur. Babur kendisi dahi Türkçenin meftunu olmuş ve yazdığı şiirlerinde96 ve hatıratında97 Nevaî'nin muayyen bir kalıba soktuğu Türkçe'nin tekâmülüne hizmet etmiştir. Çünkü, Nevaî'nin yaşadığı yüzyılda Türkistan'la Hindistan'da öyle bir devlet sistemi ve cemiyet teşkilâtı vücuda getirilmişti ki, bu yeni alemin siyasî rehberliği Türklere, ilim ve fen rehberliği ise Arab ve Fars dillerine terkedilmişti. Bildiğimize göre bu iki dilden Arap dili, İslâm âleminin din dili olmuş, Fars dili ise Türklerin muhitine girerek, edebiyat dili mahiyetini almıştır. Türk şehzade ve hükümdarları, fethettikleri ülkelerin kültür tesiri altında kalarak daima Fars kültürünü himaye ve aynı zamanda kendileri dahi bu dilde yazmayı tercih etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, Moğol istilâsına kadar devam eden Türk tarihinde, Türkçe ile ciddî bir edebiyat yaratmak hevesi, bugünkü anlayışımıza göre, Türkler arasında zuhur etmemiştir. Ahmet Yesevî tipindeki, bu devirlerde büyük bir faaliyet gösteren Türk tasavvuf şairleri ise, İslâmiyet ruhunu yaymak için çalışan bir nevî İslâm misyonerleri olmuşlardır. Ve devlet bunların işine karışmamıştır.

Moğol istilâsı, Türk dilinin canlanmasına ve inkişafına yardım etmiştir. Kesif Türk kütlelerinin yerleştiği yerlerde, yavaş yavaş, Türk dilinin ehemmiyeti ve öğrenilmesi mevzuu bahsolmuş, hatta Harezm'de Celaleddin için Türk diline ait bir gramer dahi yazılarak kendisine takdim edilmiştir. Türk merkezlerinden uzak Mısır'da, Irak'ta, Suriye'de Türk dilini öğretmek için muhtelif konu ve tipte eserler yazılmıştır. Parlak Türk zaferleri her yerde Türklüğün yayılmasına yardım etmiştir. Türk geleneğinin hakim olduğu Altun Orda ve nihayet Çağatay Devleti'nin kendisi de, Türk kültürü gelişme devresini geçirmekte idi. Millî Türk merkezlerinin kuruluşu da, aşağı yukarı, bu devre tesadüf etmektedir.

Bazı şehirlerde Türk sanatı ile beraber Türk diline karşı ciddî bir alâka da uyanmış idi. Şarkın kültür dilleri sayılan Arap ve Fars dilleri sırasına üçüncü bir medeniyet dili olarak Türkçe de kabul edilmiştir. Bu devir Türk şairlerinden Hüsamettin Arap, Fars ve Türk dillerinde şiir yazmıştır. Cemal Karşı'ye göre daha evvelce tesbit ettiğimiz üzere o devirlerde, Arap dilinde yazılan şiirler belagatli, Farsça yazılanlar nökteperdaz, Türkçe yazılanlar ise "saf ve öz" sayılmakta idi.

Fakat Türk kültürü lehindeki bu uyanışa ve Türk istilâsının azametine rağmen, Türk dili Nevaî'ye kadar hakikî bir edebiyat dili mevkiine yükselememiştir. Zirâ şehir hayatını Farslar, köy hayatını ise Türkler ellerinde tutmakta idiler. Bu vaziyet Ali Şir Nevaî'ye kadar devam edegelmiş ve bu yüzden Türk hükümdarlarının saraylarında hep Fars dili ve Fars kültürü hâkim olmuştur. Nevaî'nin mektep arkadaşı ve hükümdarı olan Hüseyin Baykara'nın sarayında dahi aynı vaziyet devam etmiş ve Herat'ta Fars dilinin hâkimiyeti Türkçenin çok fevkine çıkmıştır. İşte Türk dili için bu tehlikeyi sezen Nevaî, işgal ettiği mevkie ve refaha rağmen, hayatının son yıllarına doğru, Türk dili için bir istiklâl mücadelesi açmış ve Türkçülük tarihine karışmıştır. O, bu davasını şuurlu bir surette yürütebilmek için, şiirden vazgeçerek, işi dilciliğe dökmüş ve yazdığı "Muhakemetü'l-Lûgateyn" adlı eserile, Türk dili tarihinde de kuvvetli bir yer almıştır. O, Türk dili istiklâliyeti davasına daha evvel girişmiş, fakat işi çok ileri götürmekten çekinmiştir. Eserinin birinde büyük bir iftiharla: "Arıg Türki tilge nazm itip men" diyen şairin Türkçe'nin istiklâliyetini kendisine ne kadar büyük bir ideal edindiğini görmek kabildir.

