OK VE YAYIN TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE HÂKİMİYET ANLAYIŞINDAKİ YERİ 

OK VE YAYIN TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE HÂKİMİYET ANLAYIŞINDAKİ YERİ


Doç.Dr. Erkan GÖKSU

Ok ve yay, Türkler için bir savunma veya saldırı aracı olmasının yanında kültürel bakımdan da büyük öneme sahiptir. Zira okçu millet olarak nitelendirilen Türkler için, genel olarak güç, kuvvet ve kudreti temsil eden bu silahların, devlet ve hâkimiyet anlayışı içerisinde de özel bir yeri vardır. Nitekim Türklerde yay metbuluk, ok ise tâbilik ya da vasallık alameti/sembolü olarak kabul edilmiştir. Hatta bazı Türk devletlerinde, devlet alameti/sembolü olarak ok ve yayın kullanıldığı görülmektedir.


Ok ve yay, bu silahları kullanma konusunda büyük şöhrete sahip olan ve muasır kaynaklar tarafından “okçu millet”1 olarak vasıflandırılan Türkler için büyük önem arz etmektedir. Türkler bu silahları bir savaş araç-gereci olmasının ötesinde, önemli bir kültür öğesi olarak kabul etmişler, bu silahlar etrafında birtakım teamüller oluşturarak siyasî ve hukukî sembol olarak kullanmışlardır2. 


Ok ve yay etrafında gelişen ve Türk tarihi araştırmaları bakımından oldukça önemli olan bu teamüllerin en önemli örneklerine Türk devlet geleneği ve hâkimiyet anlayışında tesadüf edilir3. 
Hun çağından itibaren görülen bu geleneğin en açık ifadesine, Türk düşüncesinin mitolojik temellerini bulduğumuz Oğuz Kağan Destanı‟nda rastlanır. 
Bu destanda Oğuz Kağan, Türklerin kabile teşkilatında en önemli rolü oynayan “orun” yani siyasî ve içtimaî mevki meselesini muayyen bir kalıba oturtarak4 “yay”ı metbûluk, “ok”u ise tâbilik sembolü olarak belirlemiştir. Oğuz Kağan tarafından belirlenen bu esaslar, başta Oğuzlar olmak üzere tarih boyunca varlık gösteren bütün Türk şubeleri üzerinde etkili olmuş5 ve ok ve yayı, Türk devlet geleneği ve hâkimiyet anlayışının temel sembollerinden biri hâline getirmiştir. Oğuz Kağan Destanı'nda ok ve yayı Türk hâkimiyet anlayışının vazgeçilmez unsuru haline getiren kayıtlar şu şekildedir:

“Ondan (331) sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve: “Benim (333) gönlüm avlanmak istiyor, ihtiyar olduğum için (334) benim artık cesaretim yoktur: Kün, Ay ve Yultuz, doğu tarafına sizler gidin: (336) Kök, Tağ ve Tengiz, sizler de batı tarafına gidin” dedi. Ondan sonra üçü (338) doğu tarafla, üçü de batı tarafına gittiler. Kün, Ay (340) ve Yultuz çok av ve çok kuş, avladıktan sonra, yolda bir altın yay (342) buldular; onu aldılar ve babalarına verdiler. 


(343) Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe boldü ve: “Ey büyük (345) (oğullarım), yay sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın” dedi. (349) Kök, Tağ ve Tengiz çok av ve çok kuş avladıktan (349) sonra, yolda üç gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına verdiler. 


(351) Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları (352) üçe üleştirdi ve: “Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin olsun, (354) Yay oku attı: sizler de ok gibi olun” dedi. 


Ondan (356) sonra Oğuz Kağan büyük kurultay topladı. Maiyetini ve halkını (358) çağırttı, Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan büyük ordugâh, … (360) … sağ yanına (361) kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın tavuk koydu: altına (363) bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi (365) Üstüne bir gümüş tavuk koydu: dibine bir kara koyun bağladı. (367) Sağ yanda Bozoklar oturdu; sol yanda Üç-Oklar oturdu, (369) Kırk gün, kırk gece yediler. (370) içtiler sevindiler. Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi…”6 

Re,îdü‟d-dîn ise ise Oğuz Kağan‟ın altın yayı ve okları paylaştırdıktan sonra geçen olayları şu şekilde anlatmaktadır: 

