TÜRK DÜNYASI'NIN JEOPOLİTİK ÖNEMİ

TÜRK DÜNYASI'NIN JEOPOLİTİK ÖNEMİ 

Prof. Dr. Ramazan ÖZEY

"Anadolu, Dünya Kalesi'dir. Dünya Kalesi'ni (Anadolu'yu) elinde bulunduran bir millet, İç çembere (Balkanlar ve Ortadoğu) hükmeder. İç çembere hükmeden bir millet ise, Dış çembere yani Dünyaya hâkim olur."

A. Türk Dünyası’nın Jeopolitik Önemi 

1. Dünya Hakimiyet Teorileri ve Türk Dünyası

Yeryüzünün çok yönlü araştırılması demek olan jeopolitik, aynı zamanda Siyasi Coğrafya ile büyük ölçüde benzerlik gösterir. Zaten jeopolitiğin kurucusu sayılan Profesör Friedrich Ratzel (1844 - 1904), Münih ve Leipzig üniversitelerinde Siyasi Coğrafya hocalığı yapmış bir Alman bilim adamıdır. 
Ratzel diyor ki; “Devlet, bir hücreden meydana gelen bir organizmadır. Devlet, gelişme ve yayılmayı arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük devletleri dışarıdan istilâ yoluyla mümkün olur.” 


Hatta Ratzel, daha da ileri giderek; “Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur.” diyerek, yayılmacı ve sömürgecilik ruhunu açıkça ortaya koymuştur. 

Bu görüş, öncelikle Almanya’da benimsenmiş ve daha sonra bütün Avrupa ülkelerinde kabul görmüştür. 

Sömürgecilik ruhunun doruk noktasına ulaştığı o günün Avrupası, Birinci Cihan Harbini yaşamıştır. Sonuçta, sanayi inkılabını da gerçekleştiren Avrupa’nın dünya hakimiyetine soyunduğunu görüyoruz. 


Ratzel’in fikirleri, kendisinden sonra gelenleri büyük ölçüde etkilemiş ve çeşitli jeopolitik görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların başında Münih Üniversitesinde Siyasi Coğrafya ve Askeri Tarih dersleri okutan Karl Haushofer (1869 - 1946) gelir. 1924'de “Zeitscrift Für Geopolitik” dergisini çıkaran Haushofer; Devletin konum alanını, en önemli güç unsuru olarak görür. Görüşleri 2. Dünya savaşında, Hitler’in politikasında etkili olmuştur.
Haushofer’in çağdaşı Halford Mackinder (1861-1947), Londra Üniversitesinde Coğrafya profesörlüğü ile İngiliz Kraliyet Coğrafya Cemiyeti İkinci Başkanlığı’nı yürütürken, dünya savaşlarının çıkışına yol açan ve yaklaşık 12 milyondan fazla insanın öldürülmesine sebep olan “Kara Hakimiyet Teorisi”ni ortaya atmıştır. 

Mackinder, görüşlerini; 1919'da yayımladığı “Demokratik İdealler ve Gerçek” adlı eserinde belirtmiştir. Şu şekilde özetlenebilir: “Doğu Avrupa ile Sibirya bölgesi, dünyanın “Heartland’ı (Kalp Sahası)"nı oluşturur. Heartland’ın çevresindeki Balkanlardan Çin’e kadar uzanan saha ise “İç veya Kenar Hilâl” ya da “Rimland” kuşağıdır.

Bunun dışında kalan Amerika - Afrika - Avustralya-Japonya hattı ise “Dış veya Kenar Hilâl” ya da “Dünya Adasının Peykleri” olarak kabul edilir.” Mackinder, dünyayı bu şekilde tasnif ettikten sonra, teori oluşturan görüşünü şu şekilde geliştirmiştir.


”Doğu Avrupa’ya hükmeden bir devlet Heartland’a hakim olur. Hearland’a hükmeden ise öncelikle İç-Kenar Hilâl’e ya da Rimland’a hükmeder. Sonra da Dış-kenar Hilâl’e yani bütün dünyaya hakim olur.” 

