Yazının Gelişimi-Doç. Dr. Haluk Berkmen

Yazının Gelişimi


Doç. Dr. Haluk BERKMEN

İnsanın yeryüzündeki yaşam serüveninde yazının yeri özel olarak önemlidir. Bu
bakımdan tarih iki bölüme ayrılarak incelenir. Biri yazının başlangıcından
günümüze belgelere dayanan tarih (historia) dönemi, diğeri yazının ortaya
çıkışından önceki tarihöncesi (prehistoria) dönemi. Prehistoria ile ilgilenen
uzmanlar genelde kazı bilimi (arkeoloji) tahsili görmüş kişilerdir. Kazılardan çıkan
eserleri bir bütünsel bakışla inceleyip yorumlamak ayrı bir uzmanlık konusu olup
üniversite müfredatında ders olarak okutulup öğretilmez. Bu konu özel bir merak
konusu olduğundan genelde üniversite ile ilişkili olmayan kişiler tarafından ele
alınmıştır. Çünkü sadece kazı bilimi bu tür bir bütünsel yorum yapmak için yeterli
değildir. Ayrıca dil bilimi, sanat tarihi ve genel kültür ile de donanmış olmak
gerekir. Ayrıca yazı öncesi buluntuları yorumlamak kaygan zemin üzerinde
yürümeye benzer. Her an bir hata yapmak, bir bakıma kaygan zeminde kayarak
yanlış veya taraflı yorumların tuzağına düşmek mümkündür. Bu bakımdan
akademik çevrelerde saygınlığını korumak isteyen uzmanlar yorum yapmaktan
mümkün olduğunca kaçınırlar. Eğer yorumları genel kabul edile gelmiş tarihi
varsayımlara ters düşerse saygınlıklarını kaybedeceklerinden korkarlar. Oysaki
akademik çevrelerin dışında kalan uzmanlar veya meraklı araştırıcılar böyle bir
kaygıya sahip değildirler. Bulguları bütünsel bir yaklaşımla yorumlamak cesaretini
gösterebilirler.
İkinci bir genel yaklaşım tarihöncesi toplumların yazılı belgeleri olmadığı
noktasından hareketle onların ilkel toplumlar olduklar ve bir bakıma tarih dışında
bırakılacak kadar önemsiz oldukları varsayımıdır. İnsanın yeryüzündeki yaşam
serüveni düşünce ve yoruma dayalı sürekli bir gelişim olarak ele alınmalıdır. Bu
bakımdan yazı öncesi dönemi hakkıyla değerlendirmeden yazının ortaya çıkışını
anlayıp açıklamaya da imkân yoktur.
Yazının gelişimi üzerine pek çok araştırma yapılmıştır. Bu konuda yayınlanmış
birçok kitap bulabilirsiniz. Genelde çıkış noktası olarak Mezopotamya ile kadim
Mısır medeniyetlerinden söz edilir. Bir de bağımsız olarak kendine özgü bir yapıda
gelişmiş olan Çin yazısından söz edilir. Oysaki farklı bir gelişim söz konusudur. Bu
konuda görüşlerimi resimlerle destekleyeceğim.
Asyada, uzun zaman önce, gelişmiş bir kültür düzeyine ulaşmış olan insanlar Gök
Tengri’ye inanıyor, inançlarını resimler aracılığıyla kayalara kazıyorlardı. Böylece,
yazının en eski şekli olan resimsel (piktografik) yazı türü ortaya çıktı. Bu tür
yazıya kavramsal veya semiotik yazı türü denilmektedir. Zira kavramlar bir
bütün halinde, ses karşılığı olmadan, taşlara veya mağara içlerindeki kayalara
2
kazınmak (veya resim olarak boyanmak) suretiyle aktarılmıştır. Asya kökenli
Güneş Kültü önce Resim Yazısını geliştirmiş, zamanla resimler simgeleşerek
Damga Yazısına dönüşmüştür. Damga yazısındaki şekillere (Tam-Kavramlar
ilettiklerinden) Tamga denmiş, daha sonraları T => D dönüşümüyle Damga
denmiştir.

Yukarıda görülen yazının gelişim tablosunda Orta Asya kökenli resim yazısını
sürdüren kültürler arasında kadim Mısır kültürü ile kadim Girit kültürü sayılabilir.
