01.01.2021, 20:50

Türkan Abla ve Eskimo

Türkan Abla Ve Eskimo

Eskimolara ait ilk fotoğrafı, galiba ortaokul yıllarında görmüştüm. Karlar içinde, deriden yapılmış tüylü ve kapüşonlu kabanlara bürünmüş insanlar… Yanlarında da içinde iri iri balıklar bulunan bir sepet… Çekik gözleriyle, Orta Asya’da yaşayan soydaşlarımıza benziyorlardı. Yalnız yüzleri bizimkilerden daha yuvarlak ve tombul görünüyordu… Dört mevsim karın kalkmadığı kutuplarda yaşayan bir milletmiş.

Bu fotoğrafı görene kadar benim ve tabi mahallede akranım olan bütün çocukların Eskimo diye bildiği şey, kırmızı renkteki şekerli buz kalıplarıydı. Hiçbir çocuğun hayır diyemeyeceği keyfin adıydı, eskimo… Bu renkli ve şekerli serinliğin kıymetini, en iyi Çukurova’da büyüyen çocuklar bilirdi. Yaz aylarında kaçıp saklanmak için yetişkinlere bile fellik fellik gölge aratan Çukurova’nın sarı sıcağına, biz çocuklar bu şekerli buz kalıplarıyla meydan okurduk, boyumuza bakmadan… Nasıl olmuş da ta Kutuplarda yaşayan bir milletin adı, renkli ve şekerli buz kalıpları halinde Çukurova’ya kadar gelip imdadımıza yetişmişti? İşte size, Yörük çocuklarının eskimoyla tanışması…

Annemler henüz sağ… Yedi sekiz yaşlarındayım… Almancı komşumuz, tatil için bir aylığına kasabaya gelmiş. Yabancı bir dünyayla kurduğumuz tek canlı bağlantıyı, kasabaya yazdan yaza gelen bu Almancı komşumuza borçluyduk. Onlar sayesinde modern dünyaya ait yenilikler, şehirlilerle birlikte hatta bazen onlardan da önce hayatımıza giriyordu. İlk televizyon… İlk video… İlk çikolata… İlk naylon çorap… İstediğini istediği zamana bulabilen yeni nesil şimdi güler tabi, naylon çorabı duyunca… Hiç gülmeyin, boşuna; türküsü bile var: ‘Naylon çorap alamadım/Sevdiğime (öğretmene) varamadım…’

İlk hafta akrabaların ve konu komşunun ‘Hoş geldin’; son hafta ise ‘Allah’a ısmarladık’ töreniyle geçerdi, Almancıların tatili. Ahmet Amca her gün evini dolduran bu kalabalıktan hiç usanmaz mıydı acaba? Peki, sabah akşam onca misafirin kahrını çeken Türkan Abla hiç mi yorulmazdı? Tamam, gurbetin acısını ancak eş dost dindirebilirdi ama bu kadarı da fazla değil miydi?

Annem, babamı ikna etmeye çalışıyor:

-Kaç gün oldu adamlar geleli, kapıdan beş dakika uğrayıp bir ‘Hoş geldin.’ diyelim. El âlem bir küslük var sanacak.


Eskimolar ya da İnuit ve Yupikler, Arktik bölgedeki dört ülkeye dağılmış olarak, Doğu Sibirya, Alaska, Kanada ve Grönland’da yaşayan ve Eskimo – Aleut dillerini konuşan Eskimo – Aleut halklarının en büyük grubunu oluşturan avcı ve toplayıcı halk. Resimdekiler: İnuit halklarından bir İnyupik ailesi, Noatak, Alaska, 1930 Kaynak: wikipedia

Babam hiç oralı değil, bir gün önce Almancı Ahmet’in kahveye geldiğini, görüşüp konuştuklarını söylüyor. Hatta Ahmet Amca, Almanya’dan getirdiği yabancı sigaralardan dağıtmış; bu cömert ikram herkesin çok hoşuna gitmiş. Babamın dediğine göre içimi hafif, rayihası güzelmiş ama ‘avrat cıgarası’ gibi bir şeymiş; iki fırt çekmede bitiveriyormuş, hemen. Öyle sigara mı olurmuş. Sesindeki tonlamadan ve yüzündeki ifadeden anlıyorum ki yabancı sigaralar kesmemiş, bizim kaçak tütün tiryakilerini…