“Biz hepimiz bir soydanız” deyip orduda da kendi yerini ve rütbesini bilsinler. Bunlar da şöyle kararlaştırdı: yay verdiklerinin yeri daha üstte olsun ve orduda sağ kolu teşkil etsinler. Kendilerine ok verdiklerinin yeri daha altta olup sol kolu teşkil etsinler. Zira yay padişah gibi hükmeder; ok ise ona tâbi bir elçidir. Onların yurdunu da buna benzer şekilde ayırıp tayin etti. Bu toyda herkesin önünde sözünü bu şekilde tamamlayıp buyurdu ki; “Ben öldükten sonra yerim tahtım ve yurt, eğer Kün o zaman sağ ise onundur.”7 


Görüldüğü gibi Oğuz Kağan, Bozokların “orun” (siyasî ve içtimaî mevki) bakımından üstün olup “sağ kolu”, Üç-okların ise Bozokların altında bulunup “sol kol”u teşkil etiklerini8, çünkü “yay”ın hükümdar, okun ise ona tâbi elçi mesabesinde bulunduğunu söyleyerek Bozokların hâkim kol, Üç-okların ise tâbi kol olduğuna işaret etmiş ve Bozoklardan olan en büyük oğlu Kün/Gün Han‟ın kendisinin halefi veya veliahdı olduğunu vurgulamıştır9. 


Destanda bahsi geçen yayın, hakanlara mahsus bir alâmet olarak kabul edilen altından mamul olması da dikkat çekicidir10. 


Oğuz Kağan Destanı‟nın Şecere-i Terâkime‟deki varyantında da altın yay ile üç okun, Oğuz Kağan‟ın bir beyi tarafından saklandığı görülmektedir11. Bahaeddin Ögel‟in de söylediği gibi, bu rivâyet, yani Oğuz Kağan‟ın oğulların bulduğu altın yay ile üç okun, bizzat Oğuz Kağan tarafından saklatılmış olması, diğer Oğuznamelerde görülmez. Yine Şecere-i Terâkime‟de yay ve okların, uçları dışarıda kalacak şekilde toprağa gömülmüş olduğu ve Oğuz Kağan‟ın yay ve okları bulan oğullarına “bu bir kul işi değil; Tanrı işidir” dediği görülmektedir ki bu destan motiflerine Orta Asya Mitolojisi‟nde de tesadüf edilmektedir. 


Sadece yay ve okun değil, kılıcın da sivri kısmını dışarıda bırakmak suretiyle toprağa gömme âdeti, İskitlerden beri muhtelif Türk topluluklarında görülen bir anane olup, Attila‟nın kılıcıyla ilgili efsane de ilhamını bu eski ananeden almaktadır. Efsaneye göre Attila da yere gömülü altın kılıcı kendisinin bulmuş olmasını, Tanrı‟nın dünya hâkimiyetini kendisine bahşettiğine dair bir işaret olarak saymıştır. Bu durum, Oğuz Kağan Destanı‟ndaki uçları açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş olan yay ve okların, Oğuz Kağan‟ın oğulları tarafından bulunması ve Oğuz Kağan‟ın bunu “Tanrı işi” olarak nitelendirmesiyle paralellik arz etmekte olup, iki farklı destandaki bu ortak motifin, eski bir Türk ananesinin tezahürü olduğu muhakkaktır12.


1- Tâbiiyet ve Davet Sembolü Olarak Ok 
Oğuz Kağan Destanı‟nda ok ve yay etrafında gelişen bu ananenin, bütün Türk şubelerine yayıldığını gösteren birçok tarihî kayda rastlamak mümkündür. Bu konudaki ilk kayıt, Göktürk çağına aittir13. 


Bu dönemde Çin kaynaklarının Göktürkleri oklara göre birtakım zümrelere (oklara) ayırdıkları görülmektedir. 634 yılına ait kayıt şu şekildedir: “Aniden onun (İşbara‟nın) ülkesi on boya bölündü. Her boy bir kişi tarafından idare ediliyordu. Unvanları “on şad” idi. Her şad‟a bir ok sunuldu. Bu sebeple isimlerine “on ok” dendi. 


Aynı zamanda on ok sağ ve sol olmak üzere iki yan gruba ayrıldı. Bir tarafa beş ok yerleştirildi. Onun sol tarafındaki gruba beş Tuo-lu (liu) boyu dendi ki beş büyük çorluk halinde tesis edilmişler, bir çor bir ok idare ediyordu. 
Onun sağ tarafındaki grubun unvanı beş Nu-shih-pi idi ve beş büyük erkinlik şeklinde tesis edilmişlerdi. Bir erkin bir ok idare ediyordu. Hepsinin tek unvanı On Ok idi. 
Bundan sonra bir ok bir boy olarak kendini ilan etti. Büyük okun başı büyük başbuğ oldu. Beş Tuo-lu boyu Sui-ye‟nin doğusunda beş Nu-shih-pi boyu Sui-ye‟nin (Tokmak) batısında ikamet ederdi. Kendilerine on kabile boyu unvanını verdiler.”14