Nevaî "Muhakemetü'l-Lûgateyn" adlı eserini, ölümünden bir yıl önce yazmıştır. Eserin temelini, Türk dilinin Fars dilinden zengin oluşu teşkil etmektedir. Müellifine bakılırsa, Türkçe, gramer ve kelime serveti bakımından Fârsçaya nisbetle, bir çok faikiyete maliktir. Bu davayı isbat etmek için Nevaî, mukaddimesinde, Türk dilinin menşei ve üstünlüğü üzerinde durduktan sonra, mevcut dilleri karakterize etmektedir. Onun fikrine göre "Kuran dili" olan Arapça, ortadan kalkınca, meydanda üç esaslı dil ailesi kalmaktadır ki, bunlar diğer bir çok dillerin anası olmuştur. Bu esas ana diller, Hind, Fars ve Türk dilleridir. Bunlardan Hind dili, (...) "fesahattan ve belagatten" mahrumdur. Sart, yani Fars dili ise ilim dili olmuştur. Mamafih Nevaî'ye göre "Türk sartdın tîz-fehmrak ve bülend-i idrâkrek ve hilkati sâfrak ve pâkrek mahlûk boluptur. Ve sart türkdin taakkul ve ilimde dakîkrak ve kemal ü fazl fikretide amîkrak zuhûr kılıptır ve bu hal türklerning sıdk u safa ve tüz niyetidin ve sartlarnıng ilim ve fünûn ve hikmetidin zâhir durur".

Fars diline nisbetle, kendi ana Türkçesinde gördüğü her bir noksanın sebeplerini izah eden müellif, asıl Türk dilinin yüksek varlığını ve ifade zenginliğini, müteşabih kelimelerin manaca muhtelif fikir ve mefhumlar ifade ettiğini ileri sürmektedir. Meselâ, Türkçemizde ayni telâffuzu haiz "at" kelimesi "hayvan, atmak" fiilinden emri hazır, vesaire gibi manalar ifade ettiği halde, Fars dilinde böyle bir keyfiyete tesadüf edilmemektedir.

Ayni zenginliği müellif, muayyen bir eşyanın muhtelif aksanına verilen adlarda, meselâ çadır aksamında olduğu gibi, av, yabanî kuşlar, ev eşyası adlarında görmektedir. Ona göre, umumiyetle köklerden vücuda getirilen muhtelif eklerin, sigaların ve sairenin kombine onları ile vücuda getirilen muhtelif isim ve fiil şekilleri, hep Türkçenin Fars diline nisbetle, faikiyet ve zenginliğinin birer delilidir.

Sırf Türkçeye has gramer zenginlikleri dışında Nevaî, ayrıca Türkçenin kelime servetini de, Türkçe için, büyük bir meziyet saymış ve bilhassa "onomatopee" kelimeleri misal olarak ileri sürmüştür.

Eserin tertip tarzı ne şekilde olursa olsun, Türk dili davası bakımından değerini daima muhafaza edecektir.

Nevaî'nin Farsça şiirler yazdığını biraz önce söylemiştim. Onun bu hareketine bakarak kendi davasının samimiyetsizliğine hükmetmek hiç de doğru değildir. Çünkü, Nevaî bu davaya hayatının sonuna doğru atılmış ve Farsça yazan Türk şairlerinden defatla şikâyet etmiş, hatta temiz Türkçe ile kendisinin şiirler yazdığını da, herkese ihsas ettirmiştir. Fakat anlaşılan, o sırada davası için henüz. müsait bir zemin bulamamıştı. Nihayet, 60 lık devlet hadimi ve Türkçülük aşıkı, hayatının son mahsulünü ve kabiliyetinin en büyük eserini Türk diline vermiştir. Türk dilinin Herat gibi Türklüğün en parlak bir merkezinde, günden güne Fars dili lehine sönmesi, onda o kadar acı bir his uyandırmıştır ki, nihayet derdini, gelecek nesle devretmeğe karar vermiştir. Zaten Muhakemetü'l-Lûgateyn98 bu gaye ile yazılmıştır. Onun bir yerinde o bu vaziyetten o kadar şikâyetçidir ki, kendi üslûbuna hiddet dahi karıştırmak mecburiyetinde kalmıştır. Nevaî'nin ifadesince eserde bu şekilde izah edilmiştir. "Amma Türkning uluğdın kiçigige degince ve nökerdin begige degince, sart tilidin behremenddirler. hatta Türk şuarâsı kim Farsî til bile rengîn eşâr ve şîrîn göftâr zâhir kılurlar, ammâ sart ulusunıng erzâlidin eşrâfıgaça ve âmîsidin dânişmendigaça, hiç kaysı Türk tili bile tekellüm kıla almaslar. Ve tekellüın kılganıng manisin hem bilmesler. Eğer yüzdin, belki mingdin biri bu tilni örgenip söz ayıtsa hem, her kişi işitse bilür ve anıng sart ikenin fehm kılur ve ol mütekellim öz tili bile öz rüsvâligıga özi ikrâr kılgandur. "

Bir türlü ecnebî ağızına Türk dilini yakıştırmıyan Ali Şir, onun bizzat Türk münevverleri tarafından benimsenmesini, ısrarla talep etmekte ve "Andın songra kim Türk dilining câmiyeti munca delâyil bile sâbit boldı, gerek erdi kim, bu halk arasından peydâ bolgan tab ehli, salahiyet ve tabların öz tilleri turgaç özge til bile zahir kılmasa erdi ve işge buyurmasalar erdi" demektedir.

