Anadolu'da Selçuklu Dönemi Sanat Ortamı / Yrd. Doç. Dr. Kenan Bilici

Anadolu'da Selçuklu Dönemi Sanat Ortamı / Yrd. Doç. Dr. Kenan Bilici




Anadolu Selçuklu Dönemi sanat ve kültür ortamını tanımak, aynı zamanda insanlık tarihinin en önemli evrelerinden biri olan Orta Çağ'ın bir kesitini de anlamak demektir.

Çoğunlukla hatırlanmak istenmeyen ve neredeyse tarihin alacakaranlık kuşağı gibi nitelendirilen bu çağ, bir yanıyla doğu ve batı dünyasına özgü maceraların, âdeta doğaüstü olaylarla örülmüş destansı kahramanlıkların, toplumların kaderlerini belirleyen büyük savaşların ve acıların yaşandığı bir dönem ve bir kısmı Shakespearen figürleri hatırlatan kudretli yöneticilerin ya da tam tersi bir çoğu çocuk yaşta tahta geçtikleri halde, kaderin bir cilvesi olarak, tarihin kendilerine gösterişsiz roller biçtiği portrelerin oluşturduğu bir tarih galerisidir; fakat bir yanıyla da, sonradan büyük toplumsal dönüşümlere ve yeniliklere yol açacak bilim, felsefe, teknoloji ve sanat alanlarındaki ilerlemeleriyle dünya tarihinin büyük ve merkezî bir kesitidir.

11. yüzyılın sonlarından başlayarak bir yüzyıl boyunca doğu ve batı dünyasını depresyonlu ve kaotik bir ortama sürükleyen ve her iki dünyada ancak travma olarak nitelenebilecek büyük kırılmalara yol açan Haçlı Seferleri'nin şiddet ve dehşet yaratan ilk büyük dalgalarından sonra başlayan 13. yüzyıl, Anadolu'da sadece Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Hacı Bektaş Velî, Evhadüddîn Kirmânî, Sadrüddîn Konevî, Ahî Evren, Yunus Emre ve Sultan Veled gibi mutasavvıfların aynı tarih kesitinde buluştukları ve ülkenin sanat iklimini tasavvufun oluşturduğu bir çağ olarak yaşanmamış; fakat aynı zamanda, bu coğrafyayı, çok farklı kökenlerden gelen insanların ördüğü bir uygarlıklar dokusu, bir gelenekler ve görenekler parkı haline de getirmiştir.

Bu çağ, bir yandan, İspanya'dan gelerek "Vahdet-i Vücûd" felsefesini bu ülkede geliştiren Muhyiddîn İbn'ul-Arabî gibi bir mutasavvıfı, El-Cezerî gibi bir bilim adamını, farmakolojiyi tıbbın bir dalı olarak gösteren ilk ve tek kitap olan Kitab al-Teshil fi al-Tıbb ve al-Hikma'nın yazarı Ebu Bekr Ezrâk gibi bir hekimi ya da Mirsâdü'l-İbâd adlı eserin sahibi Necmeddin Razî'yi, Kelûk bin Abdullah, Kalûyan el-Konevî, Şamlı Muhammed bin Havlan, Kerimüddin Erdişah, Tuslu Muhammed bin Muhammed bin Osman, Halepli Ebu Ali ve Cafer bin Mahmud, Varka ve Gülşâh Mesnevisi'nin nakkaşı Hoylu Abdülmü'min bin Muhammed, Tebrizli Şeyh Bedreddin, Aynûddevle-i Rumî ve Nakkaş Şeyh Bedreddin gibi dönemin ünlü mimar ve sanatçılarıyla, evrensel boyutta ileri ve yüksek düzeyli bir felsefe, bilim ve sanat ortamı içinde yanyana getirmekte; diğer yandan, I. Gıyâseddin Keyhüsrev, I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâeddîn Keykubad gibi dönemin kudretli sultanlarını, Celâleddin Karatay, Kemâleddin Kâmyâr, Sahib Şemseddin İsfehanî, Sâhib Ata Fahreddin Ali, Sadeddin Köpek, Pervâne Muinüddin Süleyman veya Kazvinli Fahreddin gibi bazılarının ihtirasları makamlarının gücünü aşan ünlü vezirleri de aynı tarih kesitinde buluşturmaktadır.