Muhtemelen ok ve yayın Türk devlet geleneği içerisindeki yerini bilen Çin kaynakları, okun tâbilik anlamına geldiğinden hareketle her bir okun bir kabileye işaret ettiğinden bahsetmektedirler. 
Çin kayıtlarına göre Doğudaki Göktürk Kağanlarına tâbi bulunan batıdaki on boyun veya Osman Turan‟ın ifadesiyle “on idarî kısmın” liderlerine (Şad, çur, sagun/sekin), Göktürk Kağanı tarafından birer ok gönderilmiş ve bu yüzden onlara “On-ok” kavmi denilmiştir. On-ok kavmi (budunu) ifadesi Orhun Abideleri‟nde de geçer ki15

Çin kaynaklarındaki bu ifadelerin, kitabelerdeki kayıtların Çinceye tercümesinden ibaret olması muhtemeldir16. 


Thomsen, Orhun Abideleri‟ndeki “idi oksız” tabirini izah ederken, buradaki ok (oq) kelimesinin nasıl açıklanacağı konusundaki tereddüdünü dile getirmiş ve “acaba hükümdarsız gibi bir şey olabilir mi?” ihtimali üzerinde durmuştur. Bununla beraber aynı araştırmacı, Deguignes ve Radloff‟un bu konudaki açıklamalarına atıfta bulunarak “okun kabilelerin tasnifi üzerindeki rolü”ne dikkat çekmeyi de ihmal etmemiştir17.

Ancak ne Thomsen ne de Radloff, On-ok tabiri ile kabile tasnifi arasında bir bağ kurabilmişlerdir. Her iki araştırmacı da kitabelerdeki On-ok adını bir sıfat sanıp “itaatli, sadık, sevgili” manasına gelen bir kelime olarak tercüme etmişler ve “o” ve “u” sesleri arasındaki benzerlikten hareketle “On-ok”u, “Unuk” Ģeklinde okumuşlardır. Thomsen, daha sonraları hatasının farkına vararak sözkonusu kelimenin bir sıfat değil, on Türk kabilesini ifade etmek üzere kullanılan bir isim olduğunu, dolayısıyla “Unuk” değil “On-ok” şeklinde okunmasının gerektiğini kabul ederek Radloff ve kendisi tarafından yapılan yanlışı düzeltmiştir18.

Gabain de ok kelimesini “kabile teşkilatında küçük bir birlik”, On-ok‟u ise “on kabile yani Batı Türkleri” olarak tercüme etmiştir19.


Okun tâbiiyet özelliğinden kaynaklanan bir diğer vasfı da “davet” sembolü olarak kullanılmasıdır. İlk devirlerden günümüze kadar herhangi bir değişikliğe uğramadan kullanılan “ok” kelimesinin, eski Türkçedeki “çağırmak, davet etmek” anlamındaki “okı(mak)” fiiliyle ilişkisi20, okun bir davet sembolü olarak kullanılışının en bariz bir delilini teşkil etmektedir21.

Şu halde Göktürk Kağanının her kabile başbuğuna yahut her idarî makama bir ok göndermesi, bu liderlerin hükümdarın tâbileri olduğunu gösterdiği gibi, tâbiliğin siyasî ve hukukî gereği olarak, bir sefer veya herhangi bir toplantı için kendilerini davet ettikleri anlamına da gelmektedir. Bu davet karşısında idareleri altındaki kuvvetleri toplayan boy liderleri, hükümdarın istediği yere gitmek zorundadırlar. Nitekim kitabelerde Bilge Kağan‟ın Beş-balık seferinden (714) bahsedildiği sırada geçen “Okığlı kelti. Biş balık anı üçün ozdı”22 ifadesinden, ok gönderilen boyların (veya kuvvetlerin) geldiği, dolayısıyla şehrin kurtulduğu anlaşılmaktadır23.


Okun davet sembolü olarak kullanılmasının, yukarıda bahsettiğimiz yay ile ok arasındaki ilişkiden, diğer bir ifade ile metbû-tâbi arasındaki münasebetin doğurduğu hukuktan kaynaklandığı görülmektedir24.