Bahusus ki Ali Şir'in mantıkî iddiasına göre, o zamanlarda saltanat ve hükûmet Türklerin ellerinde bulunmuştur.

Bütün hayatını şuurlu bir surette Türk diline ve Türk kültürüne hasreden Ali Şir, yürüttüğü davanın semerelerini görmediyse, ölümünden sonra binlerce kilometrelerden, İran'dan, Türkiye'den, Azerbaycan 'dan, Suriye'den, Hindistan 'dan, Herat'tan akın eden yüzlerce şakirdi, onun kurduğu edebiyat mektebini ve edebî Çağatay şivesini, Türklüğün her bir köşesine kadar götürdüler. Osmanlı edebiyatının Ahmed-i Dâî, Karamanlı Nızâmî, Bahtî, Amrî, Dukâkînzâde Ahmet, Za'fî, Fuzulî, Kâtibî mahlaslı Seydî Ali Reis, Nedîm-i Kadîm, Fasih Ahmet Dede, Nedîm, Şeyh Galib, Muvakkıtzâde M. Pertev, Benlizâde M. İzzet Beg, Refîî Amidî gibi şâirleri Çağatayca şiirler yazmaya başladılar. Bu şiirler Çağatay edebiyatının ve Ali Şir Nevaî'nin Osmanlı edebiyatı üzerindeki tesirinin başlıca örnekleridir.99

İran ve Azerbaycan sahasında ise Ali Şir'in ve onun yarattığı edebiyatın tesiri zannedildiğinden çok fazladır. Tarih Raşidi'ye göre: Mevlâna Mehmet Genceî, Mevlâna Mesud Şirvânî, Mevlâna Hamid Şirvânî gibi bir çok Azerî âlimleri Hüseyin Baykara'nın sarayında yetişmişlerdir. Çağatayca şiirler yazan Azerî şairlerinden en ileri gelenleri ise Âsi Kâzım Ağa Salik'tir.

Ali Şir'in vücuda getirdiği bir çok eserleri üzerinde duracak değilim. Türk kültürü ve edebiyatı ile meşgul olanlar arasında onları bilmeyenleri tasavvur dahi edemem. Bizce en mühim mesele, Nevaî'nin Türkistan Türkleri için devir açan dil faaliyetleri ile Türk ülkelerinde Türkçeye karşı uyandırdığı ciddî alâkadır. Nitekim ölümünden biraz sonra, bir çok şark müellifleri tarafından Nevaî'nin eserlerinin kolayca okunması için, İslâm dünyasının her bir köşesinde, muhtelif lûgat ve gramerler yazılmaya başlandı. İran'da Osmanlı İmparatorluğunda, Azerbaycan'da, Hindistan'da ve Türkistan'da şimdiye kadar vücuda getirilen Çağatay şivesi gramerlerinin ve lûgatlerinin sayısı çok yekûn tutmaktadır. Dikkate şayandır ki, bütün bunlar hep Ali Şir Nevaî'ye izafe edilmiştir.

Bu, onun hakkıdır. Çünkü Ali Şir'e kadar Orta Asya edebiyat dili gayri muayyen ve mahallî şiveler ihtilâtile hakikî yolunu kaybetmiş bir vaziyette iken, bu sahanın Türk kültürü, onun sayesinde kendi çehresini bulmuştur.

İşte, XV. yüzyıl ortalarına doğru Herat'ta yetişen Ali Şir Nevaî, daha o zamanlarda Sibirya'dan ta Balkanlar'a kadar dayanan, Türk ve şark dünyasının en muvaffakiyetli şairi olmuş, Türk dilinin hâkimiyetini kurmağa çalışmıştır. Bugün aradan beş yüzyıl geçtiği halde o, yine bu muazzam sahanın en büyük bir siması olarak aramızda yaşamaktadır.

Nevaî kendisi dahi, her daim hürmetle anılacağını bilmiş olacaktır ki, "Muhakemetü'l-Lûgateyn"in sonunda: "Ümmîd ol kim bu fakîrni hayr duâsı bile yâd kılgaylar ve ruhumnı anıng bile şâd kılgaylar" demek mecburiyetinde kalmıştır.