Aynı çağda, batıda Dominiken ve Fransisken tarikatleri kurulmakta, doğuyla yapılan deniz ticareti sayesinde kuzey İtalya ve Güney Fransa'nın liman kentleri gösterişli ve zengin merkezler haline gelmektedir. 12.yüzyıldaki feodal anarşi ve siyasî karmaşalar, yerini giderek seçimle işbaşına gelen monarşilere bırakırken, Alman Krallığı Hohenstaufen yıkılmakta, buna karşılık Habsburg ve Lüksemburg gibi yeni hanedanlıklar doğmaktadır. Diğer yandan, Engizisyon da bu dönemde kurulmuş; Magna Carta da yüzyılın hemen başlarında imzalanmıştır. Bu çağ, aynı zamanda, İtalyan mistik düşünürü "Bonaventura" Johannes Fidanza'nın, Skolastiğin yükseliş döneminin temsilcileri Alman Albertus Magnus ve Aquinolu Thomas ile İngiliz "doctor mirabilis" Roger Bacon, Meister Eckart, Alexander von Hales gibi filozofların, ayrıca Hugo von Trimberg, Cimabue, Giovanni Pisano, Dante, Giotto, Gottfried von Strassburg, Adam de la Halle gibi şair, ressam, yazar ve troubadourların yaşadığı, Toulouse, Montpellier, Cambridge, Oxford, Lizbon ve 14. yüzyılın hemen başında da Roma ve Perugia Üniversitelerinin eğitime başladığı, ayrıca İngiltere, Fransa ve Almanya'da Roma Hukuku derslerinin okutulduğu bir dönemdir. Avrupa'da, Reims, West Minister, Amiens, Sallsbury, Chartres, Notre-Dame, Magdeburg ve Siena katedralleri ile Rönesans'a yolaçacak Gotik sanatın son evresi yaşanmaktadır.

Anadolu'daki Selçuklu çağı, Asya'dan başlayıp, Çin, Hint ve İran gibi, Doğu dünyasının, her biri bir toplumu eritebilecek akıl almaz coğrafyalarındaki büyük kültür, sanat ve uygarlık merkezlerinin birikimleriyle zenginleşerek batıya yönelen Türk politik strüktürünün, İslâm dünyasına hakim olma sürecinin bir parçasıdır.

Bu, aynı zamanda, büyük imparatorlukların yükselip birbiri ardınca kayboldukları ve korkunç mücadeleler sırasında âdeta hallaç pamuğu gibi atılan Asya'nın sonsuz coğrafyasındaki uluslararası kültür çevreleri ve merkezlerinden geçerek, Yakın ve Orta Doğu'ya, sonra da Anadolu'ya yönelen ve giderek evrensel bir kültür kimliğine bürünen uzun bir serüvenin de öyküsüdür.

Şaşırtıcıdır ki, bu öyküde başrolü oynayanlar, tıpkı Batı dünyasındaki Germenik kavimler, Vandallar, Burgundiler, Ostrogotlar, Lombartlar ya da Franklar gibi krallıklara benzer şekilde, önce askerî aristokrasiye dayalı yarı göçer devletler halinde ortaya çıkmış; zamanla dalgalı bir süreç izleyerek askerî-tarımsal politik strüktürlere dönüşmüşlerdir. Öylesine ki, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e 1058'de Bağdat'taki merasimle Abbâsî Halîfesi Ka'îm bi-Emrillah tarafından taç giydirilip, "Dinin temeli" ve "Halîfenin ortağı" lâkapları verilerek "Dünya Sultanı" ilân edilmesi ile Frank Kralı Charlemagne'a 800 yılında Papa III. Leo tarafından "Romanorum gubernans imperium" unvanı verilerek Roma İmparatorluk tacının takılması arasında bile anlamlı ilişkiler kurulabilir.

11. yüzyıl, aynı zamanda, eski dünyanın merkezi sayılabilecek coğrafyalarında, ortada Bizans, batısında Katolik Avrupa ve güney doğusunda da Ön-Asya'ya hızla yayılan İslâmiyet'in temsil ettiği üçlü bir dünyanın biçimlendiği çağdır. Her ne kadar İskender'in Doğu seferi, Mısır'ın Avrupa, Anadolu ve Orta Doğu ile olan ilişkisi gibi ticari ve toplumsal yakınlaşmalar ya da İpek Yolu gibi varlığını geç çağlara kadar korumuş eski bir kültürel bağın varlığına dayanarak Doğu ve Batı dünyalarının birbirlerinden haberdar uygarlık alanlarını içerdiği bilinse de, yalnızca İslâm dünyasının, 7. yüzyılda başlayan varlığının, Uzak Doğu'dan Atlantik'e kadar uzanan fiziksel sürekliliğiyle bütün uygarlıklarla doğrudan ilişkili ve kaynaştırıcı bir merkezî kültür alanı oluşturabildiği gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu kültür alanının ve Türklerin İslâm dünyasına hakim olma sürecinin en belli başlı mekânlarından biri ve belki de en önemlisi Anadolu'dur; ve Selçuklu Çağı, bu coğrafyayı büyük bir merkeziyet denemesine sahne yapacaktır.

11. yüzyılın başlarından ortalarına kadar süren ilk keşif amaçlı akınlar ve bunu izleyen Malazgirt zaferi ile başlayan Türklerin Anadolu'yu fethi ve burada tutunarak ülkeyi Türk çehreli bir sosyal ve kültürel bütünlüğe ulaştırmaları süreci, hiç şüphesiz kısa vadeli bir operasyon değildir. Alp Arslan'ın kazandığı zafer, gücü tartışmalı olsa da, Anadolu'daki Bizans varlığını büyük ölçüde kırmış; oğlu Melikşah zamanında Türk akınlarına direnecek organize bir Bizans askerî gücü kalmamıştı. Doğrusu istenirse, Yakın ve Orta Doğu ile Bizans ve Avrupa'nın 11. yüzyılın ikinci yarısındaki bunalımlı siyâsî konjonktürü de, ülkenin yeni fatihleri için elverişli bir yayılma ortamı yaratmış olmalıdır. Nitekim, Kutalmışoğlu Süleyman Bey'in kısa bir süre içinde İznik'i alarak 1075 yılında burayı Selçuklu başkenti yapması, hattâ Üsküdar'a kadar ilerleyip Boğazların kontrolünde söz sahibi olması ve Tarsus, Adana, Masisa, Anazarba ve bütün Kilikya beldelerini hakimiyeti altına alarak nihayet 1085 yılında Suriye'nin Hıristiyan başkenti Antakya'ya girmesi, âdeta başdöndürücü bir hızla 10 yıl içinde gerçekleşmiştir. Ne var ki 10 yıl sonra herşey, yine aynı hızla değişecektir.

