KISA KES AYDIN ABASI OLSUN, Mehmet Genç

KISA KES AYDIN ABASI OLSUN

Mehmet Genç

Doğusu “Kısa kes Aydın havası olsun, bu yazının başlığı yanlış “ demediyseniz çok iyi.

‘Hava’ denen şey kumaş gibi kesilip kısaltılan bir şey olmadığına göre işin içinde bir bit yeniği olduğunu anlamak için uzun uzadıya düşünmek gerekmiyor.

E,öyleyse “lâfı uzatma” anlamında kullanılan deyimde ‘hava’ sözcüğü halkın yaratma gücünden başka bir şey değildir, doğrusu ‘hava’ değil ‘aba’ olmalıydı.

zamanlar ‘aba / ḳabā’ özensiz kalın düğmesiz giysilerin genel adı, halk arasında yoksul giysisi olarak bilinse de, sözcük anlamı abā "keçe üstlük, kaba yün cübbe" demektir. Dervişlerin giydiği abanın özel bir adı vardı, “abâ-pûş” Matematiksel bir tanımla özetlersek, aba = her türlü giysi demekti.

Ölen bir yakınımızın ardından ninem “Abayı büründü de gitti” diyerek yas tuttuğunu anımsıyorum. Demek ki 1960 yıllarına kadar ‘aba’ sözcüğü ‘kefen’ anlamında da kullanılıyormuş.

Gerçek adı “Haza Kitabu Divani Lugati't-Türk” olan Divânü Lügati't Türk dizininde “abalı” sözcüğü bir şeyi az bulma, yetinmeme, azımsama anlamında kullanılmasına karşın, aşağıdaki Hasan Dede’nin dizelerinde halk arasındaki ‘aba’ sözcük tanımıyla bire bir örtüşmektedir.

Kimi derviş, kimi hacı,

Cümlemiz Hakk'a duacı,

Resul-i Ekrem'in tacı,

Aba, hırka, şal bizdedir

İşte, bu yüzden “Aba dervişin, kebe çoban giysisidir.“ denilir. Diğer hayvan kıllarına göre daha yumuşak ve kolay işlenebilir olması nedeniyle ‘aba’ genellikle devetüyünden yapılırdı.

Tahmin ettiğiniz gibi, o günlerde deve daha çok Kuzey Afrika illerimizde ( Tunus ve Fas) bulunuyordu. Bu illerde devetüyünden değişik şekil ve renkte fes yapımı, benzeri giysiler yapılıyordu. Zaten ‘fes’ sözcüğü ‘Fas / Fez’ sözcüğünün bozulmuş biçimidir.

Dikiş makinesi ve günümüzün kumaş türleri keşfedilene kadar, ‘aba’ olarak bilinen giysilerin uzunca süre saltanatını sürdürdükleri kesin. Devetüyünden elde edilen ilk giysinin fes olduğunu söylemiştik.

Peki, fes giyilmesi nasıl yaygınlaştı?

Akdeniz seferinden dönen Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa’nın Tunus’tan getirdiği fesleri askerlerine giydirmesi, 2. Mahmut’un bu fesleri beğenmesi ve Yeniçeri askerlerine fes giyme zorunluluğunu getirmesiyle fes kullanımı yaygınlaştı.

1832 yılında “Fes Nizamnamesi” yayınlandı ve Haliç civarında fes fabrikası kuruldu. (1925 yılında giyilmesi yasaklandı)

Günlük dilde kullandığımız “‘Püsküllü belâ” deyimimiz ‘fes’ sözcüğüyle ilintilidir. II. Mahmut’un yeniçeri askerlerine fes giydirdiği feslerin üstünde uzunca püskül kümesi vardı. Bu püsküller en hafif rüzgârda yüze doğru indiğinden, askerin gözlerini kapaması ve görüş açılarını azaltmasından, o dönemin askerleri arasında ‘püsküllü belâ’ denmesi, yeni bir deyimin doğuşuna neden oldu.

Hatta o günlerde Yeniçeri askerleri kahvehane gibi yerlerde dinlenirken, askerlerin yüzü, gözünü kapatan püskülleri tarayarak geçinip giden ayakçı takımı bile türemişti. Bu kişilere ‘püskül tarayıcısı’ deniliyordu.

Buradan anlaşılıyor ki, günümüz din adamlarının giydiği yeşil feslerin İslâm’la yakından uzaktan bir bağı yoktur.

‘Aba’ olarak bilinen giysiler kaybolup gitse de, ‘aba’ sözcüğüyle kurgulanan deyimleri kullanmakta olduğumuzu bilirsiniz,işte bir kaçı:

“Abası kırk yerinden yamalı”: Yırtık pırtık giyinen kişi, yoksul anlamındaki deyimden anlaşılacağı üzere, aba köyden köye gezen, yeri yurdu olmayan derviş giysisi olup çıktı.

Dervişler, dilenmesine rağmen kazançlarını kendilerinden daha fakir olan kişilerle paylaşan, dünya malına önem vermeyen saygın kişiliklerdi. Bunların giysilerinin yırtık pırtık olması, onlar için hiç önemli değildi.

