BABAANNEMİN SÖZCÜKLERİ: İTİN ETTİĞİ KENDİNE KALIR; İTEĞE YAMANIR

BABAANNEMİN SÖZCÜKLERİ: İTİN ETTİĞİ KENDİNE KALIR; İTEĞE YAMANIR

 Zamana uyup başlıkta ‘babaanne’ dediğime bakmayın; biz ‘nene’ derdik, babamızın annesine. Ne var ki neredeyse tamamı ‘nene’ yerine ‘ebe’ diyen kasabalıların çoğu, bunu yadırgar; kibarlaşmaya çalışmak ve şehirlilere özenmekle suçlardı bizi. Haklılardı bence, herkes ‘emmi’ derken biz niye ‘amca’ diyorduk? Biz dediğim, ben ve kardeşlerim. En büyük ablama kalsa büyüklere ‘sen’ değil ‘siz’; onlardan bir şeyler istediğimizde ‘verebilir misiniz’ demeliymişiz. Kasabalı, dalga geçse de, ‘nene’ ve ‘amca’yı iyi kötü kabul ediyordu. Ama ‘siz’ ya da ‘verebilir misiniz’, olacak iş değildi. Olmadı da zaten…

Küçük bir kasabada büyüyenler iyi bilir; bu tür yerlerin yazılı olmayan ancak yaptırımı güçlü kuralları vardır. Kibarlaşmaya çalışmak küçümsenir, şehirlilere özenmek ayıplanırdı kasabada. Çocukken, sırf ‘Şehirlilere özeniyor.’ demesinler diye arkadaşlarımın yanında bu tür sözcükleri kullanmamaya dikkat ederdim. Ablam ya da öğretmenlerimin takdir ettiği bu ‘kibarlaşma hali’, akranlarım arasında kolayca suça dönüşüyordu. Arkadaşları tarafından dışlanmak, her çocuk gibi beni de korkutuyordu; dikkat etmek zorundaydım. 

Ablamın uyarıları ve öğretmenlerimin takdiri ile kasabalının dalga geçmesi arasında kalıyordum sürekli. Doğru hangisiydi?
Ablamın dediğine göre, eşinin işi dolayısıyla Ankara ve Bursa gibi büyük şehirlerde yaşayan halam tembihlemiş ‘nene ve amca’ demeyi. Tabi ablam da bize öğretiyordu… Gelgelelim yaz aylarında topu topu bir, bilmedin iki hafta kasabada kalan halamın bu öğretileri, bütün yıl bizim başımıza bela oluyordu. 

Sevgili okuyucu, şimdi 75 yaşında olan halamı postmodern yaklaşımlarla eleştirip doğrunun zamana ve zemine bağlı olarak değişebileceğini söylemenin, bu saatten sonra işe yaramayacağı ben de biliyorum… Ama halacığım da bilsin ki bize dayattığı doğrular, kendisi kasabadan ayrıldıktan sonra süratle yanlışa dönüşüyor ve bizi hırpalanıyordu…

Yıllar sonra, araştırmalarım sırasında Kaşgarlı Mahmut’un söylediklerini okuyunca şaşırmış, dalga ve tacizlerine maruz kaldığım kasabalılara küfür ve beddua etmekten vazgeçmiştim. Haklarını helal etsinler… Kaşgarlı’nın dediğine göre Çiğil Türkleri büyüklere ‘siz’, küçüklere ‘sen’ dermiş ama Oğuzlar bunu yapmazmış. Ah ablacığım ah… Bin yıllık kökeni olan bir alışkanlığı halamın aklına uyup neden değiştirmeye çalıştın ki… 

Güya nenemi anlatacaktım ama nerelere getirdim sizi. 9 yaşında anne ve babamı trafik kazasında kaybedince, kasabalıların ifadesiyle, nenemin üstüne kalmıştık. Genellikle halam ya da en küçük amcamın yanında kalan nenem, kazadan sonra bize taşınmış, yaşları 8 ile 14 arasında değişen öksüz ve yetim torunlarının bakımını üstlenmişti. Acı ve üzüntüyle başlayan bu birlikteliğin, dil ve zihin dünyamı bu kadar zenginleştireceğinin farkında değildim o zamanlar… Nenemden tevarüs ettiğim en büyük hazine, ondan kalan sözcükler…