Fransa'da, 1095 yılında toplanan Clermont konsilinde Papa II. Urban'ın yaptığı çağrı üzerine 1096 yılında ilk Haçlı Seferi başladı. Bunu 1147 yılındaki ikincisi, 1189 yılında da üçüncüsü izledi. Süleyman Bey'den sonra Selçuk tahtına geçen I. Kılıçarslan zamanında, Keşiş Pierre'in öncülüğündeki "halkın Haçlı Seferi"nin İznik yakınlarında yokedilmesine karşılık, Dorylaion savaşının kaybedilmesiyle arkadan gelen büyük ordunun 1097 yılında Anadolu'yu geçmesine engel olunamadı; üstelik bu sefer sırasında başkent İznik de kaybedildi. 12. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu'yu sarsan bu bir yüzyıllık dönemde, I.Kılıçarslan'dan sonra tahta geçen Şahin-Şâh, Sultan Mesûd ve II.Kılıçarslan zamanlarında, Selçuklu siyâsî tarihi, bir yandan Haçlılara karşı savaş verirken, bir yandan da yerleşmiş bir merkezî idare kurmak ve mümkün olduğu kadar büyük toprak parçalarını bir idare altında toplamak için mücadele ile geçti. 12. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Anadolu artık Batı dünyasında uzun zamandır Turchia adıyla tanınmakta; kimi Venedik belgelerinde Selçuklu Sultanları da hep Soldanus Turchia olarak geçmektedir.

II. Kılıç Arslan'ın İmparator Manuel ve ordusuna karşı Myriokephalon'da kazandığı askerî zafer, Bizans'ı bir daha geri gelmemek üzere Anadolu'dan uzaklaştırmış; tarih, birbirleriyle mektuplaşacak kadar şahsi dostluklarını ilerletmiş olan Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan, Eyyûbî Sultanı Selâhaddin, Alman ulusunun Kutsal Roma-Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa, İngiltere Kralı "Arslan Yürekli" Richard ve Fransa Kralı Philippe'i, çok farklı amaçlar ve hayallere adanmış hayatlarıyla aynı zaman kesitinde yanyana getirmiştir. Kaderin bir cilvesi, hepsi de, önce, 1189 yılında muazzam bir ordunun başında Anadolu'ya giren, fakat inandığı yüksek idealler uğruna yola çıktığı Kutsal Topraklar'ı göremeden 1190 yılında Silifke ovasında Göksun ırmağında boğulan ve bozulmaması için sirkeye yatırılan cesedi Antakya'ya dağılmış bir halde ulaştırılarak aceleyle, doğduğu topraklardan çok uzaklarda Antakya Katedrali'ne gömülen İmparator Barbarossa olmak üzere, 10 yıllık bir süre içinde ve birbirleri ardınca öleceklerdir.

13. yüzyıl Selçuklu Anadolusu için, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve oğulları olan I. İzzeddin Keykâvus ile I. Alâeddin Keykubad'ın saltanatları, devletin yükseliş ve siyâsî sınırlarını genişletme devresidir.

Yarım yüzyıla yakın süre içine birçok fetih sığmış; Kilikya'daki Ermeni hakimiyeti zayıflatılmış, Haçlı seferleri sırasında kapanan Suriye kervan yollarının yerini anıtsal han inşaatları ile donan Anadolu'daki ticaret yolları almıştır. Bu dönemde Anadolu'daki ticarî yapıların ve yolların önem kazanmasının ardında, Haçlıların Suriye ve Filistin'de kurdukları krallıklara son veren Eyyûbîlerin geri aldıkları limanların büyük bir kısmını bir daha Latinlerin yararlanmaması için tahrip etmelerinin rolü aranmalıdır. Moğol yayılmasının Akdeniz'e ulaştığı yüzyılın yarısında, Suriye'deki limanların Moğollarla savaş halindeki Memlûkların elinde bulunması, bu limanların hızla Levante ticaretindeki önemlerini kaybetmelerine neden olmuştur. Bu husus, bölgede ticaret yapan Batılıları, Asya içlerine giden tüm ticaret yükünün zorunlu geçiş yolları üzerindeki başka ülkelere yönelmek zorunda bırakmış; böylece gözler, eskisinden daha fazla olarak Anadolu'ya çevrilmiştir. Nitekim Marco Polo bile, Çin'e gidebilmek için Anadolu'dan geçmek zorunda kalmıştı. Bu bağlamda, ülkede uluslararası ticaretin gelişmesine büyük çaba harcanmış; sözgelişi Konyalı tüccarlar İstanbul'a gidip orada alışveriş yaparak Chonae'de Aziz Mihail fuarına katılırken, Kayseri-Pazar Ören'deki Yabanlu Pazarı, Mardin'in güneyindeki Dunaysar Pazarı, Kırşehir ile Kayseri arasındaki Ziyaret Pazarı ve Germiyan'daki Âlemüddin Pazarı gibi fuarlar uluslararası şöhret yapmışlardı. Daha 12. yüzyılın sonlarında İstanbul'da ticaretle uğraşan Selçuk tüccarları kolonisi, Kayseri'de kendilerine ait bir kiliseleri ve fırınları bulunan Pizalılar kolonisi ve Sivas'ta da Cenevizliler kolonisi vardı. Sinop ile Antalya'yı birleştiren çizginin doğusunda kalan bölgeler, Selçuklu Çağı Anadolusu'nun en gelişmiş kesimi olmuşlardır.