Nevaî'nin Türk dili lehine ortaya koyduğu bu millî dil mücadelesi çağı için ölçüye gelmez büyük bir değer taşımaktadır. Araştırıcıları bu yönden onu, İtalyan halk dilini Lâtinceye karşı koruyan İtalyan şairi Dante'ye100 benzetmektedirler. Bence Nevaî bu yönden ölçüye gelmez bir sima, bir heykeldir.

Çağatay edebî dilinin yaratıcılığı ile Türk dili hakkındaki fikirlerine kısaca temas ettiğimiz Nevaî'nin asıl değeri vücuda getirdiği hacimli ve nevili edebiyat mirasıdır. Şiirde, dilimizi en yüksek seviyeye ulaştıran Ali Şir, en çok kendisine örnek olarak Genceli Nizamî (1141-1203) ile Türk asıllı Emir Hüsrev Dehlevi'yi (1235-1315) ve Molla Câmîyi, (1414-1492) almıştır. Şair kendisi, bu nazik noktayı bir şiirinde şöyle ifade etmiş:

Ââ}âs üÂ": îö,âKPC"O!G}âs Ââ}âö üÂ"dÖ !G}âö â, "O!G}âö

"Eğer Nizâmî bu yolda bana arkadaşlık ederse
Eğer Husrev ile Cami kolumdan tutarsa"

ve bununla, bağlı bulunduğu edebî mektebi de açıklamak istemiştir. Bir dereceye kadar tevazu kokusu taşıyan bu itiraf, daha fazla konu bakımından olmuştur. Çünkü "Hamse"nin üstadı sayılan Nizâmî'nin bu eseri, Orta Asya Türk emirlerinden Laçın'ın oğlu Emir Hüsrev tarafından tekrar ele alınmış, işlenmiş, Nevaî'ye bir örnek teşkil etmiştir. Cengiz istilâsının acı hatıralarını sinesinde taşıyan Yemined-din, yani Emir Hüsrev, şair, tarihçi ve musikişinas olup, maalesef "Hamse"sini beş divanını ve Dehli tarihi ve saireyi, hep yerli Fars dilinde yazmıştır. Eserlerindeki hasretlisi bulunduğu Orta Asya ana ocağının tesirlerinin ortaya konulması, şüphesiz, bereketli bir teşebbüs olurdu.

Buna karşılık Orta Asya sultanları, imparatorları, hanları ve emirleri hep Türkçe yazmış, Türk diline hizmet etmişlerdir, Babur şahın sade ve lirizm dolusu gazelleri",101 şahane nesri, Hüseyin Baykara'nın akıcı şiirleri, Garip Mirza'nın şiirleri, Ali Şir'in ana tarafından dayısı "Kabulî" mahlaslı Mir-Said ve sairenin Türkçeye hizmetleri, şüphesiz çok büyüktür.102 XV. yüzyıl Orta Asyası Türkçülüğü ile ne kadar övünsek azdır. Kurucusu Nevaî kadar da mümtaz ve yücedir.

Malzemenin çeşitliliği ile bolluğu ve bu nisbetteki gramer unsurlarının zenginliği, yüzyıldan bu yana, Çağatay grameri çalışmaları yapılmasına yol açmıştır. C. Brockelmann'la J. Eckmann'ın bu sahadaki araştırmaları, çok faydalı olmakla beraber, kısalıkları dolayısile bütün hususiyetleri içerisine almamakta ise J. Eckmann tarafından hazırlanan Chagatay Manual adlı Çağatay grameri bu konudaki eksikliği çok büyük ölçüde gidermiştir. 103

Çağatay Türkçesinin Türk ve İslâm ülkelerindeki edebî tepkisi, çok kuvvetli olmuştur.104 Bu ülkelerde bu sahaya ait yapılan araştırmalar, daha fazla sözlük ve gramer mahiyetinde olduklarından, haklarında bu bahislerde, kâfi derecede izahat verilmiştir.