Mısırdaki Hiyeroglif resim yazısı Piktografik olarak tanımlanmıştır. Keza Anadolu
Hitit kültüründe ve Girit adasındaki Minoan kültüründe resim yazısı bir süre
devam etmiştir. Asya kökenli resim yazısı zaman içinde basitleşip, kavramlaşarak
Damga yazısına dönüşmüştür. Asya’dan göç edip Girit adasına yerleşmiş olan
kültür bir yandan damga yazısını sürdürürken, çeşitli seramik parçalar üzerinde
bulunmuş olan Lineer-A olarak bilinen yazı örneklerini geliştirmiştir. Alttaki
resimde bazı örnekleri görmekteyiz.
3
Resmin sol alt köşesinde görülen Lineer-A yazısında Asya damgalarından
bazılarını görüyoruz. Bu yazı türünde Orhon kitabelerindeki damga yazısına
büyük benzerlik gösteren işaretleri seçebiliriz. Lineer-A yazısı halen okunabilmiş
değildir. Çünkü o dönemde Girit adasında konuşulan dil bilinmiyor. Demek ki yazı
ile konuşma dili çok yakın ilişkilidir. Dili bilmeden yazıya anlam vermenin imkânı
yoktur. Bir diğer örnek Etrüsk yazısıdır. İtalya yarımadasında Roma öncesi ileri
bir kültür seviyesine ulaşmış olan Etrüsklerin yazısı halen okunabilmiş değildir.
Çünkü Etrüsk yazısındaki harflere Yunan abcsindeki ses değerleri verilmekte ve
Yunan dili Etrüsk dili arasında ilişki kurulmaya çalışılmaktadır. Oysaki Etrüsk dili
ne yunan ne de Latin dilidir ve bu bakımdan farklı bir yaklaşım gerekir.
Öte yandan damga yazısının başlangıcı belli bir dile bağlı değildir. Damgaların
içerdikleri anlamları o günün yaşam tarzından çözmek mümkündür. Önceleri
kolayca anlaşılabilir şekillerden oluşan damgalar zamanla o bölgenin dilinden
etkilenerek karmaşık hale dönüşmüşlerdir. Örneğin çin yazısı önceleri anlaşılır
şekillerden oluşuyordu. Çin’deki Logografik yazı türünde her şekil bir sözcük
karşılığını almıştır.
Asya kökenli resim yazısına Asya’nın yüksek yaylalarında rastlıyoruz. Biçikti
Buğum (kaya resimlerinin bulunduğu yüksek bölge), Calamantaş, Yalbaktaş,
Kalbaktaş gibi kaya resmi alanlarında binlerce taşa kazılı şekil ve resim görmek
mümkündür. Asya’nın yüksek yayla ve dağlarından dünyanın dört bir yanına
yayılarak uzanan ortak bir kültürün izleridir bu kaya resimleri. Yazı öncesi
simgesel bir iletişim şekli, “biz buraya geldik ve buraları kendimize yurt
edindik” mesajını veren soyut bir seslenişin izleridir o damgalar.
En fazla görülen motif dağ keçisi, geyik ve at şekilleridir. Bunlar belli bir mesaj
içeren damgalar olarak görülüp yorumlanmaları gerekir. Şekilde bu kültürün
farklı bölgelerde bıraktıkları kaya resimlerinden örnekler görmekteyiz.
4
Üstteki resimde solda Pueblo kızılderili yerleşim bölgesi olan Chaco Canyon
kayaüstü resimleri. Ortadaki kayaüstü resmi Asya Altay bölgesindeki Katun nehri
kıyısındaki Kalbaktaş bölgesindendir. Sağdaki kayaüstü resmi ise 2850 metre
denizden yüksekliği olan Kâhn-ı Melikân bölgesinde Van cıvarındaki Tirişin
yaylasında bulunmuştur.
Asya’dan yayılan bu kültürün izlerine Anadolu’dan Amerika kıtasına kadar
rastlıyorsak bu kaya resimlerini ciddi olarak inceleyip çözümlememiz gerekir.
Öncelikle bu kaya resimleri sadece birer av sahnesi mi betimliyorlar? Dağ
keçisine verilen bu önem sadece beslenme ihtiyacından mı türemektedir? Hayır.