“Kara Hakimiyet Teorisi” olarak bilinen bu görüşte, Müslüman Türk Dünyası’nın yeri “İç veya Kenar Hilâl” kuşağı içindedir. Haushofer ve Mackinder’in görüşleri, özellikle Hitler tarafından kabul görmüş ve 2. Dünya Savaşı ile uygulama aşamasına geçirilmiştir. Daha sonra, Sovyet Rusya, bu görüşü gerçekleştirmek için, 70 yıl boyunca, Avrasya’yı kan gölüne çevirmiştir. Mackinder’in bu görüşüne karşıt görüşler geliştirilmiş ve bu konuda

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), özellikle;
“Kenar Kuşak Teorisi”ni, “Deniz Hakimiyet Teorisi”ni ve “Hava Hakimiyet Teorisi”ni ortaya atmıştır. ABD Yale Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler Profesörü Nicholas J. Spykman (1893 - 1943), Mackinder’in görüşlerine karşı bir başka görüş geliştirmiş ve “Kenar Kuşak Teorisi”ni ileri sürmüştür. 

Bu görüşle, hakim güç Heartland değil, Dış-Kenar Hilâl üzerindeki ülkelerdir. Bunların başında ABD gelir.

Ancak Heartland’a ulaşmak için, İç-Kenar Hilâl’in yani Müslüman Türk Dünyası’nın ele geçirilmesi şarttır. 
Spykman’dan başka, ABD’de yaşayan Amiral Alfred Mahan (1840 - 1914) tarafından, “Deniz Hakimiyet Teorisi”ni, yine Albay Hausy Scitaklian ve birçok ABD’li havacı tarafından ileri sürülen “Hava Hakimiyet Teorisi” geliştirilmiştir. Genelde Beşeri güç kaynağına dayanan Deniz ve Hava Hakimiyet teorileri, ABD ve İngiltere tarafından benimsenmiş ve uygulamaya konmuştur. 


Uygulama; özellikle 2. Dünya Savaşı ile birlikte başlamış ve günümüzde devam eden ve 3. Dünya Savaşı diyebileceğimiz bölgesel savaşlarda halen yürürlüktedir.
Şüphesiz, dünyaya hakim olmak için, önce Müslüman Türk Dünyası’nı (İç-Kenar Hilâl’i) işgâl etmek gerekmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra, Türk Dünyasına olan saldırılar ve işgâller de, sanırız bu görüşlerin etkisi büyüktür. 

Ortaya atılan bu teorilerin doğrultusunda, dünya fatihliğine ilk Almanya soyunmuştur. Ancak her iki dünya savaşlarında yenilerek, hayalleri suya düşmüştür. 
Daha sonra, kara hakimiyetine Sovyet Rusya sahip çıkmıştır. 
Ne var ki, 70 yıl geçmeden dağılmaya yüz tutmuştur. 
Diğer üç teoriye, ABD sahip çıkmaktadır. 
Ancak bu ülke, şimdilik başarılı gibi görünse de, içten içe çökmektedir. Çünkü dünya hakimiyeti babalığı, kendisine gerçekten çok pahalıya mâl olmaktadır.

2. Merkezi Türk Hakimiyet Teorisi 

Oysa bu görüşler, temelde tutarsızdır. Çünkü Doğu Avrupa da Sibirya Heartland (Dünyanın kalbi) olamaz. Her şeyden evvel kalp, merkezde ve çevresi bütün tehlikelere karşı korunmuş bir konumda olmalıdır. 


Halbuki bu bölge, Kuzey Kutba oldukça yakın, iklim şartları bakımından insan yaşamasına müsait olmayan bir bölgedir. İnsansız bir kale elbette hiç bir anlam ifade etmez. 
O halde, yeryüzünde coğrafyanın ve jeopolitiğin çizdiği kavram ve ölçüler çerçevesinde sağlam bir kale yani dünyanın kalbini aramak gerekir. Konu bütünüyle ele alınıp incelendiğinde, “Anadolu Yarımadası” bütün ölçülere uygun düşmektedir. 