13. yüzyılın en önemli kentleri, uluslar arası ticaretin ana arterini içinde barındıran bu kesim üzerinde konumlandığı gibi; hanların büyük bir bölümü de Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum, Malazgirt üzerinden Hoy'a ve oradan da Tebriz'e ulaşan bu ana güzergâh üzerinde inşa edilmiştir. Örneğin Sivas'ın 13. yüzyıldaki nüfusunun 120.000, Kayseri'de ise 100.000 kişinin yaşadığı yolundaki kimi kayıtlar, abartılı bile olsa, yine de yoğun biçimde kentleşmiş bir Türkiye imgesi yaratmaktadır.

Ticarette el değiştiren malların çeşitliliği, 13. yüzyılda Anadolu halkına yeten bir sanayinin gelişmiş olduğunu düşündürmektedir. Nitekim, bu ticarî etkinliğinden ötürüdür ki, Pegolotti de Alâiyye'de kullanılan ölçüleri İtalyan ölçüleri ile karşılaştırmalı olarak gösteren bir çizelge düzenlemek gereğini duymuştu. Sultanlık, tarımı ve hayvancılığı geliştirmek için destekleyici önlemler alırken, toprağın boş bırakılmaması ve işletilmesine büyük önem veriyor; bu amaçla halka hayvan ve tohumluk dağıtıldığı gibi ödenecek vergilerde de kimi düzenlemelere gidiliyordu. Doğal kaynaklar arasında, özellikle Toroslardaki ormanlardan sağlanan kereste, Doğu Akdeniz ülkelerinde aranan değerli bir ürün haline gelmiş; Ortaçağ Avrupası'nda boya sanayiinde kullanılmaya başlanan şap için ise, ocakların işletme ve satış hakları Cenevizlilere verilmişti. Kısacası, sadece Doğu ile değil, fakat aynı zamanda Batı, özellikle İtalya ile sürdürülen ticarî ilişkiler ve bu amaçla yapılan antlaşmalar, Selçuklu Dönemi'nde Anadolu'yu İslâm dünyasının geniş ekonomik ve ticarî faaliyeti çerçevesine sokmuştur.

1237'de I. Keykubad'ın öldürülmesinden sonra yerine oğlu II. Keyhüsrev geçti. On yıllık saltanatı sırasında Babaî İsyanı yaşanmış; akabinde 1243'de Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı ile Selçuklu Devleti'nin fiilen yok olmasına neden olacak bir süreç başlamıştır. Bu dönemde Selçuklu başkenti Konya'nın siyasî önemini kaybetmesi, ticaret hayatını da olumsuz etkilemiş; Selçuklu Türkiyesi'nin batı bölgelerinin ticarette oynadıkları rol azalırken, ağırlık merkezi doğu'ya, İlhanlı başkenti Tebriz'e kaymıştır.

Moğol istilâsıyla parçalara ayrılan Selçuklu ülkesinde, 14. yüzyılın başlarında yeni bir devir başlar. Bir tür ara devre ya da geçiş dönemi olan bu süreçte, siyasî kargaşa, suikasd, hal, her türlü entrika ve maddi yıkımlara karşılık, kültürel gelişme noktalanmış değildir. Tek fark, bundan böyle Anadolu'ya hakim olacak politik gücün, yeni bir tarihsel mekânda kazandığı deneyimler doğrultusunda, küçük bir kara devleti değil, fakat devlet ideali çok değişik ve ağırlık merkezi Batıya kaymış büyük bir İmparatorluk olmasındadır. Osmanlı yükselişi, Türk politik ve askeri gücünü, önce Bizans ve ardından Bizans'ı aşıp Katolik Avrupa ile bir kere daha yüzyüze getirecektir.

Böylece iniş ve çıkışlarıyla ikiyüz yılı aşkın bir süre devam eden bir uygarlık dönemi, Anadolu'da, başka alanlarda olduğu gibi sanat alanında da genel olarak Selçuklu diye tanımlanabilecek bir sanat ve kültür ortamı yaratmıştır. Bu sürecin, Orta ve Yakın Doğu'nun hiçbir köşesinde Selçuk adı kalmayana kadar devam ettiği yorumu, bir dereceye kadar doğrudur.

