Kuvayı Milliye Destanı İncelemesi, Kuvayı Milliye Destanı Tahlili

Kuvayı Milliye Destanı İncelemesi, (Kuvayı Milliye Destanı Tahlili)

Kuvayı Milliye Destanı İncelemesi, (Kuvayı Milliye Destanı Tahlili)

Yazan: Engin Gülmüş

Eser Hakkında

Kuvayı Milliye Destanı, Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı’nı bölümler halinde anlattığı Türk Edebiyatının klasikleri arasına giren ölümsüz eserlerinden biridir.

Kuvayı Milliye Destanı, 1939 İstanbul Tevkifhanesi, 1940 Çankırı Hapishanesi ve 1941 Bursa Hapishanesinde yazıldı.

Kitap, Türkiye’de ilk kez 1965 yılında “Kurtuluş Savaşı Destanı” adıyla yayınlandı. Eser, önce “Kurtuluş Savaşı Destanı” adıyla 1965, sonra “Kuvayı Milliye” adıyla 1968 yılında yayınlandı.

Nazım Hikmet, bu eserinde Milli Mücadelemizi güzel, sade ve akıcı Türkçesiyle ve olağanüstü benzetmeleriyle destanlaştırmış, vatan için canlarını veren yüz binlerce Anadolu insanını ölümsüzleştirmiştir.

Kitap, giriş bölümü ve 8 bap (bölüm) olmak üzere 9 başlık altında toplanmıştır.

“Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çoktular;

korkak,

cesur,

cahil,

hakim

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destanımızda yalnız onların maceraları vardır.”

Dizeleriyle başlayan destan, bölümler halinde devam eder.

Kitabın birinci bölümünde “1918-1919 Yılları ve Karayılan Hikâyesi” anlatılır.

“Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizle durduk

bu dünyanın üzerinde.”

Diye başlayan bölüm;

“Karayılan der ki: Harbe oturak,

Kilis yollarından kelle getirek,

nerde düşman varsa orda bitirek,

vurun ha yiğitler namus günüdür…”

Ve biz bunu böyle duyduk

ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyen

Karayılan’ı

ve Anteplileri

ve Antep’i

Aynen duyup işittiğimiz gibi

Destanımızın birinci babına koyduk.”

Dizeleriyle ilk bölüm biter.

Kitabın ikinci bölümünde; “Yıl 1919, İstanbul’un Hâli, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Kambur Kerim’in Hikâyesi” anlatılır.

“Erzurum’un kışı zordur balam,

tandırında tezek yakar Erzurum,

buz tutar yiğitlerinin bıyığı

ve geceleyin karlı ovada

Kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.”

“Sivas, mandayı kabul etmedi fakat,

“Hey gidi deli gönlüm,”

Dedi,

“Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,

ya İSTİKLAL, ya ölüm!”

dedi

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.

Adapazarlıydı Kambur Kerim.”

Üçüncü bölümde “Yıl 1920 ve Arheveli İsmail’in Hikâyesi” anlatılır.

“Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.

Akhisar, Karacabey,

Bursa ve Bursa’nın doğusunda Aksu,

çarpışarak çekildik…

920’nin

29 Ağustos’u:

Uşak düştü.”

“Ve çok uzak,

çok uzaklardaki İstanbul limanında,

kaçak silah ve asker ceketi yükleyen Laz takaları:

hürriyet ve ümit,

su ve rüzgârdılar.

Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.”

Dördüncü bölümde “Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu ve Bir Şiir” yer alır.

“Türk Köylüsü

Topraktan öğrenip

kitapsız bilendir.

Hoca Nasreddin gibi ağlayan

Bayburtlu Zihni gibi gülendir.

Ferhad’dır

Kerem’dir

ve Keloğlan’dır.

Yol görünür onun garip serine,

analar, babalar umudu keser,

kahpe felek ona eder oyunu.

Çarşambayı sel alır,

bir yar sever

el alır,

kanadı kırılır

çöllerde kalır,

ölmeden mezara koyarlar onu.”

Beşinci bölümde “920’nin Martı ve Manastırlı Hamdi Efendi ve Reşadiyeli Veli Oğlu Mehmet’in Hikâyesi” anlatılır. Bu bölümde “Nutuk”tan da alıntı yapılır.

“920’nin 16 Martı

uykuda kesti kâfir üçümüzü,

kurşuna dizdi kâfir ikimizi.

İngiliz’in hepsi değil domuzu

Sabaha karşı aldı canımızı.

920’nin 16 Martı

basıldı Vezneciler’de karargâh.

Uyan be tosunum uyan.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

üçümüz: Abdullah çavuş, Şarkışla’dan Osman,

bir de Zileli Abdülkadir.”