Çünkü Anadolu, Asya, Avrupa, ve Afrika eski kara kütlelerinin bitişme noktasında yer almaktadır. Yarımadanın üç tarafı denizlerle çevrilidir. Yükselti bakımından kıtanın en yücesi olan Asya’dan (ortalama 1010 m.) bile hayli yüksek (Türkiye Ortalama yükseltisi 1132 m.) bir kara parçasını teşkil etmektedir. Asya ve Afrika’ya bitişik olduğu kesimlerde aşılması zor sıradağlar yer almaktadır. Bütün bu genel özellikleriyle, Anadolu; tam bir kaleyi andırmaktadır. Kalenin Asya’ya açılan burcu Malazgirt, Avrupa’ya açılan burcu ise İstanbul’dur. 

“Merkezi Hakimiyet Teorisi” adını verebileceğimiz bu görüşe göre; “Anadolu Yarımadası Heartland, Heartland’ı çevreleyen Balkan yarımadası, Kafkaslar, İran, Arabistan ve Kuzeydoğu Afrika; kısacası Balkanlar ve Ortadoğu, dünya kalesini çevreleyen iç çemberi meydana getirir. Bunun dışındaki kara parçaları ise, dış çemberi ya da dünya adasını oluşturmaktadır.” 


Bu görüş çerçevesinde şöyle bir sonuca varabiliriz; “Dünya Kalesi’ni (Anadolu’yu) elinde bulunduran bir millet, iç çembere hükmeder. İç çembere hükmeden bir millet ise, dış çembere yani dünyaya hakim olur.” Kuşkusuz bir teorinin doğruluğu, ispatlanmasıyla mümkündür. 

İşte bu teori, tarih boyunca üç kez ispatlanmıştır. 

Batıya açılan burcu İstanbul ile birlikte Anadolu; M.Ö. 2. yüzyılın ortalarından M.S. 395'e kadar Roma, 395 - 1453 arası Doğu Roma ve 1453 - 1923 devresinde de Osmanlı İmparatorluklarının (Gerçi Anadolu’da Türk hakimiyeti 1071 Malazgirt Zaferi ile başlar) hakimiyetlerinde temel çekirdeği oluşturmuş ve kale görevini görmüştür. 

Söz konusu bu kale, 1923'den bugüne (1995) kadar da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer almaktadır. 
Georgios Trapezuntios, Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiği zaman şöyle demiştir; “Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’tir... Dolaysıyla, siz Romalılar’ın meşru imparatorusunuz... Ve kim ki Romalılar’ın İmparatorudur ve öyle kalır, o aynı zamanda bütün dünyanın imparatorudur.” 

Ve tarihçi yazar Philip Mansel şöyle der; “Viyanalılar, kendi şehirlerinin tek ‘Kaiserstadt’ olduğunu ve Avrupa’nın başkenti olmayı hakettiğini düşünebilirlerdi. İsfahan halkı, şehirlerinin ‘Dünyanın Yarısı’ olduğunu iddia edebilirlerdi. Konstantinopolis (İstanbul) vatandaşları ise, şehirlerinin ‘Kainatın Merkezi’ olduğunu biliyorlardı.” 

Mansel şöyle devam eder; “Şehirlerin kraliçesi’nde doksan iki imparator hüküm sürdü. Dünyanın başka hiçbir şehrinde bu kadar uzun süreli bir imparatorluk yoktur... Dünyanın gözünü diktiği şehir olan Konstantinopolis surlar ile örülmüştü. Hiç bir şehir bu kadar taarruza ve kuşatmaya maruz kalmamıştı. 