Şüphesiz dönemin toplumsal, kültürel ve teknolojik değişmelerini, sanat alanında, en başta mimari anıtlar ve bunların oluşturduğu maddi çevre temsil ediyor. Ne var ki, Anadolu'nun Selçuklu geçmişini ortaya koyan mimari anıtların bugünkü durumlarına bakarak, Selçuklu yapı ortamını tam ve eksiksiz olarak değerlendirmek mümkün değildir. Gerçi, bu konuda hayli önemli çalışmalar/tespitler yapılmış ve kimi gelişme çizgileri belirlenebilmiştir; sözgelişi, Anadolu'daki cami mimarlığının, bir yandan Arap camisi de denilen, fakat doğrusu Suriye'nin geç antik mirası üzerinde şekillenen Erken İslâm mimarisine özgü çok ayaklı/Şam Ulu Camii modelini tekrarlayan Diyarbakır Ulu Camii ya da Siirt ve Harput Ulu Camileri gibi eyvanlı-avlulu İran ve Silvan ya da Kızıltepe Ulu Camileri gibi Asya kökenli tiplerin anılarıyla başladığı bilinmektedir. Şüphesiz bu yorumlara, Anadolu'da ortaya çıkan yeni tipler de eklenebilir. Divriği Kale Camii, özgün bir uygulama olarak, İslâm cami modelini, Anadolu Bizans kiliselerinin bazilikal planı ile örtüştüren ilgi çekici bir Mengücekoğlu yapısıdır. Bu türden genellemeler, medreseler için de yapılabilir. İster Danişmentli, Mengücekli ve Artuklu isterse İlhanlı ya da Selçuklu olsun, Anadolu Selçuklu Çağı medreseleri, bir yandan genel plan şeması ile dört eyvanlı Büyük Selçuklu medreselerine bağlı kalmakla birlikte, yerel malzeme seçimi, form-strüktür ve kültürel yorumda farklılaşmakta; diğer yandan kapalı medreseler İran'dan doğuya Asya'daki konut mimarisine yaklaşırken, açık avlulu olanların da Budist viharalar ile yakın ilişkiler sergilediği bilinmektedir. Türbeler arasında, özellikle Saltuklular'a ait örneklerin, Gürcü kilise ve mezar yapılarıyla ile olan biçimsel ilişkileri dikkat çekicidir. Aynı şekilde Anadolu'daki hanlar da, Büyük Selçuklu ve Karahanlı dönemine ait ribat ve kervansaraylarla planimetri düzeyinde analojiler yapılmasına imkân sağlamaktadır. Böyle bir yapı ortamı içinde Alanya'daki Tersane'nin bir eşi yoktur. Diğer taraftan, kazısı tamamlanan ve Anadolu'daki şimdilik bilinen en erken tarihli saray örneği olduğu anlaşılan Alanya İçkalesi'ndeki Selçuklu Sarayı kalıntısının da, Anadolu dışında, Erken-İslâm'da ve Asya'da da (Samarra veya Leşger-î Bazar gibi) öncüleri bulunabilecek, kendine özgü bir geometrik yapısı olan ve başlıca kompozisyon ögeleri, avlular (hattâ avlular geçmesi), eyvanlar, tören salonu/salonları, taçkapılar, masif duvarlar ve kulelerin meydana getirdiği, belirli bir aks düzeni ve simetri endişeleri taşıyan, kısacası bu haliyle geleneksel ögeler içeren bir saray imajının tipik temsilcisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu kalıntı, bir yandan, çağdaşı bir medresenin avlu-revak ilişkisini hatırlatan planı ile, tipolojik olarak bütün bir dönemin birbirinden farklılaşmamış yapı ortamına dair yorumlar çıkartma imkânı sunarken, diğer yandan, inşaat özellikleri ile de, Selçukluların, İçkale'de devraldığı Bizans yapı alanını, kendi yapı birikimleri ile bütünleştirip yeni ve rasyonel bir mimari düzene dönüştürebilme becerilerini de sergilemektedir.

Ayrıca, restitüsyonu ile ulaşılabilen iç görünümünde, âdeta, Akdeniz çevresinde yaygın Antik "Palatium"ları, deyim yerindeyse geç devir İtalyası'nın "Palazzo"larını çağrıştıran görsel ayrıntıları, hattâ Osmanlı konutunda etkisi olabilecek kimi düzenlemeleriyle, Selçuklu çağının Doğu Akdeniz kültür alanına getirdiği mimari yorumun ve sürekliliğin de kavranmasına imkân tanımaktadır.