Babamın gönlünü edemeyeceğini anlayan annemle beraber ben ve kardeşim, sıcağın el etek çekmeye başladığı bir ikindi vakti ‘Hoş geldin’e gittik, Türkan Ablalara. Abim ve ablamalar evde kalmalıymış, elin evi zaten kalabalık olurmuş. Annem tahmininde yanılmadı. Kapının önü ayakkabı doluydu; sanırsın, Cuma cemaati var, içerde.

Türkan abla, bu geç kalmış ‘hoş geldin’den dolayı sitem ederek sarıldı anneme. Kapı komşuluğu akrabalıktan öte değil miydi? Elini öpmemize kocaman ve sulu bir öpücükle karşılık verdi. Güzel kadındı, Türkan abla; yuvarlak ve beyaz bir yüz… dolgun dudaklar… kuzguni saçlar… Kıvırcık ve kabarık saçları yazmasıyla sürekli inatlaşma halinde… İkide bir saçlarını yazmanın altına sokuşturup düzeltmek zorunda kalırdı.

Sedirin birinde erkekler, ikisinde kadınlar oturuyor; kimisi de aralara sıkıştırılmış tahta sandalyelerde yer bulabilmiş ancak… Çocuklar yerde kilim üzerinde… Kulağımın biri erkeklerin, diğeri kadınların sohbetinde. Ahmet Amca öve öve bitiremiyor Almanya’yı. Koca koca caddeler tertemizmiş… İnsan yere çöp atmaya utanırmış. Alışveriş merkezleri, evler, parklar her şey çok düzenliymiş. Hem Almanlar çalışkan milletmiş. Devlet her çocuk için para yardımı yapıyormuş.

‘Hasan abi, sen yedi çocuğunu da al gel; vallahi çalışmadan gül gibi geçinip gidersin.’ Hasan amcanın yüzünde geniş bir tebessüm ve mutluluk belirdi. Ne var ki Almancı Ahmet’in uyarısıyla çok da uzun sürmedi mutluluğu. ‘Ama çocukları dövmek yok, Hasan abi. Devlet, dövdüğünü duyarsa hem yardımı kesiyor hem çocuğu elinden alıyor. Üstüne bir de ceza veriyor, babaya.’ Sadece Hasan Amca değil hiç kimse inanamadı, duyduklarına. Hiç öyle şey mi olurdu? Çocuğuna iki tokat attı diye adama ceza mı verilirmiş? Hem devlet ne yapacakmış benim çocuğumu? Ana babadan iyi kim bakabilir ki bir çocuğa?  Hasan Amcanın keyfi kaçtı…

Başrollerini Sean Penn ve Michelle Pfeiffer oynadığı ‘My Name is Sam’ filmini izleyenler hatırlayacaktır, zihinsel engelli bir babanın kızı için verdiği hukuk mücadelesini. Devlet, kızıyla aynı zekâ seviyesine sahip olan Sam Dawson’un (Sean Penn) artık babalık yapamayacağına hükmedip küçük kızı koruyucu bir aileye evlatlık olarak verir. Baba kız arasındaki duygusal bağ o kadar güçlüdür ki pedagoglar, hukukçular hatta siyasetçiler bile aciz kalır bu sevgi karşısında. Film, aslında, basit bir kurguyla insan psikolojisinin belki de en çetrefilli sorununa işaret ediyor: Mantıksal zekâ (IQ) ve duygusal zekâ (EQ) arasındaki mücadele… Hukuktan siyasete, eğitimden ekonomiye kadar toplum hayatını dizayn etmek için mantıksal zekânın (IQ) halis müritleri, hadi moda tabirle de söyleyelim akil adamlar, tarafından üretilen çözümler, duygusal zekâ karşısında aciz kalmaktadır. Kuşkusuz çok kötü örnekler var ve devlet koruması sorunların çözümünde önemli bir mekanizmadır. Ancak bu uygulamanın da sık sık suiistimal edilip başka toplumsal yaralara yol açtığı da unutulmamalıdır.