Bu insanlar yaşadıkları çevrede gördükleri bazı hayvanlarla ortak özellikler
taşıdıklarını ve onların kendileri için birer kutsal varlık olduklarını anlıyor ve örnek
alıyorlardı. Bu insanların kendileri ile özdeşleştirdikleri ve kutsal saydıkları
birtakım hayvanlar arasında kaplumbağa ve dağ keçisi ayrı ve özel bir yere
sahiptirler. Kaplumbağa, evini sırtında taşıyan ve çok uzun ömürlü bir hayvan
olması itibariyle göçebe topluluklar tarafından kutsal sayılmıştır. Asya’da birçok
bölgede kaplumbağa heykeli ile karşılaşıyoruz. Dağ keçisi ise, dağlık bölgelerde
yaşamış olan son derece hareketli ve süratli bir yaratıktır. En yüksek tepelere
büyük bir rahatlıkla tırmanır. Bizim bildiğimiz evcil keçiden farklı olarak uzun ve
yay gibi kıvrık boynuzları vardır. Onun bu çevikliği ve özellikle kıvrık boynuzları
göçebe Asya insanı için özel bir anlam taşımıştır.
Sadece dağ keçisini değil, tüm boynuzlu hayvanları kutsal saymaları sadece
maddi güç ve yeteneklerinden dolayı değil, boynuzun kendi başına bir yükseliş
simgesi olmasından dolayıdır. Türk boylarında oğlak ve geyik, Hint kültüründe
inek, Anadolu ve Mezopotamya kültürlerinde boğa ve nihayet Akdeniz
Türkmenlerinde koç simgeleri ile karşılaşıyorsak bunların ortak bir nedeni olması
gerekir. Hepsinde hemen göze çarpan ortak özellik tüm bu yaratıkların boynuzlu
oluşlarıdır. Ortak bir kültürün eserleri çerçevesinde ele alındıklarında yücelik,
yükselme ve güçlenme timsali olarak yönetici kralların tercihli simgeleri oldukları
da bir gerçektir.
Örneğin Orhon kitabelerinde belirgin bir yazı bulunmasına rağmen Kültigin
anıtının sağ üst köşesinde bir dağ keçisi simgesi, daha doğru ifadesi ile, dağ
keçisi damgası görülmektedir. Bu yazıdan ilerde daha ayrıntılı söz edeceğim.
Resimde Alma Ata’nın yakınında olan ve kazı bilimcilerin Issık Kurganı olarak
adlandırdıkları bu kurganda bulunmuş olan altın elbiseli adam görülüyor.
5
Kurganın en üst tepesinde 60 metre çapında taş kaplı bir kapak, altında ise
sırasıyla taş, kil ve çakıl tabakaları ortaya çıkmıştır. Daha dipte ve kurganın tam
orta bölgesinde boş bir tahta oda bulunmuştur. Odanın boş olmasından bu odaya
eskiden girilmiş olduğu tahmin edilmektedir. Kazı bilimciler bu boş odanın
altında, daha derinde, ikinci bir tahta oda daha ortaya çıkardılar. Bu odadaki
çeşitli organik eşyalar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda kurganın yaklaşık
M.Ö. 5’inci yüzyıldan kalma olduğu belirlenmiştir. Odanın duvar kenarlarına içleri
yiyecek dolu vazolar, altın süslü çanaklar ve ayrıca üzerlerinde 26 adet yazı
işaretinin kazınmış olduğu iki adet gümüş kap yerleştirilmişti.
Sağ tarafta görülen altın dağ keçisi bu kişinin bir yönetici olduğunu simgeliyor.
Uzun başlığın ön tarafında iki adet dağ keçisi bulunuyor. Hem uzun başlık hem de
boynuz aynı mesajı aktarıyorlar. Tüm yöneticilerde görülen boynuzlu başlıklar
hem güç hem de yükseklik ifadesi
taşıyorlar. Asya’nın ada kültürü olan Japon
kültüründen, Avrupanın Kelt ve Viking
kültürlerine kadar aynı boynuz simgesini
bulmaktayız. Resimde bu başlıklardan
örnekler görülüyor.
Başlık üzerindeki iki veya tek boynuz bir
simge haline gelmiş ve Asya kökenli bir kültür tarafından “BU” damgası olarak
adlandırılmıştır. Bu damga B harfinin gelişiminde ilk adımı oluşturur.