Bütün bunlarla birlikte, sadece Kırşehir'deki Caca Bey Medresesi'nin vakfiyesinde yazılı ve hepsi de zamanla ortadan kalkmış yapıların varlığı bile, Selçuklu sanat ortamının, bu dönemin tarihî anılarıyla örülmüş ve kimisi başkent olan Konya, Aksaray, Sivas, Kayseri, Erzurum ya da Antalya'nın bugünkü kent dokuları içindeki seyrekleşmiş Ortaçağ maddi görüntülerine bakılarak yazılamayacağını da ortaya koyuyor. Nitekim, elimizdeki tek özgün Orta Çağ sokağının, Sivas'ta Çifte Minareli Medrese ile Keykâvus Şifahanesi arasında kalmış olması, Ortaçağ kültür mirası ve tarihî çevrenin korunması adına acınacak bir durumdur. Aynı gözlem, bütün Mevlevî kaynaklarında sözü edilen büyük fresk ya da kağıt üzerine yapılmış resim etkinliği için de yapılabilir. Bunlardan bugüne hiçbir şey kalmamış olması da, aynı anlayışla tahrip edilmiş olduklarını göstermektedir.

Diğer yandan sorun yalnızca, maddi çevreyi/kültürü oluşturan anıtların ya da artifaktların, büyük ölçüde ortadan kalkması da değildir; nitekim, başta camiler olmak üzere, özellikle ilk yapıldıkları dönemden başlayarak, çeşitli nedenlerle, devamlı değişiklikler ve ilâveler geçirerek günümüze ulaşmış ve çoğu özgün halini kaybetmiş yapılar da, Selçuklu mimarisi konusunda tutarlı yorumlar yapılmasını güçleştirmektedir. Bu bağlamda, Selçuklu başkenti Konya'da, Alâeddin Tepesi'ndeki camiyi, bugünkü durumuna bakarak, Melik Şah'ın İsfahan'daki Mescid-i Cuma'sı ile eş zamanlı yapıldığı halde, İran'ın eyvanlı cami tipinin Anadolu'da yerleşmemiş olduğuna kanıt olarak göstermek ne denli yanıltıcı ise, aynı şekilde, bir zamanlar saray camisi olarak da işlev gören bu yapıda, cephesinin yamalı hali ve iç mekândaki düzensizlikler ile avlusundaki hanedan türbesine bakılarak, Mainz, Speyer gibi Ren Katedralleri ya da Bizans İmparator mezarlarının yer aldığı ünlü Havariyun Kilisesinin görkemi ve özeni yanında, sunduğu sadelik ve tevazunun, Selçuklularda dini yapının prestij ve politikadan bağımsızlığını açıkladığı yorumu da o denli tartışma konusudur.

Biz, Selçuklu sanatını ya da daha genel anlamda Anadolu Orta Çağını, bağlı bulunduğu tarih kesitiyle birlikte, mukayeseli bir kültür tarihi yazıcılığı boyutunda henüz incelemeye başlamadık. Bu, sanat tarihinin, olguların üzerinde durmayan Ortaçağ vakanüvisliği tarzında, benzerlikleri çoğu kez tartışmalı biçimsel ilişkiler kurmaktan ibaret olmadığını anlamayı gerektiriyor. Böyle olmadığı içindir ki, bir tür topluluk refleksine dönüşmüş attitudeler halinde, neredeyse Selçuklu Çağı'ndaki her yaratmayı, genellikle Yakın Doğu veya Asya'daki Türk öncüllerine bağlama gayreti içine girilmekte, sözgelişi motif ya da figürlü temaların, hattâ kimi ahşap tekniklerinin kökenleri Asya prehistoryasının derinliklerinde ve Hun kurganlarında aranmaktadır. Fakat böyle bir yaklaşım, neden sözgelişi, İran'da, 14. yüzyılın başına ve hiç değilse Olcaytu zamanına kadar Moğol yasalarıyla yönetilen ve hâlâ şaman geleneklerine bağlı oldukları iddia edilen İlhanlılar Dönemi'nde bile Anadolu'daki gibi bir figürlü plastikten bahsedilemediğini, ayrıca Asya'da İslâmiyet'i kabul ederek varlığını 13. yüzyılın ilk yarısına kadar sürdürmüş olan Karahanlıların, belki de Şamanizm ile İslâm hukukunu uzlaştırmak çabası içinde, yazılı edebiyatta İslâm öncesi inançlarına referans verirken, binalarında ya da seramiklerinde bu (pagan?) inançları sergileyecek figüratif uygulamalara yer vermediğini açıklayamamaktadır.

Gerçi Anadolu'da, eşzamanlı olarak 11 -12. yüzyıllar ve sonrası için İran'a ya da Asya'ya bağlanabilecek, birbirini etkileyen geçişli sanat gelişmeleri ve biçimsel yakınlıklar ya da birebir örtüşmeler vardır; nitekim böyle olmasa idi, ne Van Ulu Camii ne de Hasankeyf-Zeynel Bey Türbesi mimarlık tarihinde bir yere oturtulabilirdi; fakat köken sözkonusu olduğunda, özellikle Anadolu'nun çarpıcı zenginlikteki figür evrenini Asya'nın bronz çağına kadar geri götürmek fazla safdilliktir.