Başıma sükûtu öğüten

Uçsuz bucaksız bir değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş

(A.Hamdi Tanpınar)

Abayı yakmak: Dervişler, özellikle kış aylarında tarikat ocağının harlı ateşi etrafında toplanıp aralarında düşünce birliği sağlamaya çalışırlardı. Şeyh efendiyi can kulağıyla dinleyen dervişlerin abalarına arka tarafta yanmakta olan ocaktan kıvılcımlar sıçrardı.Bu kıvılcımların abayı tutuşturduğu da olurdu.Bu tür kaza yaşayan dervişlere “pir aşkına, yâr aşkına yanmaya devam et.” denirdi.

“Abayı yakmak” Ege köylerinde, bir delikanlı sevdiği kızı istetmek için anasını kız evine yollar. Delikanlı, bu işin olma ümidini yitirdiğinde son çare olarak sırtındaki abayı çıkarır, kız evinin cümle kapısı önünde yakardı. Yarı yanık abanın kapı önüne atılması, hayra alamet değildi, hem kız evine hem de köyün diğer delikanlılara rest çekmenin diğer adıydı…

Yine lâfı uzattık kısa kesip, Aydan abası yapalım mı?

Tabi ki, çoban giysisi olarak bilinen ‘kepenek/ kebe’ de bir abaydı. Bacakları sıkan potura (pantolon) ile tahammül edemeyen ege insanının, özellikle çobanların, uzun kepenek (aba) giymesini düşünmek özellikle Aydınlılara hakeret olur. Uzun kepenekler soğuk bölge çobanları için hora geçen bir giysidir ama Aydın dağlarındaki çobanların hareketlerini kısıtladığı için tercih edilmezdi.

Bu alışkanlığın devamı olarak zeybekliğin ilk şartı kısa don giymekti. (Anımsatma: Zeybek olmak için efelerin yanında yamak / çırak/kızan olmak isteyen delikanlının dizinden aşağı gün yanığından kapkara olmalıydı.

bacağı gibi bembeyaz baldırla efenin yanına varan delikanlı kabul edilmezdi. Efenin yanına kabul etmediği delikanlının kapıda kalmış kızdan hiç mi hiç ayrımı yoktu. Böyle bir delikanlıya köyün en çirkin kızı bile dönüp bakmazdı. )

Fas / Fez’e kepenek siparişi veren tüccar kaçınılmaz olarak “Bunlar, Aydın çobanı âmâm abaları kısa kesin, kısa!” diye, tembihleyecektir.

Zaman neyi, kimleri unutturmuyor ki? ‘Aba’ sözcüğü unutulup gidince, meydan yalan yanlış söylentilere kaldı.

Vapurun arka tarafında seyahat etmekte olan küçük kız, annesine sorar: “Anne, deniz neden köpürüyor?”

Köpüğün neden oluştuğunu bilmeyen anne ne desin?

“Balıklar çamaşır yıkıyor kızım”

Bizim ‘aba’ neler olmadı ki? Bir Aydınlının bile bu ‘aba’ ile söylenmesi gereken sözü “halva, helva, havva, hava” ile söylediğini duyarsanız hiç şaşmayın ve ‘hayret, nasıl !?’ demeyin,çünkü…

‘Sağır duymaz, yakıştırır’ türünden bu tür yakıştırma sözcüklere her dilde rastlanır; halk bilmediği, yorumlayamadığı yabancı bir sözcüğü kendi dilindeki var olan benzeri olan başka bir sözcükle söyler geçer. Tekrar edilen yanlış, gün gaçtikçe doğruymuş gibi dilde yerini bulur.

Bilirsiniz, yiyenin hiç de pişman olmadığı ‘pişmaniye’ tatlımız vardır. İşin aslı ‘pişmaniye’ değil, ‘paşmīne’ şuklindedir. Farsçadaki ‘yün gibi, yumuşacık’ anlamına gelen sözcüğü pişmaniyeye diyerek işin içinden çıkmışız.

İngilizcede damat anlamında kullanılan ‘bridegroom’ sözcüğü bunlardan biridir; işin doğrusu ‘groom’ değil, ‘grom’ olmalıdır. Gelin bir hayvan değil ki, başında çobanı olsun, ‘groom’ çoban, güden demektir. İngilizcede 1500 yıllarına kadar ‘damat, delikanlı, yiğit’’ anlamındaki ‘grom’ sözcüğü unutulmaya yüz tutunca, ‘groom’ sözcüğü aslından öne çıkmaya başladı.

Bir başka dilden örnek verip bu konuyu tadında bitirelim: dilimizdeki ‘subasman’ sözcüğü Fransızcadaki kaide, taban anlamına gelen ‘soubassement’ sözcüğünden alıntıdır. İtalyancada ‘basamento / basare’ biçiminde geçse de, her iki sözcüğün anası Latincedeki ‘basis’ sözcüğüdür.

Dolaysıyla ‘bridegroom’ sözcüğünün gerçek anlamı gelinin kocası anlamına geliyordu. Sözcük her nasılsa bizim ‘aba’ gibi unutulup gidince, halk unutulan sözcüğe en yakın sözcük bulmada gecikmedi.

Kaynak:

1-) “Güneş-Dil Kuramı ve İlk Güneş-Dil Sözlüğü” Kaan Arslanoğlu, İthaki, 2017

2-)”Dilin kısa Tarihi” David Crystal, Alfa,2018

Yorumlar (0)