Kurtuluş Savaşı Sırasında - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ANKARA (1920)

Kurtuluş Savaşı Sırasında 

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
ANKARA (1920)

Madame Berthe Georges - GAULİS
GİRİŞ 

Bu küçük kitap, Türk milliyetçiliği üzerine 1919 yılının Eylül'ünden 1921 Ağustos'una kadar, iki yıl süren incelemenin özetidir. 

Anadolu'ya yaptığım iki, İstanbul'a yaptığım üç seyahat bana, Mustafa Kemal Paşa ile değerli arkadaşlarının İngiliz emperyalizmine karşı sürdürdükleri çetin mücadeleyi yakından görmek ve incelemek imkânını verdi. Daha sonra, askerî hareket sona erdiği ve devletin yeniden kurulması söz konusu olduğu zaman, daha derin bir inceleme yapılarak bu millî hareketin asker, sivil ve belli başlı şahsiyetlerinin ayrı ayrı değerlendirilmeleri gerekir. Bunlar, daha 1919'dan itibaren şefin etrafında toplandılar, onun söylediklerini cankulağıyla dinlediler, zekâ ve kabiliyetlerini hiçbir pazarlık konusu yapmaksızın onun emrine verdiler.

Türk milliyetçiliğinin en göze çarpan karakteri, amaca ulaşmak için kendini tamamıyla unuturcasına tam bir fedakârlıktır.

Zaten bütün başarılara, er veya geç, ancak böyle yapmakla ulaşılmıyor mu? ''
*** 
Bir sabah birden kendimi küçük ve sakin bir garda bulduğum zaman çok heyecanlandım, çünkü garın cephesinde bütün Asya'da tekrar edilen bir kelime yazılı idi: ''Ankara''. Gar şefinin oturduğu evde şimdi buranın tek hâkimi Mustafa Kemal Paşa oturuyor. Kendisi, iki aydır içinde yaşadığım müthiş mücadelenin başından bir an ayrılmamış; onun anlamını ve en ufak ayrıntılarını kavramak için, hayatını onunla paylaşmıştı. İlk bakışta Ankara iki kısımdan oluşmuş gibi görünüyor: Aslında bir Asya şehri olmakla beraber modernleşmiş kısım, bir de eski Ankara. 