Bu bağlamda, sanki büyük bir yapı alanı, âdeta bir şantiyeye dönüşen 13. yüzyıl Anadolusu'nda, bu çağın ruhunu tam anlamıyla yansıtan Divriği Külliyesi'nin planında temel Euclidien geometrik tasarımların bulunması, hattâ yapıda yakın yıllarda keşfedilen ön tasarım ya da çalışma çizimlerinin Orta Çağ Batı mimarisi ile ilişkilendirilmesi ve özellikle Gotik Portal olarak tanımlanan Darüşşifa portalinde Haçlı seferleri sırasında Batı kaynaklı bir mimar ve sanatçı hareketinin aranması artık doğaldır; kaldı ki, buradaki dekoratif taş tonozların, Büyük Selçuklu ülkelerinin dekoratif tuğla tonoz geleneği ile, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar uzanan bölgedeki taş tonoz yapı geleneğinin etkileşimi sonucu ortaya çıktığı söylenmişken, yüksek kabartma heykel niteliğindeki dekoratif temaların, güneybatı Fransa'dan Moskova'nın batısına kadar yayılan geç Romanesk sanat ürünleri ile olan benzerliği, hattâ daha genel anlamda bunların Orta Doğu'daki Latin modelleriyle biçimsel ilişkileri henüz yeni tartışmaya açılmaktadır. Bu doğrultuda, Divriği Külliyesi'nden Antalya'daki gotik etkili kimi yapı parçası ya da yapı ölçeğindeki kitâbelere ve Alanya'da Tophane Burcu'ndaki mâchicoulis'lere (Arap dünyasında maşrabiye olarak bilinen cumbalı çıkmanın kökeninin bu mimari biçime dayanması ihtimal dahilindedir) kadar bir dizi örneğin, Doğu Akdeniz çevresindeki uygarlık alanlarıyla ilişkisi sorgulanabilir. Bu husus, 14. yüzyıldan Niğde-Sungur Bey Camii'nin iç strüktürü kadar doğu portalindeki kaburgalı haç tonoz ve yuvarlak pencerelerin de, 13. yüzyılın sonlarına ait Suriye'deki geç Gotik stildeki bir Haçlı kalesi olan Krac des Chevaliers ile olan yakın ilişkisini de aydınlatabilecektir.

Şüphesiz bunlar, Ortaçağ'da mimari çevrenin, kollektif bir çalışma alanı olarak şekillendiği gerçeğini değiştirmiyor; bu, bir yandan patronage'ın, diğer yandan da etnik kimlikleri konusunda Tiflisli, Ahlatlı, Hoylu, Konyalı, Halepli, Merendli ya da Şamlı olmaları dışında yaptıklarından başka bir şey bilmediğimiz, aralarında bölge farkları hariç milliyet farkı olmayan ve ortak bir kültür ortamını paylaşan sanatçıların meydana getirdiği, kimilerine göre kültürel bir bütünlüğü barındırmayan, kimilerine göre de kendi klasiğine ulaşmadan son bulmuş ve ulusal olmayan bir dünya görüşünün geçerli olduğu bir Orta Çağ panoramasıdır.

Böyle bir çağ, Tanpınar'ın deyimiyle,"muhtelif memleketlere mensup büyük bir Türk kalabalığının yanı sıra, Rum ve Ermeniler, Gürcüler, Bizanslılar, Suriyeli, Mısırlı, Iraklılar, Lâtin tüccarlar, Horezmliler, Haçlı döküntüleri, Çin'e kadar uzanan ülkelerin insanlarının" yaşadığı bir panorama içinde, Anadolu insanını yoğuran fikri ve spiritüel akımlar da şekillenmiş; İslâm ülkelerine mensup şeyhler ve fakihler ile herbirinin sözünü dinleyecek bir grup insan, göçebe ya da kentli biraraya gelmiş, ayrıca birçok tarikat de ortaya çıkmıştır. Halkın bu dinî ve mistik eğilimleri yanında, Sultanların, Vezirlerin, Melîk ya da Emîrlerin de şair ve filozoflarla zenginleşen yüksek düzeyli bir kültür çevreleri vardı. Nitekim Rükneddin Süleyman Şah'ın filozof Şehâbeddîn Sühreverdi ile yakınlığı, I. Alâeddin Keykubad'ın Mevlâna ailesini Türkiye'ye getirterek onlara ülkenin gerçek sultanlarıymış gibi davrandığı, III. Keyhüsrev'in yetişmesinde Kadı Nurüddîn gibi bir bilim adamının büyük rol oynadığı, ünlü Selçuklu veziri Sahib İsfehanî'nin meclisinde Tebrizli Mevlâna Taceddin ile her ilimden konuşmalar yaptığı ve daha sonra Tebrizli hattat Veliyüddin ile saatlerce hat çalıştığı bilinir. Bunlara, I. İzzeddin Keykâvus'a, daha şehzâdeliği sırasında Malatya'da başlayan eğitiminde dolaylı olarak etkisi bulunan İbn'ul-Arabî'nin yazdığı nasîhatnâme niteliğindeki mektubu da eklenebilir.

Bu haliyle, Selçuklu Türkiyesi'nde anıtsal mimarinin yapımını da elinde tutan Saray, sadece devletin yönetildiği en üst kurum değil, fakat toplumun tüm beceri ve yaratışlarının da en üst düzeyde gerçekleştiği bir çevreydi; fakat yine de, bu incelmiş yüksek kültürel ortamda, dünyanın her yerinde olduğu gibi, politik menfaat oyunlarının her türlüsüne rastlamak da mümkündü.