Savaşta şeytan ve barışta melek denebilecek şekilde, aynı ölçüde kahraman ve insancıl olan Türkler, dünyayı yönetmek üzere doğmuştu...” 
Milletler savaşlardan doğar ve fetihler onları yüceltir. Osmanlı İmparatorluğu da öyle olmuştur. Osman Gazi, Orhan Gazi, I.Murad, Yıldırım Beyazid ve II. Murad ile devam eden savaşlar sonucunda Osmanlı devleti doğmuş ve İstanbul’un fethi ile yücelerek cihan imparatorluğu ünvanını almıştır.
Görülüyor ki, Anadolu Yarımadası’nda yaşayan devletler, gerçekten uzun ömürlü birer imparatorlukturlar. Öyle ki her bir imparatorluğun kendi dönemlerinde, dünyaya hükmettikleri de bilinen bir gerçektir. 
Dünya kalesinin bir özelliği de sanırız bu olmalıdır. 

Görülüyor ki, Dünyanın kalesini oluşturan Anadolu’da bugün Türkler yaşamaktadır. 

Dünya Kalesi’nin çevresini oluşturan iç çemberler de ise, yine Türkler çoğunluktadır. 
Konum olarak, Müslüman Türk Dünyası; Avrupa Ülkeleri ve Rusya’ya karşı koca bir hilâl şeklinde çepeçevre çevirmektedir. Bu koca hilâl, aynı zamanda, diğer İslâm Ülkeleri’nin kuzeyinde Batı Avrupa ve Rusya’dan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı bir kalkan görevi görmektedir. Bu bakımdan, Türk Dünyası’nın jeopolitik Önemi çok büyüktür. 
20.yüzyılda dünyamızda, çok fazla sayıda bölgesel savaşların yaşanması, dünya kalesi ve iç çemberde birliğin sağlanamamasından kaynaklanmıştır. Belki, 21. yüzyılda, Müslüman Türk Dünyası, bu jeopolitik avantajını kullanarak, yeniden dünya barışını sağlayacaktır.

B. Türk Dünyası’nın Başlıca Problemleri


Türk Dünyası’nın geleceği hakkında bazı düşünceler ve dilekler vardır. Kuşkusuz bu düşünce ve dileklerin başında, barış, birlik ve beraberlik gelir. Bunun yanında, gelecekte Türk Dünyası için söylenebilecek gelişmeler şunlar olmalıdır, diyebiliriz.

1. Bugün Dünyada 250 milyonu aşkın Türk vardır. Bunlar, Dünya Coğrafyası’na geniş bir boyutta yayılmıştır. Türk grupları kendi arasında dil bakımından biraz zor anlaşılabilmektedir. Lehçeler birbirinden farklılık arz eder.
Ayrıca Türk Dünyası’nın konuştuğu Türk diline oldukça fazla sayıda yabancı kelime girmiştir. Türkiye Türkçesi’ne İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça, Sovyet Türk Ülkeleri dillerine Rusça, Doğu Türkistan diline Çince kelimeler sokulmuştur. 
Eğer bugün Türk Dünyası insanları birbirleriyle anlaşmakta güçlük çekiyorlarsa, geçmişte yaşanan bu dil yozlaşmasından kaynaklanmaktadır. 
Bu karışıklığı ortadan kaldırmak için, “Türk Dünyası Dil Kurumu” kurulmalı ve ortak bir dil sözlüğü ortaya çıkarılmalıdır.

2. Gerek doğrudan ve gerekse dolaylı olarak sömürülen Türk Dünyası, kültür bakımından da sömürülmektedir. Bugün Türk İnsanı’nın en muzdarip olduğu konu kültür yozlaşmasıdır. İngiliz, Amerikan, Rus ve Çin kültürlerinin etkileri altında inim inim inleyen Türk Dünyası, bir türlü öz kültürüne kavuşamamıştır. Kültür yozlaşmasının önüne geçilmelidir. Bunun için de, Türk Ülkeleri, kendi arasında ortak Kültür Antlaşmaları imzalamalı ve kültür alış-verişini sağlamalıdır.