İnanılmaz bir kadındı nenem. Sait Faik’in Kör Mustafa’sı mı desem, Atsız’ın Satı Kadın’ı mı desem yoksa Fatma Girik’in Toprak Ana’sı mı desem, bilemedim. Galiba bunların karışımıydı… Bütün kasabanın Ismaan (Esmehan) Halasıydı… Bir adı da Küpeli’ymiş. Büyük amcamın karısının dediğine göre, paralı küpeyi (Aklımda kaldığı kadarıyla paralı küpe, çevresine incecik bir zincir dolanmış çeyrek altından yapılıyordu.) ilk defa nenem takmış köyde. Bu yüzden köylüler, gençlik yıllarında neneme Küpeli dermiş.   
Avusturalya’nın asıl sahibi olan Aborjinler gibi, bizim köyde de çok adlılık yaygındı. Yeni olaylar karşısında insanlara kolayca yeni adlar veriliyordu. Bazen tersi olmakla birlikte genellikle yeni ad, eskisini unutturuyordu. Ad bulma konusunda köylüler hiç zorlanmıyordu. Askerlikten önce küçük bir bakkalı olan ve bu yüzden ‘Çerçi Hasan’ denilen adama, askerlikten sonra ‘Sıhıye Hasan’ demeye başlamıştı köylüler. Sebebi çok basitti… Çerçi Hasan, askerlikte sıhhiye birliğine düşmüş, öğrendiği basit tedavi yöntemlerini dönüşte köylülere uygulamaya başlamıştı. Sağlık hizmetlerinin yok denecek kadar az olduğu bir köyde iğne yapabilmek büyük başarıydı… İşin ilginci askerlikten sonra ‘Sıhıye Hasan’ mümkün mertebe beyaz giymeye çalışıyordu. Ayrı hikâye…