Şifahane ya da uluslararası ticaret yolları üzerinde yükselen hanlar gibi büyük kamu yapılarının inşaatını ve hizmetini, daha çok bu yönetim kurumu ve çevresi üstlenmiş gibidir. Bu bağlamda, Selçuklu çağında caminin dine bağlı bir prestij yapısı olmayıp yalnızca ibadet mekânı olarak görüldüğü ve Selçuklu Sultanlarının, Büyük Selçuklularla beraber kendilerine atfedilen din politikasını, Sünniliğin koruyucuları rolünü, dinî yapılarına yansıtmış görünmedikleri iddiasının gerçeği yansıttığı söylenebilir.

Burada Divriği örneğine tekrar geri dönmekte yarar var: Divriği'deki Ulu Camii ve Şifahane'den oluşan külliye, âdeta toplumun imgelerin dilini anlayarak onunla özdeşleştiği ve böyle bir dışa­vurumcu biçimi isteyecek rafine bir kıvama geldiğini gösteren olağanüstü mimari tasarım gücü ve motif zenginliğiyle, Ortaçağın sınırlarını aşan bir eserdir. Binanın planı ve mimari dekorun çarpıcı ayrıntıları, insanı bir an için, Asya'dan Yakın ve Orta Doğu'ya, Kafkasya'dan Azerbaycan ve İran'a uzanan geniş bir coğrafyaya mensup çeşitli sanatçıların sanki tek amaç doğrultusunda özenle seçilerek biraraya getirildiklerini ve binada çalıştıklarını kabule götürmektedir. Bu bağlamda, Divriği ile eseri yaptırtan Mengücekoğlu Ahmed Şah ve eşi Turan Melik'in durumu, garip bir şekilde, Floransa'yı Rönesans Avrupası'nın kültür merkezi haline getiren ve Ghiberti, Brunelleschi, Donatello, Alberti, Fra Angelico, Ucello, Boticelli ve Michelangelo gibi sanatçıların hamisi durumuna gelen Medici ailesini ve Cosimo il Vecchio'yu hatırlatmaktadır. Şüphesiz bu, abartılı bir yorumdur; fakat, Divriği örneği gibi, Konya'daki Sahip-Ata Camii ya da İnce Minareli Medrese portalleri, Karatay Medresesi kubbe iç bezemesinin çini kaplaması, Sivas'taki Gök Medrese, Buruciye ve Çifte Minareli Medrese portallerine, ya da Kayseri, Niğde, Tokat veya Malatya'daki anıtlara bakılarak, Selçuklu çağının, D. Kuban'ın deyimiyle, tıpkı Batı kültürünün Hıristiyan ikonografisi ağırlıklı resim ve heykel sanatlarıyla toplumun dünyadaki varlığına paralel bir ikinci sanal hayatı bu mediumlarla yaşatmasına benzer tarzda, bütün bir 13. yüzyıl Anadolusu'nda büyük bir kültürel dönüşüme öncülük edeceğini anlamak mümkün.

Gerçekten de, Batı'da günlük yaşamı, resim ve heykelle, romanla, tiyatro ve opera ile, müzikle birkaç kez yaratmanın bilimsel gözlemi geliştirme ve hayatı somut olarak kavrama yolunda en büyük mekanizma olmasına karşılık, bunun varlığının ve ilk adımlarının Selçuklu çağında izlenip, sonradan yokolduğunun saptanması, acıklıdır. Ve herhalde bu dramatik tükenişin son tanığı da, 14. yüzyılın ilk yarısında Anadolu'yu dolaşan Tancalı seyyah İbn Batuta olmuştur.


KAYNAKLAR

ALTUN, A., Ortaçağ Türk Mimarisinin Anahatları İçin Bir Özet, İstanbul. 1988.

GORDLEVSKI, V., Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara. 1988.

KUBAN, D., Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul. 1982.

KUBAN, D., "Selçuklu Sanat Dünyası", Alâeddin'in Lambası, Anadolu'da Selçuklu Çağı Sanatı ve Alâeddin Keykubad, İstanbul. 2001, s., 24-29.

KURAN, A., Anadolu Medreseleri, I. Cilt, Ankara. 1969.

MÜLAYİM, S., Değişimin Tanıkları, Ortaçağ Türk Sanatında Süsleme ve İkonografi, İstanbul.1999.

ÖGEL, S., Anadolu'nun Selçuklu Çehresi, İstanbul. 1994.

TANYELİ, U., Anadolu-Türk Kentinde Fiziksel Yapının Evrim Süreci (11. -15. yy), İstanbul. 1987.

TURAN, O., Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul. 1980 (3).

TURAN, O., Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. 1993 (3).

TURAN, Ş., Türkiye-İtalya İlişkileri, I- Selçuklular'dan Bizans'ın Sona Erişine, İstanbul. 1990.

SÜMER, F., Yabanlu Pazarı, Selçuklular Devrinde Milletlerarası Büyük Bir Fuar, İstanbul. 1985.


Yorumlar (0)