1 V. Bartold, Orta Asya tarihi hakkmda dersler, s. 149.
2 Grekov ve A. Yakubovskiy, Zolotaya Orda=Altun Orda, Leningrad, 1937, 11, [Fransızca tercümesi için bk. La Horde d'Or, Paris, 1935].
3 A. Yakubovskiy, K voprosu o proisxojdenii remeslenooy promışlennosti Saraya Berke = Berke Saraymın esnaf ticaretinin menşei meselesine dair, Leningrad, 1921, s. 4. Bu bakımdan Mogollar hazır bir refaha ve oldukça yüksek blr medeniyete konmuşlardır.
4 Bu şehrin hakikî yeri tayin edilmemiştir. Bartold'a göre bugünkü Astrahan'ın yakınlarında, Volga nehri kenarlarında olmuştur [Oçerk istorii Türkmenskogo naroda, «Turkmeniya» 1, s. 39-39].
5 Seyhun nehrinin aşağı kıyısında olup, Maveraünnehir'le ticarî münasebette idi: Sugnak, Sağnak ve Sığnak gibi muhtelif şekilde telâffuz edilmektedir.
6 Vaktile bu şehir bugünkü Astrahan'ın yakınındaki Selitrenıy kasabasınm yerinde olmuştur. Bir adı da Eski Saray'dır.
7 Yahut Yeni-Saray adile de anılan bu şehrin yıkıntılarına bugün Stallingrad'ın yakınındaki Volga'nm bir kolu olan Ahtube'de rastlanmaktadır. Şimdi bu yerde Sarayev şehri bulunmaktadır. Daha fazla malûmat için [bk. F. V. Ballod, Starıy i Novıy Saray stolits Zolotoy Ordı=Altun Orda başşehirleri Eskti ve Yeni Saray, Kazan 1923, 8].
8 Altun-Orda hakkında yazılan en mühim eserlerin tenkitli bir bibliografyası Köprülü M. Fuad'ın Altunorduya. aît yeni araştırmalar adile «Türk Tarih Kurumu» Belleteni, V, sayı 19'da yayımladığı bir makalede çok iyi işlendiğinden, burada bunların tekrarına lüzum kalmamıştır (s. 397­435).
9 A. A. Krotov, K voprosu o severnıh ulusah Zoloto-Ordinskogo Hanstva=Altun-Orda hanlığın Kuzey ulusları meselesi dolayısiyle «İzvestiya Obççestva Obsledovaniya, izuçeniya Azerbaycana», Baku, 1927, No. 5 s. 71-78.
10 Yakut Hamevî, gördügü şehirlerin en zengini ve gelişmişi olarak Ürgençi göstermektedir.
11 De Goje Bibliot. Geogr. Arab., III. s. 284.
12 W. De. Tiesenhausen, Altun Ordu Devleti'ne ait metinler, İstanbul, 1941, s. 316 ve 318 [İsmaill Hakkı İzmirli tercümesi].
13 İbni Batuta, Defremery neşri II, s. 368.
14 Papa-Afansopulo, Keramika Zoloto-Ordinskoy Arhitekturıy, Kazan 1930, s. 65-70.
15. J. Nemeth, Die Volksnamen quman und qun, KCs. 1940, III, Heft, 1, s. 96 adlı makalesinde Kuman tabirinin de Türkçede 'sarı' manasında olduğunu tesbit etmiştir.
16 N. N. Derjarvin, Slavyane v Drevnosli, 205.
17 F. Giese, Kumanlar Kavmiyetine Dair, Edebiyat Fakültesi Mecmuası, I, sayı 3.
18 J. Marquart, Über das Volkstum Komanen, 29, 173.
19 Nemeth, aynı eser s. 95-98 [kelimenin menşei hakkında bk. Kıpçak maddesi'ne, İslam Ansiklopedisi 5].
20 W. Bang ve J. Marquart, Osttürkische Dialektstudien adlı eserin ikinci makalesini teşkil eden Über das Volkstum der Komanen s. (24-238) bir çok mühim kaynaklardan istifade edilmeden, gayri müsait şartlar altında hazırlanmasına rağmen [bk., P. Pelliot, A Propos des Comanes, IA., 1920 Juni], şimdiye kadar bu sahaya dair yazılmış olan bir tetkiktir.
21 J. Marquart, Aynı eser, s. 27-28 ve 157 ve Rasovski, Peçenegi, Torki, Berendei na Rusi i v Ugrii, Semin. Kondakovianum, VI, 1-65.
22 J. Marquart, Aynı eser. Berendey kelimesi hakkında (L. Rasonyi, Der Volks name Berendey, Semin. Kondakovianum, IV, Praha 1933, s. 219-226).
23 Reşideddin'de, Kavm-i külâh-ı siyâhân olarak geçmektedir [A. Caferoğlu Türk Onomastiğinde Yahut "Serpuş", VIII. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler, (1937) Ankara 1960, s. 117].
24 L. Rasonyi, Tuna Havzasında Kumanlar, Belleten, III, 11-12, 401-412.