Bu konuda birçok örneklere rastlanır. Sözgelimi Çin‟de kurulan To-pa (Tabgaç) Devletinin hükümdarı Mo-ti‟nin, devlet büyüklerine ok vererek nasihatlerde bulunduğu bilinmektedir. 
Uygurların ceddi olan Kao-kiu‟lerin reisi de To-pa Devletine iki okla birlikte hediyeler göndermiştir ki bu olayı Kao-kiu reisinin o tarihlerde (491) zayıf düşen To-pa‟lar karşısında kendini üstün telakki ettiği şeklinde yorumlamak mümkündür25. 
Osman Turan‟ın naklettiğine göre Türk Hakanı, yabgulara (melik) ve beylere bir haber yazmak istediği zaman vezirini çağırır ve okunu yarmasını ve üzerine nakışlar yapmasını emreder. 
Türk büyükleri az işaretle çok manayı anlarlar. Savaş, barış ve anlaşmalarda bu yazılı oku kullanır ve gereğini yaparlar. 


Turan, oklar üzerine yapılan nakışlardan kastın, Orhun yazıları olduğu görüşündedir26. 
Şuhalde bir davet sembolü olarak hükümdar tarafından melik veya beylere gönderilen oklarla ilgili bir başka özellik daha ortaya çıkmaktadır. Bu da yine belli bir mesaj ve haber anlamı taşıyan yazılı oklardır. 


Türklerin oku bir tâbiiyet ve davet sembolü olarak kullanmalarına iliĢkin uygulamalara Müslüman Türk devletlerinde de tesadüf edilir. Bu konudaki ilk örnek, Karahanlılar dönemine aittir. Karahanlı hükümdarı İlig Han, Samanîler ülkesini bölüşmek için Sultan Mahmud‟a yaptığı teklife ret cevabı alınca, onunla savaşmak üzere topladığı ordusunu, idaresi altındaki kabilelere oklar göndererek oluşturmuştur27. 


Selçuklular döneminde ise Arslan Yabgu ile Gazneli Sultan Mahmud arasında geçen bir diyalog dikkat çekicidir. Sultan Mahmud, kendisiyle görüşme yapmak üzere huzuruna gelen Arslan Yabgu şerefine bir ziyafet düzenler. Ziyafet esnasında Arslan Yabgu‟nun gücünü sınamak üzere “Askere ihtiyacım olursa bana ne kadar yardım yapabilirsiniz” diye sorar. Silahdârından bir yay alan Arslan Yabgu, içkinin ve gençliğin verdiği gururla “Bu yayı kendi kabileme gönderirsen, 30.000 kişi derhal atlanırlar” der. Sultan Mahmud, “Daha fazlasına ihtiyacım olursa?” diye tekrar sorar. Arslan Yabgu bu defa sadağından aldığı bir oku Sultan‟a göstererek “Bu oku kabileme gönderdiğin zaman 10.000 kişi daha gelir” der. 


Sultan aynı soruyu birkaç kez tekrarlar. Arslan Yabgu bir yay ve üç ok ile 100.000 atlı celb edebileceğini taahhüt eder. Sultan Mahmud‟un son defa “Daha fazlasını istersem?” diye sorması üzerine ise önce “Şu oklardan birini Balhân Kûh‟a gönder 100.000 atlı daha gelir. Bu oku Türkistan‟a gönder 200.000 atlı da istesen gelir” der. “Bir yay üç okla maaşsız ve ücretsiz bu kadar orduyu emre amade edebilen bir kimsenin işini hor görmemeli” diyen Sultan Mahmud, yakınlarıyla görüş alışverişinde bulunduktan sonra Arslan Yabgu ve maiyetini tutuklatarak Kâlencer kalesine hapsedilmelerini emreder28.


2- Yayın Metbûluk ve Hâkimiyet Sembolü Olarak Kullanılması 


Okla ilgili bu kayıtların yanında, metbûluk ve hâkimiyet sembolü olan “yay”la ilgili de birçok bilgiye rastlanılmaktadır. Hâkimiyet alametlerinden biri olarak kabul edilen yay, özellikle Selçuklular döneminde devletin sembolü haline gelmiş, Selçuklu tuğralarında, çetr ve sikkelerinde kullanılmıştır. Kaynaklar Tuğrul Bey‟in yüksek bir tahtta oturduğunu, önünde muhteşem bir yay bulunduğunu ve elinde oynamak alışkanlığında olduğu iki ok tuttuğunu kaydetmektedirler49. Dandanakan Savaşı‟ndan sonra komşu ülkelere ve Abbasî Halifesine gönderilen fetihname ve mektupların başında da tuğra olarak çekilmiş ok ve yay işaretleri bulunmaktadır50. 

(.....) 
 Doç. Dr.,Erhan GÖKSU  Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tarih Anabilim Dalı/Ortaçağ Tarihi Bilimdalı,
***
Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 5/2 Spring 2010
Yazının tamamı için : 
https://turkishstudies.net/turkishstudies?mod=makale_tr_ozet&makale_id=14333

Yorumlar (0)