Başın üzerindeki boynuz şeklindeki uzantı sadece fiziksel üstünlüğü
simgelemiyor. Aynı zamanda manevi olarak göğe doğru yükselmeyi, manevi
bağlantıyı da simgeliyor. Zira o dönemin yöneticileri aynı zamanda şaman idiler
ve manevi güçlerle iletişime girdikleri inancı vardı. Sol üst köşedeki BU damgası
en eski şekil olup kayalarda görülmüştür. Orhun kitabelerinde ise ince seslilerle
okunan B2 ve kalın seslilerle okunan B1 şekilleri görülüyor. Biri yatık bir BU olup
iki boynuz içeriyor. Diğeri ise baş üzerinde tek boynuzu betimliyor. Altta Finike ve
Kadim Yunan B harfleri görülüyor. Her iki şekil ile B1 damgası arasında belirgin
benzerlikler var. Nihayet, orta alt bölümde küçük B harfini görüyoruz. Böylece
Latin abecesindeki küçük b’nin kökeni de ortaya çıkmış oluyor.
Resmin ortasında görülen kadın mumyası Asya’nın Pazırık bölgesindeki bir
kurgandan çıkartılmıştır. Bu bölgede çok sayıda İskit veya daha farklı bir yorumla
Ön-Türk mezarları bulunmuştur. Başının üzerinde 60 cm boyunda tahta bir uzantı
bulunmuştur. Bu da o kadının hem şaman hem de yönetici olduğuna işarettir.
Sağda görülen diorit taşından Maat heykelinde aynı şekilde bir tek boynuz
6
görüntüsü bulunmaktadır. Bu uzantı bir tüy de olabilir. Nitekim Amerika yerli
liderleri başlarına tüy takarlardı. Resimde iki tane Kızılderili şef görülüyor. Zaten
Fransızca “şef” hem yönetici hem de başlık demektir. Bu da yöneticilerin başlık
taktıklarını belirten bir eski sözcüktür.
Demek ki Asya kökenli bir eski kültür Amerika Avrupa ve Mezopotamya ile
Hindistan’a hatta Pasifik adalarına kadar yayılmıştır. Bu durumu yazılı
belgelerden değil, simgelerden ve dillerdeki sözcüklerden çıkarıyoruz. Bu
sözcüklerden bazı örnekler:
Bu sözlere ilaveten Buhar, Buğu hatta Buz sözlerini de ekleyebiliriz. Buhar ve
Buğu yükselen hava ile Buz ise yükseklerde bulunan katı su ile ilgili olabilir.
İngilizce “Bud” sözcüğü ise bizim “Budak” sözü ile aynı anlama gelip ortak bir
köke dayanması pekala mümkündür.
7
B harfi ile P harfi arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır. Resimde solda
görülen b harfinin sol çizgisini aşağıya inmesiyle küçük p oluşmuştur. Ancak
görüntüden öte bazı ortak anlamları da bulunmaktadır. Her ikisi de birinci ve
önde olan, ilk olan anlamlarını içerirken, Türkçe “br” şekli daha manevi Latin ve
Yunan kökenli sözcüklerin daha maddi anlamlar içerdiklerini görüyoruz. Bu durum
boynuz simgesinin sadece maddi bir büyüklük içermediğine de işarettir. “Be” sesi
içeren sözcüklerin zamanla “Pe” sesine dönüştüğü görüşündeyim. Asya’nın
yüksek yaylalarında yaşayan eski dönem insanlarının her biri bir “buğ” (dağ
keçisi) iken, dağ keçisi simgesi zamanla sadece yönetici kağan veya kral olanları
belirtmeye başlamıştır. Örneğin Ahlat (Bitlis ilinde) Selçuk eserleri ile meşhur bir
bölgedir. Oradaki bir mezar taşına göz atalım:
Bir koç heykeli olan bu mezar taşını eğri boynuzlu bir dağ keçisi ile bir insan ve
çeşitli alet görüntüleri süslüyor. Azalan dağ keçisinin yerini zamanla koç
simgesinin aldığını görüyoruz. Keza, Hakkâri’de 1999 yılında bulunmuş olan taş
kabartmalar üzerinde de dağ keçisi figürleri var. Bu kabartmaların M.Ö. 2000
yıllarına ait oldukları görüşü hâkim. Belki bu kabartmalar da kadim bir kültürün
krallarına ait mezar taşları olabilir. Başlıklar arasındaki benzerlik çarpıcıdır.