25 A. N. Kurat, Peçenek tarihi, İstanbul 1937.
26 Ali Fehmi Karamanlıoğlu, Kıpçak Türkçesi İzlerine Bir Gramer Denemesi, Türkiyat Enstitüsü tezler serisi N. 513.
27 Bunlar hakkında bk. T. Halasi Kun, Die Mameluk-kiptschakischen Sprachstudien, KCs. A. III, 1030, s. 77-84. Geniş bilgiye Ali Karamanlıoğlu'nun doktora tezinde de rastlanmaktadır [bk. Türkiyat Enstitüsü tezleri].
28 Hasan Eren, Kimek ve İmek Boy Adları Hakkında, Türk Dili, IV, 541-543.
29 E. E. Bertels, Navoi, 1948, s. 16.
30 Aynı eser, s. 17.
31 Ziç 1847-1852 tarihinde bütünü ile A. Sedillot tarafından Fransızcaya çevrilmiştir. 1917 de de Washington'da Arap-Fars sözlüğü ile beraber, yıldızlar katologu yayınlamıştır.
32 E. E. Bertels, Aynı eser, s. 19.
33 V. V. Bartold, Ulug Bey hakkındakl "Uluğ Bey ve Zamanı" adlı eserinde, 1928, oldukça geniş bilgi vermektedir.
34 A. Yu. Yakubovskiy, Çertı obsçestvennoy i Kulturnoy jizni epohi Alişera Navai (A. Ş. Nevai Çağı'nın Sosyal ve Kültür Hayatının Vasıfları) Ali Şir Nevaî, 1946, s. 20 ve 22.
35 A. K. Borovkov, Alişer Navoi kak osnovopolojnik uzbekskogo literaturnogo yazıka, Alişer Navoi M. L. 1946, s. 119. Türkçe tercümesi için bk. TDAY 1954.
36 V. V. Bartold, Ulug bek i ego vremya, Petrograd, 1918, s. 11.
37 Aynı eser.
38 Velyaminov-Zernov, Slovar djagalaysko-turetskiy, SPb 1868, s. 14, 15, 128 vd.
39 Baburnâme, Beveridge neş. London, 1906, s. 202.
40 Aristov, Zametki ob etniçeskom sostave tyurkskih plemen= Türk boylannın etnik yapısına ait notlar Jivaya Starina, 1896 bölüm III-IV, s. 423-25.
41 Aynı eser.
42 N. G. Mallltskly, Taşkentskiye Mahallya i mauza, V. Bartoldu, Tagkent 1927, s. 118 v. d.
43 V. V. Bartold, İstoriya kulturnoy jizni Turkestana = Türkistan'ın Kültür Hayatı Tarihi Leningrad, 1927, s. 93.
44 Mehmet Salih, Şeybânî-nâme, Melioranskiy neşri. SPb. 1908, s. 75.
45 Samoyloviç, K İstorii literaturnogo Sredne-Aziatskogo turetskogo yazıka, s. 2. Alişir Nevai külliyatı, Moskva, 1946, s. 119.
46 Ali Şir Nevaî, Vakfiye, Bakû 1826, s. 29.
47 P. M. Melioranskiy, Arab-filolog o tureskom yazıke, SPb. 1900, s. III.
48 ZDMG. XXLX, s. 575.
49 Archiv slav. Filolog. VIII, s. 644 not 2.
50 Emir-Nizameddin-Ali Şir v gosudarstvennom i Literaturnom ego snaçenii, SPb. 1856, s. 56.
51 Davids, A grammar of the turkish language, London, 1832, s. 18.
52 Radloff, Yarlıki Toktamışa i Timir-Kutluğa, ZVO. III, 1889, s. 2-3.
53 İ. İ. Berezin, Recherches sur les dialects musulmans, Kazan, s. 27, 85.
54 T. Jozsef, Millî Tetebbular Mecmuası, IV, s. 59.
55 Vâmbery, Cagataische Sprachstudten, Leipzig, 1867, s. 4.
56 Melanges Asiatiques, IX. s. 91-92.
57 Büyük Rus Ansilopedisi [Brokgauz-Efron] c. 67, s. 161.
58 The Babar-nama, A. Beveridge neş., London, 1906, s. 26; R. R. Arat, Vekayi, Babur'un hatıratı, C. 1, Ankara 1943, 143 + 128 s, C. 2, 129-678 s. Vekayî 1000 Temel Eser serisinde de Baburnâme (Babur'un Hâtıratı) adı ile üç cilt olarak (no. 39, 40, 41) neşredilmiştir. İst. 1970, s. 628.
59 N. İ. Ilminskiy, Vstupitelnoye çeteniye v kurs turetsko tatarskogo yazıka, Kazan, 1862, s.
60 Şecere-i Türk, Desmasion neş., St. -Petersb. 1871, a. 37; M. Ergin, Türklerin Soy Kütüğü (Şecere-i Terâkime), Tercüman 1001 Temel Eser, No. 33, İst. 1974 s. 19.
61 Şecere-i Terakime, Kononov yayını 1958, s. 6 (metin bölümü); Ergin neşri, s. 19.
62 W. Radloff, Melanges Asiatiques, IX, s. 9.
63 A. Caferoğlu, Türk Dili Tarihi Notları, İstanbul 1943, II, s. 57.
64 Aynı eser, s. 75.