3. Türk Ülkeleri’nin tarımı, hayvancılığı, madenleri ve sanayisi farklı gelişme içindedirler. Ülkeler birbirlerine destek verdiği sürece, iktisadi bir bütünlük görülmektedir. Gerçi bu bütünlüğü bozmak için, bugün A.B.D, İngiltere, Fransa, Almanya, Sovyet Rusya ve Çin gibi sömürgeci ülkeler, var güçleriyle çalışmaktadırlar. 
Türk Dünyası’nın ekonomik sömürüsüne karşı, tüm Türk Dünyası’nın halkları elbirliği yapmalıdır. Bu nedenle; en kısa sürede “Türk Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı” (TÜRKET) kurulmalıdır.

4. Bugün A.B.D, İngiltere, Fransa, Almanya, Sovyet Rusya, Çin gibi kalkınmış ülkelerin kalkınmasında, Türk Dünyası halklarının emeği büyüktür. Bu ülkelerin bilim ve teknik çalışmalarında Türk Bilim adamlarının katkıları büyüktür. Ancak bu katkıların Türk Dünyası’na herhangi bir faydası görülmemektedir. Özlü bir ifadeyle, günümüz Türk Dünyası’nda beyin sömürüsü had safhaya ulaşmıştır. Türk Ülkeleri, bilim ve teknik yönünden birbirlerinin eksiklerini tamamlayabilirler. Bu amaçla “Türk Dünyası Bilim ve Teknik Kurultayı” oluşturmalıdır.

5. Bugün Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nca, Türkçe resmi dil hüviyetini kazanamamıştır. Oysa çok az nüfusu olan ülkelerin dilleri resmi dil olarak kabul edilmiştir. 250 milyon kişinin konuştuğu Türkçe, resmileştirilmelidir.

6. Birleşmiş Milletlere üye olan ülkelerden beş daimi üyesi (A.B.D, İngiltere, Fransa, S.S.C.B ve Çin), “Veto Hakkı”na sahiptir. Bu ülkelerden S.S.C.B dağılmış, yerine bağımsız devletler oluşmuştur. Çin’de ise, Doğu Türkistan Özerk Cumhuriyeti vardır ve bu ülkenin sorunları, B.M’ de veto edilmektedir. Artık 250 milyon bir insan kitlesini oluşturan, Türk Dünyası'na Birleşmiş Milletler tarafından “Veto Hakkı” tanınmalı ya da beş ülkenin “Veto Hakkı”, eşitlik ilkesine aykırı düştüğünden kaldırılmalıdır.

7. Dünya savaşlarında görülmüştür ki, savaşların sonuçlarını ittifaklar belirlemiştir. Ayrıca savaş esnasında tesis edilen ittifaklar, ülkelerin savunma gücünü önemli ölçüde artırmıştır. Ancak dil ve kültür birliği olmayınca, ittifaklar uzun süreli ve kalıcı olmamıştır. Varşova Paktı’nın dağılmasında dil ve kültür farklılığı önemli rol oynamıştır. Öte yandan NATO’daki etnik, dil ve kültür farklılıkları, bu ittifakın yaptırım gücünü iyice zayıflatmıştır. NATO ve VARŞOVA PAKTI gibi yapay oluşumlar değil, kalıcı ve uzun ömürlü TÜRK DÜNYASI SAVUNMA PAKTI kurulmalıdır.

8. Türklerin tarihte, diğer devletlere olan yenilgileri, hep kardeş kavgaları yüzünden olmuştur. 20.yüzyılda bile, gerek Sovyet Rusya ve gerekse Çin Halk Cumhuriyeti esaretinde kalan Türk ülkelerinde, sürekli olarak kardeş kavgası tezi işlenmiştir. Her ülkede ya da bölgede, Türkler çeşitli adlar altında (Tatar, Kazak, Özbek, Uygur, Karakalpak, Kırgız, Azeri, Yörük, Türkmen gibi .., ) tasnif edilmeye başlanmış ve Türk adı unutturularak, bu Türk boyları birbirine hasım durumuna getirilmiştir. Böylece Sömürgecilerin ekmeğine yağ sürülmüştür. Eğer Türk insanı, dünya da acı çekmek istemiyorsa, artık boy ayrımına son vermeli ve kardeşlik ülküsünü perçinlemelidir. Çünkü; “Birlikten kuvvet doğar.”