İnsanın aklına şu soru takılıyor: “Acaba bu iki halk bir ve aynı kültüre ait
olabilirler mi?” Simgeler bu yönde işaretler veriyor. Omuz üzerindeki çadırın şekli
tipik orta Asya Türkmen ve Kazak çadırlarına benziyor. Ayrıca eğri kargı hem koç
heykelinde var hem de Hakkâri kabartmalarında. Üstelik Hakkâri ve Bitlis oldukça
birbirlerine yakın bölgeler. Tüm bu ilişkilerden Asya kökenli Türkçe konuşan bir
halkın M.Ö. en az 2000 yıl önce Anadolu’ya gelmiş olduğunu ileri sürebiliriz. Bu
da unutulmuş bir tarihin varlığını bize gösteriyor.
8
Resimde görülen kazan günümüzde halen Danimarka’nın baş şehri Kopenhag
müzesinde bulunuyor. Danimarka’da bulunmuş olan bu gümüş kazan üzerinde
ilginç kabartmalar var. Örneğin başı üzerinde geyik boynuzları bulunan yönetici
kişi. Bir elinde bir yılan diğer elinde bir halka tutuyor. Yılan gücü simgelerken
halka da dünyayı, yani çevreyi simgeliyor. Bu ilişkiyi çeşitli dillerde halka sözünün
karşılığını incelediğimizde buluyoruz.
İngilizce “torque”, “torus” veya “toroid” halka veya simit gibi yuvarlak, metalden
yapılmış nesnelere deniyor. Fransızca “tour” hem kale burcu hem de çevre veya
çepeçevre anlamına geliyor. Ayrıca “tor” sözcüğünü boğa anlamına gelen “toro”
veya “toreau” sözlerinde buluyoruz. Gezi turları veya tur atmak gibi sözlerde hep
dönüp aynı yere geri dönmek anlamı bulunuyor. Keza İngilizce “turn” sözü de
dönüş demek oluyor. İsveççe ve Danimarkacada da “tur” sözü dönüş ve çevre
anlamına geliyor. Türkçe ise “tar” sözü belirli bir alanı ifade ediyor. Tarla sözü
ekili arazi demektir. Tarkan adının kökeni Tar-Khan olup bölgenin yönetici kralı
anlamını içeriyor. Türk adının dahi Tur-Ok adından geldiği görüşündeyim. Tur
sözünün zamanla “dur” sözüne dönüşmüş olduğu ve “turmak”, yani durmak fiili,
bir bölgede durmak o bölgeyi yurt edinmek anlamını içerdiği görüşündeyim. Bu
konuya ilerde değinilecektir.
Alttaki resimde görülen kişi bir Asyalı yöneticidir. Mezarı Belh bölgesinde
bulunmuştur. Sağda mezarda bulunduğu durumun çizimi ortada ise o kişinin
kıyafeti gösterilmiştir. Boynundaki halkalar ve kıyafeti Danimarka kazanındaki
yönetici ile büyük çapta benzeşiyor. Batılılar bu bölgeye Bactria diyorlar ve bu
kültürün oldukça geniş bir alanı kapsadığını ortaya çıkarmış durumdalar. Hemen
hemen tüm orta Asya’da ortak bir kültürün varlığı yeni yeni ortaya çıkıyor. Bu
9
kültür hem Avrupa’ya hem Hindistan yarımadasına hem de Mezopotamya’ya
binlerce yıl önce yayılmıştır.
Resimde görülen kil mühürler üzerinde hem resim hem de yazı bulunmaktadır.
Pakistan’ın İndüs vadisinde bulunmuş olan bu kil tabletlerden soldakinde bağdaş
kurup oturan boynuzlu bir yönetici, sağda ise üç başlı boynuzlu boğa-gergedan
türünden hayvanlar görülüyor. Bu tabletlerdeki yazı henüz okunabilmiş değildir.
Zira yazı alfabetik değil tam bir damga yazısı ve büyük olasılıkla sözcük yazısı
(logografik yazı) olduğu saptanmıştır.

Yorumlar (0)