65 Chrestomathte en Turk oriental, Paris 1845, s. 32 ve 46.
66 Haydar Mahzenü'l-esrâr'ın müellifidir. Mahzenü'l-esrâr'ın Uygur harfleriyle yazılmış 33 beyti Reşid Rahmeti Arat tarafından [Bir yazı nümûnesi münâsebeti ile II, TDED XII, 121-138] yayınlanmıştır. Horezmî Muhabbet-nâme'nin müellifidir. Muhabbet-nâme sırasiyle Gandjei, A. M. Şçerbak, E. N. Nadjib ve Osman F. Sertkaya tarafından yayınlanmıştır. Ataî şiirleri yayınlanmamıştır. Sekkâkî Timur devrindeki Çağatay edebiyatınm bu mühim şairinin divanından parçalar J. Eckmann tarafından [Çağatay dili ömekleri III, Sekkâkî divanından parçalar, TDED XII, 157-174] yine Sekkakî'ye ait Uygur harfli gazeller Osman F. Sertkaya tarafından [Osmanlı şâirlerinin Çağatayca şiirleri III Uygur harfleriyle yazılmış bazı manzum parçalar I, TDED XX, 157-184] yayınlanmıştır. Mukimî şiirleri yayınlanmamıştır. Yakınî Ok Yaynıng Münâzarası adlı eseri Arap harfli metnin İngilizce tercümesiyle birlikte Fahir İz tarafından [Yakîni's contest of the arrow and the bow, Nemeth Armağanı, Ankara 1962, 267­287] yayınlanmıştır. Emri Deh-nâme'sinin ilk kısmının Uygur harfleriyle yazılmış 23 beyti R. R. Arat tarafından [Bir yazı nümûnesi münâsebeti ile, 60. doğum yılı münasebetiyle Fuat Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, 17-23], Beng ü Çagır adlı münazarası ile Gönül Alpay tarafından [Yusuf Emiri'nîn Beng ü Çagır adlı münasarası, TDAY, Belleten 1972 (1973), 103-116] yayınlanmıştır. Gedâi J. Eckmann [Çağatay dili örnekleri II, Gedai divanından parçalar, TDED X, 65-110] da önce Gedai divanından seçtiği şiirleri daha sonra da divanın tamamını tıpkıbasımıyla birlikte [The Dîvân of Gadâ'î, Bloomington 1971, 405 + 133 s. ] yayınlamıştır. Lutfi Gazellerinin Uygur harfleriyle yazılmış bazıları Osman F. Sertkaya tarafından [Osmanlı şâirlerinin Çağatayca şiirleri III Uygur harfleriyle yazılmış bazı manzum parçalar I, TDED XX, 157-184] ve [Uygur harfleriyle yazılmış bazı manzum parçalar II, TDED XXI] de yayınlanmıştır.
67 Borovkov, Alişir Nevai, s. 93.
68 Osman F. Sertkaya, Mirâc-nâme, Mezuniyet Tezi, Türkiyat Enstitüsü No. 845. İst. 1968.
69 V. V. Bartold, Novaya rukopis uygurskim şrıftom v Britanskom muzee, DAN. 1924, s. 57­88 ve G. Clauson, A hitherto unknown Turkish Manuscript in "Uighur" characters, JRAS, 1928, 99-130 ve 614-615.
70 Şecere-i Türk, Desmaison neşri, s. 41.
71 A. Caferoğlu, Türk dili tarihi notları, II, s. 24-25.
72 A. K. Borovkov, Alişer Navoi, s, 100.
73 V. D. Artamoşina, Usloviya formirovaniya i nekoterie osobennesti yazıka Sredneaziatskih poetov predşestvennikov A. Navoi, Tyursko-Mongolskoe yazıkoznanie i folkloristika, 1960, s. 17.
74 W. Radloff, Zur Geschichte des türkischen Vokaltypus, İİAN., 1901, XIV, 8. 57.
75 The Mabânî'l-lughat, Denison Ross neşri, Calcutta, 1910.
76 Alişer Navoi, Farhad-ü Şirin, Taşkent 1957, 5-9.
77 I. Sultanov tarafından, Alişer Navoyi, Mevzonu'l-avzon, Taşkent 1949 da yayınlanmıştır.
78 Istoriya literatur naradov Sredney Azii i Kazahistana = Orta-Asya ve Kaeakistan halkları edebiyatı tarihi, 1960, s. 130 (özbek edebiyatı bölümü).
79 E. E. Bertel's, aynı eser, s. 58.
80 A. K. Borovkov, aynı eser, s. 94.
81 A. A. Bartold, Orta-Asya tarihi hakkında konferanslar, s. 204.
82 İyi bir nüshası British museumda mahfuzdur, bk. Catalogue of the Turkish manuscripts in the British museum, London 1888; A. N. Samoyloviç, Materialı po Sredne-aziatsko-turetskoy literature, IV. Çağatayskiy poet XV v. Atai, ZKV. II, 1927.