Altıncı bölümde “Muharebeler ve Düşman Elinde Kalanlar ve Kartallı Kazım’ın Hikâyesi” anlatılır.

“Mehtaplı bir gece,

gümüş bir kutunun içindesin:

ortalık öyle tuhaf bir karanlık, öyle ıssız.

Ya çok seslidir

Ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kazım.

Kız gibi Osmanlı filintası.

Parlıyor arpacık

namlunun ucunda:

yüz yıllık yoldaymış gibi uzak

ve bir damlacık.”

Yedinci bölümde “922 Ağustos Ayı ve Kadınlarımız ve 6 Ağustos Emri ve Bir Aletle Bir İnsanın Hikâyesi” anlatılır.

Ayın altında kağnılar gidiyordu.

Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.

toprak öyle bitip tükenmez,

dağlar öyle uzakta,

sanki gidenler hiçbir zaman

hiçbir menzile erişemeyecekti.

Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.

Ve onlar

ayın altında dönen ilk tekerlekti.

Ayın altında öküzler

başka ve küçük bir dünyadan gelmişler gibi

ufacık, kısacıktılar,

ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında

ve ayakları altında akan

toprak

toprak

ve topraktı.”

“Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız:

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karabasana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar,

bizim kadınlarımız.”

Sekizinci bölümde: “26 Ağustos Gecesinde Saatlar İki Otuzdan Beş Otuza Kadar ve İzmir Rıhtımından Akdeniz’e Bakan Fener” anlatılmıştır.

“Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, satı sordu.

Paşalar: “Üç” dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak

Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benzeyen bu toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu davet bizim…

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim…”

Sonra.

Sonra, 9 Eylül’de İzmir’e girdik

ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinde gelip

öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber

Seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.”

Destan başladığı gibi biter:

“Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar çoktular;

korkak,

cesur,

cahil,

hakim

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…”

Şiirin Biçim Yönünden İncelenmesi

Serbest nazım tekniğiyle yazılan şiir, “yapma destan” türüne girer.

Şiirde ahenk; kelime ve ses tekrarıyla sağlanmış, geleneksel ölçü ve uyak anlayışının dışına çıkılmıştır. Şiir, serbest nazım tarzıyla yazıldığı için dizelerde durak da bulunmaz. Durak yapılmak istendiğinde yeni bir dize kurulur. Dizelerin bölünmesiyle biçim ve içeriğe bütünlük kazandırılır.

Klasik şiir anlayışında her dize büyük harfle başlarken, Kuvayı Milliye Destanı’nda anlam tamamlanıncaya kadar dize başları küçük harfle başlamaktadır. Şairin serbest nazıma getirdiği en büyük yeniliklerden biri de dizeleri merdiven basamakları biçiminde yazmasıdır.

Şiir sade, açık, yalın ve akıcı bir dille yazılmış, tasvir ve tahlillerden yararlanılmıştır. Şiirde öyküleyici anlatım tekniği kullanılmıştır.

Şiirin İçerik Yönünden İncelenmesi

Türk siyaseti ve edebiyatında konum açısından bakıldığında toplumcu gerçekçi edebiyatla, sosyalistlerin ve Atatürkçülerin yakın ilişkide olduğu görülür. Bu aynı zamanda ulusalcı bir söylemin oluşmasında da büyük rol oynamıştır. İlk yapıtlarını böyle bir çevrede oluşturan Nazım Hikmet, diğer sosyalist yazar ve şairlerden daha güçlü bir birikime sahipti. Bu durum onu tarihsel gerçekliğe yöneltti.

Şair, Kuvayı Milliye Destanı’nda, Anadolu köylüsünü, ulusal bağımsızlık savaşının tarihsel gerçekliği içinde anlatmaya çalışmıştır. Şiirde toplumcu gerçekçi bakış açısı eserde kendini hissettirmektedir. Kurtuluş Savaşı’nı ele alan milliyetçi ve dindar şairlerin eserlerine bakınca bu fark açıkça kendini gösterir.

Nazım Hikmet, realist sanat anlayışı gereği, çeşitli konumlar içine yerleştirdiği kişilerin psikolojik derinliğini; köylüleri, aydınları ve şehirli delikanlıları anlatarak yakalayabileceğini biliyordu. Şairin, eserinde komutanlar yerine sıradan insanları, ağırlıklı olarak da köylüleri kahramanlaştırması hem şairlik tekniği açısından, hem de düşünce açısından bilinçli bir seçimdir.

Kuvayı Milliye Destanı, Türk edebiyatında önemli bir boşluğu dolduran, toplumcu gerçekçi bakış açısıyla yazılmış en etkili destandır.

Yorumlar (0)