Evliliklerinin ilk yıllarında fiziksel bir özellikleri, köyleri ya da kabilelerinin adıyla anılan kadınlar, kısa bir süre sonra kocalarının adını alıyordu. Hüseyinli, Bönceli, Aydınlı kadınlara kabileleri dolayısıyla verilen adlardı… Hüseyinli denilen kadına, evlilik sonrasında ‘Kambur Hatice’ demeye başlamıştı köylüler… Çocuk gözüme güzel görünürdü Hatice Teyze... Çoğunluğu kumral ya da esmer olan kasabalı kadınlar arasında bembeyaz yüzü ve altın dişiyle hemen seçilirdi. Bugünün aksine, kilolu sayılacak kadar etine dolgun ve güçlü kadınlar muteberdi köyde. Şişmanlık kabul edilebilirdi ama zayıflık asla hoş karşılanmaz, hastalık gibi algılanırdı. Hatice Teyzenin tipi köylülerin tam istediği gibiydi. Ne var ki kocası Kambur’du… Köylülerin güçlü ad bulma geleneği karşısında, önce Kambur’un Hatice, sonra kısaltmayla Kambur Hatice olmaktan başka şansı yoktu, bu güzel kadının. 
Neyse nenemi anlatıyordum… Köyde herkesin bir şekilde neneme işi düşerdi. Herkesin sorununu çözer, bu yüzden de saygı görürdü herkesten. Sanırsın gıda mühendisi… Peynir ve tereyağı yaparken köy kadınları ona akıl danışırdı. Peynir basılacak derinin nasıl kurutulacağından tutun da tekrar kullanmak için suda ne kadar bekletileceğini neneme sorarlardı. Suyunu çok alırsan peynir kururdu derinin içinde. Suyu yeterince alınmayan peynir de çabuk bozulur ve kokardı. Sanırsın veteriner… Keçilerin doğumuna yardım eder; hasta hayvanın öleceğini ön görür, durum tehlikeliyse, mundar olmasın diye, bir an önce kesilmesine o karar verirdi. 
Ne zaman yatar, ne zaman kalkardı? Gören varsa beri gelsin! Sürekli çalışırdı… Gün ışır ışımaz dokuma tezgâhının başına geçer; dağılmasın diye iple sıkı sıkıya sardığı, ön tarafında krem renginde küçücük delikli kafes bulunan kırmızı çerçeveli radyosunu açar, halk müziği eşliğinde halı ya da kilim dokurdu. Gün iyice ağarınca tavukları yemler, bahçeyle uğraşır ve kahvaltı hazırlardı. Kahvaltı dediğime bakıp şimdiki mükellef sofralar gelmesin aklınıza… Deriye basılmış keçi peyniri ve dağ çayı sadece… Bazen de yumurta yerdi. Günlük topladığı yumurtaları satmayı tercih ederdi daha çok. Bahçede yetişen sebze ve meyve ile yetinir, radyo pili dışında hiçbir şey satın almak istemezdi. 
Kahvaltıdan sonra tekrar dokuma tezgâhının başına geçerdi. Gün inip hava kararıncaya kadar durmadan çalışırdı. Bütün bunlara da ‘Amaaaan avaralık’ derdi.  Eskiden, kendisinin ‘mal’ dediği yüzlerce keçiyi her gün yazıya götürüp otlattığını, ağılı günlük temizlediğini, ağıldan çıkan, ‘zibil’ dediği hayvan dışkısını bahçenin uzak bir köşesine taşıdığını, keçilerini sabah akşam sağdığını, çıkan sütten peynir ve tereyağı yaptığını, arta kalan zamanda da halı kilim dokuduğunu anlatırdı üzüntüyle. İnanmayacaksınız ama artık dinleneyim demez, içten içe eskisi kadar çalışamadığına üzülürdü. Bütün bu işleri de tek başına yaptığını, gelinlerinden yardım görmediğini, zaten onların yaptığı işi de beğenmediğini eklerdi. Şimdi yaptıkları da iş miydi? Olsa olsa ‘avaralık’tı. Benim bildiğim başıboş ve işsiz gezenlerin yaptığı şeydi averelik ama nenem yaptığı onca işe ‘avaralık’ derdi.
Yerleşik hayatın zorunlu kıldığı ev işlerini abartmayı anlamsız bulur, bir an önce aradan çıkarılması gereken angarya olarak görürdü. Aslında yerleşik hayata alışamamıştı nenem. Ömrünü yıllarca keçilerinin peşinde yayla ve otlak kovalamakla geçiren ancak otuzlu yaşlarında bir ova köyünde sakin olan nenemin gözü hep Toroslar’daydı. Sabahattin Ali’nin Hasan Boğuldu hikâyesinde anlattığı güzeller güzeli Emine gibi dağların, yaylaların ve keçilerinin hasreti içindeydi sürekli. Baharda boy veren yemyeşil otların toplanmadan kurumasına bile üzülürdü…

Şimdi okuyucuya Hasan Boğuldu’nun sinemaya uyarlandığını, Emine’yi Hülya Avşar’ın canlandırdığını anlatsam; Hülya Avşar’ın güzelliğine sözümün olamayacağını ama dağlı bir kız canlandırmak için çelimsiz olduğunu; bu zayıflıkla değil 60, 30 kiloluk tuz torbasını bile taşıyamayacağını, rolün daha yapılı olan Türkan Şoray’a verilmesini gerektiğini söylesem ayrıntıya girmiş olurum. Hem yönetmenin işine burnumu sokup Orhan Aksoy’u kızdırmanın bir âlemi de yok…

Bütün bu işlere torunlarının bakımını da eklemişti nenem. Ne var ki garibim, dördü de ergenlik çağının ya eşiğinde ya da içinde olan yetimlerin sorunları karşısında acizdi. Zaten kasabada çocuk neydi ki… Geçim derdinin yorduğu kasabalının çocukları görecek hali mi vardı? Bulduğumuz nemize yetmiyordu. Büyüklerin dediğine göre o kadar çocuğa bayramlarda kıyafet almak ve okul ihtiyaçlarını karşılamak bile başlı başına bir işti.