9. Eski Sovyetler Birliği içinde yer alan Türk Cumhuriyetlerinin bugünkü sınırları, 1924 ve 1936 yıllarında yapılan düzenlemelerle Ruslar tarafından çizilmiştir. Ruslar, Orta Asya’da çizmiş olduğu sınırlarda merkezi hükümetin yani Moskova’nın menfaatini düşünmüş ve sürekli bağlılığı esas almıştır. 

Bunun sonucu olarak 1986-1990 yılları arasında, Orta Asya Türk ülkelerinde çeşitli çatışmalar yaşanmıştır. 
Almatı’da Ruslarla Kazaklar, Duşanbe’de Özbeklerle Tacikler, Fergana’da Özbeklerle Ahıska Türkleri, Oş’da Kırgızlarla Özbekler karşı karşıya gelmişlerdir. 
Bu karmaşıklığı Sovyet rejimi hazırlamıştır. Mesela Fergana vadisi, testere ile parçalara ayrılmış gibi bir bulmaca ve labirent şeklinde Özbek, Türkmen, Tacik ve Kırgız bölümlerine ayrılmıştır. Böylece Tacik ve Kırgız pastalarının içine bir miktar kuşüzümü; Özbekistan kekinin içine biraz Tacik kuru üzümü konulmuştur.
Vadi içine yer alan sulama kanallarının bir kısmı bir ülkede, diğer kısmı başka ülkede bırakılmıştır. Tüm bunlar, gelecekte olabilecek bir bağımsızlığı imkansız kılmak ve merkezi hükümete bağlılığı sağlamak için yapılmıştır. 
Sınırların çizilmesinde tarihi, coğrafi ve sosyal özellikler göz önünde tutulmadığı için sorunlar mevcuttur. Bu sorunlar zaman zaman iç karışıklıklara yol açmaktadır. Sorunların çözümü de oldukça zordur. Çünkü etno-coğrafik karmaşıklık hakimdir. 

Bu karmaşıklık zaman zaman depreşmektedir. Örneğin 1990 yılında, Oş ve çevresinde, Kırgızlarla Özbekler arasında çıkan çatışmalarda, çok sayıda Özbek ve Kırgız ölmüştür. Bunun sebebi olarak, Oş ve çevresinin 1936'da Stalin tarafından bu bölgenin Kırgızistan’a verildiği gösterilmektedir. Buna benzer sürtüşmeler diğer Türk Cumhuriyetlerinde de, yaşanmaktadır.
Eğer bu tür anlaşmazlıkların boyutları genişlerse, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında, sınır çatışmaları ve savaşlar çıkabilir. Böyle bir savaş da, sömürgeci ülkelerin ekmeğine yağ sürer. 
Savaşın kötü sonuçlarını, yine bölge halkı yaşar. 

Bu nedenle, bugün için, Türk Cumhuriyetleri’ndeki mevcut sınırlar korunmalıdır. Bundan sonra çıkabilecek sorunlar ise, oluşturulacak Türk Ülkeleri Üst Kurultayı’nda çözümlenmeye çalışılmalıdır.

Sonuç olarak; 
Şanlı Türk Tarihi üzerine, barış, sevgi, kardeşlik, birlik ve beraberlik kokan Türk Dünyası Coğrafyası’nı inşa etmek, Türk Dünyası gençliğinin en büyük gayesi olmalıdır. 


Merkezi Türk Hakimiyeti Teorisi -Ankara 2010 21. Asır Yayınevi / Türk Düşüncesi Dizisi

Yorumlar (0)