83 Herat'ta kurulan edebi okul mahfillerinden birinin reisi idi [L. M. Boldirev, Zaynaddin Vasifi tadjikskiy pisatel XVI v. = XVI. yüzyıl Tacik yazarı Zaynaddin Vasifi, Stalinabad 1957, s. 268.
84 Tuyug hakkında bk.: A. Samoyloviç, Çetverostişiya tuyugi Nevai, Müsül' manskiy Mir, 1917, Petrograd, s. 10-22; F. Köprülü, Türk Klasik Edebiyatındaki Nazım Şekîlleri. Tuyug, Türk Dili ve edebiyatı araştırmaları, 1934 s. 204-257.
85 Bu divan klişe halinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından, "Divan-i Sultan Hüseyin Mirza Baykara" "Hüseyinî" 1946 da yayınlanmıştır. Ayrıca yine Baykara'ya ait olan "Risâle-i Sultan Hüseyin Baykara" adlı küçük bir risale neşredilmiştir.
86 Bu tezkere 1945 yılında Tahranda Al-Asghar Hekmat tarafından «The Ma-jalisun-Nafa'is. Galaxy of Poets Mir 'Ali Shir Neva'yi adı ile Farsçaya çevrilerek, yayınlanmıştır.
87 E. E. Bertels, Aynı eser, 72.
88 M. Belin, Notice biographique et litteraire sur Mir Alî Shîr Nevai, Journal Asiatique, serie V., XVII, Paris 1861, s. 222.
89 N. J. Ilminskiy, Türk-Tatar dili tedrisatına giriş dersi, (Rusça), Kazan 1862, s. 36.
90 Hermann Vâmbery, Cagataische Sprachstudien, Leipzig-1867, s. 10.
91 A. K. Borovkov, Alişer Nevoi Kak osnovopolojni Uz. Yaz, s. 117.
92 M. Nikitskiy, Emir-Nizameddin-Ali Şir v gosudarştvennom i Uteraturnom, ego snaçenii, Petersburg 1856, s. 75.
93 A. Yu. Yakubovskiy, Çert î obşçestvennoy i Kulturnoy jizni epohi Alişera Nevaî külliyatı, 1946, s. 23.
94 L. N. Boldırev, Zaynaddin Vasifi, Stalinabad 1957, s. 31-33.
95 Bu minatürcü hakkında; T. V. Arnold, Bihzad and his paintings in the Zafı Namah Manuscript, London 1930: E. R. Martin, The Minature Painting and Painters of Persia, India and Turkey, London 1912; A. Saklsian, les minatures persanes du XII au XX siec'e Paris 1929.
96 Babur şahın gazelleri, kontrolsüz olarak Millî Tetebbüler dergisinde sayı 1 ve 2 de yayınlanmıştır.
97 Baburnâme adıile şöhret bulan bu eser bazı yabancı dillere çevrildlği gibi, R. R. Arat tarafından Vekayi, Babur'un hatıratı adıyle Türkçeye çevrllmig ve TTK. un-ca I, 1943 ve II, 1946 da yayınlanmıştır.
98 TDK. tarafından, Ankara 1941 de yayınlamış ve îshak Refet Işıtman'ca "şimdiki dille" çevrilmiştir.
99 Bu hususta daha fazla bilgi için Kemal Erarslan, Seydi Ali Reis'in Çağatayca Gazelleri, TDED, XVI, 1968, 41-54; Osman F. Sertkaya, Osmanlı şairlerinin Çağatayca şiirleri, (I), TDED, XVIII, 1970, s. 133-138; Osmanlı Şâirlerinin Çağatayca Şiirleri II, TDED, XIX, 1971, s. 171-184; Osmanlı şairlerinin. Çağatayca şiirleri III Uygur harfleriyle yazılmış bazı manzum parçalar I, TDED XX, 1972, s. 157-184 ve Some new documents written in the Uigur script in Anatolia. CAJ, XVIII, 1974, s. 73-82; Osmanlı şâirlerinin Çağatayca şiirrleri IV, TDED, XX II.
100 Uzbeskaya literatwra-özbek edebiyatı, îstoriya literatur narodov Sredney Azii i Kazahistana, 1960, s. 136; Navoi, seçilmiş şiirleri, 1948, s. 31.
101 Bu hususta bk.: S. E. Malov, Mir Alişer Navoi v istorii Tyurskih lîteratur i Yazıkov Sredney i Tsentralnoy Azii, 1947; A. Usmanov, Muhakamat al-lugatayn, Tag-kent 1948.
102 N. M. Mollaev, Özbek Edebiyatı Tarihi, Taşkent 1955, s. 52-119.
103 C. Brockelmann, Ostturkische Grammatik, J. Eckmann, Das Tchaghataische, Ph TF, I, 138-161, Küçük Çağatay Grameri, TDED X, gibi yayınlardan sonra-bk. Chagatay Manwal. İndiana University, Bloomington, 1966. 340 s.
104 F. Köprülü, Ali Şir Nevaî ve Tesirleri, T. Dili ve E. Araş. 1934, s. 257-266.


Yorumlar (0)