Ablam ve abim sorunlarını yönetmede bize göre daha makuldü. Haksızlığa uğradığımızda, ben ve kardeşim nenemi tahrik eder; bize sahip çıkmasını ve intikamımızı almasını isterdik. Neneme göre ‘Bir tarafımız zaten yıkıktı.’ ve sorunu büyütmemek gerekliydi. Bizi ikna etmek için ‘Amaaan yavrum, itin ettiği gendine galır, iteğe yamanır.’ derdi. Yani hayatta uğradığımız haksızlara mutlaka bir çözüm bulunur; kötünün ettiği kendine kalırdı… En küçük tartışmaların bile akıl almaz kavgalara hatta bazen ölümle sonuçlanan felaketlere dönüştüğüne kim bilir kaç kere tanıklık eden nenem, haklıydı belki de… 
Yaşadığımız sorun karşısında nenemin bize öğütlediği bu edilgenlik hali, içimde ateşe dönüşür, neneme kendi metaforlarıyla cevap vermeye çalışırdım: ‘Ömür boyu el âlemin içinde yamayla gezmek çok mu iyi!’ Nenemde metafor mu biter: ‘Hadi ordan! Nesi ayıpmış yamanın; sen açıkta kalan yerinden utan!’ 

Bizim kuşağın tersine nenem yamadan hiç rahatsız olmazdı. Vücudundaki kılıç yaralarından utanmak şöyle dursun, bunları cesaret nişanesi sayıp gururla herkese gösteren Orta Çağ savaşçıları gibi nenem de yamayı tasarruflu bir hayatın hatta becerikli bir kadın olmanın işareti addeder ve yamalarından asla utanmazdı. 
Aha şuraya yazıyorum, sevgili okuyucu, eminin, nenemden kalan bu atasözünü şimdiye kadar hiçbiriniz duymadınız. Onca yıldır Türk dili üzerine araştırma yaparım, hiçbir yazılı kaynakta görmedim ben bu atasözünü. 
Bilenler bilir, ‘iteğe’ üzerinde un elenen, hamur yoğrulan ve ekmek yapılan genellikle beyaz renkli, el dokuması büyükçe bir yaygıdır. Ekmek yaparken yere önce büyük savanlar serilir, savanların üzerine tek parça olan ve sadece ekmek yaparken kullanılan ‘iteğe’ yayılırdı. Onun üzerine de nenemin ‘seynit’ dediği iki ekmek tahtası karşılıklı olarak konurdu. Seynit üzerinde açılan yufkalar, bir oklava uzaklığındaki sacda pişirilirdi. Yufkayı açmak ayrı, pişirmek ayrı bir maharet isterdi. Üzerinde un işi yapıldığından ‘iteğe’deki en küçük bir deliğin bile yamayla kapanması zorunluydu. 
İşi bittikten sonra üzerindeki un ve hamur kalıntıları kurumadan ‘iteğe’nin hemen yıkanması gerekir. Nenemin ifadesiyle ‘ekmek atma’nın verdiği yorgunluğu bahane edip ‘iteğe’yi zamanında yıkamaz, hele olur da dışarda unutursanız; aç bir köpeğin geceleyin taze hamur kokusuna gelip ‘iteğe’ye zarar vermesi kuvvetle muhtemeldir. Yeni bir yamayla uğraşmak istemiyorsanız, siz siz olun ‘iteğe’nizi zamanında yıkayın!
Benim gibi taşrada büyüyen hemen herkesin aşina olduğu bu basit bilgilerden evrensel bir hakikat çıkaran Türk’ün dil dehasına hayran olmamak elde değil. İtin ettiği kendine kalır; iteğe yamanır. Üstelik atasözünün ses kalitesi, kulakları okşuyor...
                            MUSTAFA SARI

Yorumlar (0)