Türkan Abla, her gelen kadına önceden hazırladığı ufak tefek hediyelerden veriyor. Bir türlü anlam veremediğim kaş göz işaretleriyle gizliden gizliye yürütüyor bu hediye sürecini, Türkan Abla; erkeklerin ruhu bile duymuyor. Misafir kadınların bir gözü gizliden gizliye ellerine tutuşturulan hediyeye bakarken diğer gözü yanında oturana verilen hediyenin ne olduğunu öğrenme merakı içinde. Tokalar, taraklar, küpeler, kolyeler, makyaj malzemeleri, hatta ‘Ekşi Elmalar’ filmindeki gibi küçük şampuan şişeleri vs…

Makyaj deyince de durmak lazım, biraz. Kasabada kadınlar için makyaj yapmanın kuralları vardı, benim çocukluğumda. İskender Pala’nın ifadesiyle ‘Surre devesi’ gibi rengârenk giyinmek ya da canlı renklerle makyaj yapmak uygun değildi. Sürme serbestti ama oje sürmek yasaktı. Pastel tonlarda, belli belirsiz sürülüyorsa ruj, far ya da allığa müsaade edilirdi. Toplumsal yaptırımı güçlü olan bu kurallar ancak düğün, nişan gibi özel günlerde çiğnenebilirdi.


Eskimo

Annemin hediyesini gizli değil de alenen verdi Türkan Abla. Kocaman büyük boy bir model kitabıydı… Şık elbiseli güzel kadınlarla dolu renkli bir kitap… Kasabanın tek terzisine verilen hediyeye kimsenin söyleyecek bir sözü olamazdı. İçinde yüzlerce elbise modeli olan bu kitabı ancak bir iki yıl kullanabildi, annem; yazık ki daha fazlasına ömrü vefa etmedi.

Türkan Abla şikâyetçi Almanya’dan… Soğuk bir milletmiş bu Almanlar, komşuluk filan bilmezlermiş. Hasta olsan Allah’ın bir kulu çıkıp da kapını çalmazmış. Bir de ‘faşing’ diye bir şey varmış, evlerden ırak; kadın kız yarı çıplak sabahlara kadar sokaklarda eğlenirmiş… İyi ki Ahmet’ini oralara yalnız başına göndermemiş…

Uzak yakın bütün akrabaları, konu komşuyu, yeni yetmeleri, gelinlik kızları teker teker düşünüp ufak tefek hediye ayarlayan Türkan Abla biz çocukları unutur mu hiç? Akşamdan buzdolabına koyduğu eskimoları kalıbından çıkarıp hepimize dağıttı birer birer. Almanya’da öğrenmiş eskimo yapmayı. Kırmızı gıda boyası, şeker ve su karışımını kalıplara doldurup içine kargıdan yonttuğu çubukları yerleştirmiş. Bütün çocuklar büyük bir zevkle, incecik kargı çubuğunun tepesindeki renkli ve şekerli buz kalıplarını, bir damlasını bile yere düşürmeden eme somura bitirmeye çalışırdı… Dilin dudağın kıpkırmızı, elin yüzün şekerden yapış yapış; kimin umurunda! Kırmızı… şeker… buz… Çukurova’nın sıcağından çocuklar için bundan iyi bir ikram mı olur…

Mustafa SARI

Yorumlar (1)
Afiliz 3 yıl önce
Güzel bir makale. Çocukluğuma gittim. Evimiz iki Almancı ailenin arasında idi. Her yaz tatile geldiklerinde makaledeki gibi bir hareketlilik olurdu Almancıların evlerinde. Çocuk olduğumuz için en çok hediyeleri merak ederdim ben. Küçük bir Alman çikolatasına bile razı olurduk. Yazıların devamını dört gözle bekliyorum.