Milliyetçiliğin Kâbe'si, taştan birkaç büyük bina topluluğunda bulunuyor. Tepelerde çadırlar kurulmuş, geniş boşlukları ise sebze ve meyve bahçeleri kaplamış. Bunlar da şehir kadar düzenli ve aydınlık. Yollarda, Asya'dan gelmiş delegelere rastladık. Bunların bazıları güzel ipekli elbiseler giymişler, Afganlıların ve bunlar gibi bazılarının kıyafetleri ise Avrupaî biçimde. Milliyetçi bakanlarla milletvekillerinin yarı sivil, yarı asker olan kıyafetlerini astragan bir kalpak tamamlıyor. Bu, Ankara hayatına en uygun gelen bir giyim tarzı. Gar binasının, Paşa'nın pek hoşlanmadığı, çok sade bir mimarisi var. Büyük yolun tam karşısında yamaçları oldukça dik ve kayalık bir tepenin üzerinde kale görünüyor. Bu, Selçuklulardan kalma. Şehrin eski merkezi bu kalenin içinde imiş ama, çıkan bir yangında dörtte üçü yanmış. Anadolu'nun belli başlı yollarının düğümlendiği bu stratejik merkezdeki yollarda bitmez tükenmez deve kervanları hareket halinde. Ayrıca askerî birlikler, yarı vahşi küçük atlarına son derece hâkim Türk süvarileri, bir sürü araba. Ankara hükûmeti ile parlâmenterleri ve heyetleri de bunlara arasında saymak gerek. Sadece Paşa otomobili ile gidip geliyor. Hepsinde subay, milletvekili, bakanlarda aynı telâşlı yürüyüş, aynı sözler, aynı ifade var. Yaşlar bile aşağı yukarı aynı, otuzla otuz beş arası ve hepsinde aynı tansiyon. Ankara'daki bu ortamı tam anlamıyla tanımlamak olanaksız. Burada büyük mücadeleye kendini adamış bir dünya, tehlikeli biçimde elektriklenmiş bir hava içinde çırpınmakta. Burada her günkü hava, hiçbir yerde olmayacak biçimde sürprizler, vaatler, olanaklarla dolu. Asya'nın gürlemesi buraya ses dalgaları halinde geliyor ve yakın geleceğinin muamması ateşten harflerle yazılıyor. Ankara âdeta, Asyalıların isteklerini çeken, birleştiren bir mıknatıs. Bütün ipleri elinde tutan Paşa büyük bir gücü temsil ediyor. Teşkilâtı, ilk kurulduğundaki çizgileri muhafaza ediyor. Bu, İslâm'a çok uygun gelen demokratik bir formüldür ve kendisinin başında bulunduğu bir 
oligarşiye dayanıyor. En azılı düşmanları bile bu konuda ona hak veriyorlar: ''Bugün ve nihaî zafere kadar ondan vazgeçemeyiz; o bizim büyük gücümüzü harekete geçirmiş ve ruhu olmuştur. Bütün bunlar karşısında, şahsî kinlerimizin hiçbir yeri olamaz.'' En katı insanların bakışını tatlılaştırmak ve uyuşmaz insanları yumuşatmak için onun adını anmak yetiyor. 
Ankara'ya özgü olan alaycı hava, bu büyük, sevimli ve mağrur şahsiyet karşısında dağılıp gitmektedir. Tabiatındaki anî değişiklikleri ve anî öfkeleri de herkesçe hoş görülmekte, adı saygı ve korku ile anılmaktadır. 
O, her şeyi kurtarmaya muktedir ve mecbur bir insan. ingiliz entrikasına karşı olan büyük kini belki de, İngilizlerin onu öldürmek için sonsuz çaba harcamalarından ileri gelmiştir. Ama, onun hiç kimseden korkusu yok. Sabır ve inadı ise çok ileri derecede. Bütün Anadolu'ya yayılmış çok mükemmel bir polis örgütü bulunmasına rağmen, gün geçmiyor ki, Ankara'da bir İngiliz ajanı keşfedilmesin. Suçüstü yakalanmış İngiliz subaylarının, Doğu illerine gidinceye kadar şehrin caddelerinde avare dolaştıklarını gördüm. 
Savaşın içinde 
Hükûmet beni misafir etmek üzere, şehrin eski bölümündeki büyük mahallede bir ev hazırlatmış. Buraya dik bir geniş yoldan çıkılıyor. 
Şehrin, Doğu illerine, yani Asya'ya açılan büyük kapısı doğrultusundaki yol gece gündüz askerî birliklerle dolu. Atların nalları kaldırımları çekiç gibi dövmekte. 
Evimin sekiz küçük penceresi bu yola bakıyor ve ben askerî hareketin içinde yaşıyorum. 
''Ne kadar da çok asker var'' diyecek oldum. "Evet, çünkü bugünlerde İngiltere bize karşı seferberlik ilân etmiş. Yakında açıkça bize saldıracak. Bilinmez, belki siz de onlara katılırsınız." Bu sözlere kızdım ve muhataplarımı savaş hummasına tutulmuş olmakla suçladım. 
Onlar bana olayları ve rakamları zikrederek cevap verdiler. Son Yunan taarruzlarının hepsi, büyük ölçüde politik oyunlarla desteklenmiş. Bunların en büyüğü Konya bölgesinde cereyan etmiş. Delibaş adındaki bir eşkıya, Konya'da şeyh Zeynelâbidin ile kardeşi ve bazı gizli dernek üyeleriyle isyan çıkartmışlar. İngiliz lirası harcanarak tertiplenen müthiş bir bozgunculuk örneği. 
Bu yöntem zaman zaman aynı temeller üzerine oturtularak ve aynı kişiler kullanılarak tekrarlanmaktadır. İngiliz politikası kısmen Ortodoks azınlığının, Rum ve Ermenilerin dinî şeflerine de dayanmaktadır. Saldırılar gittikçe daha sık ve şiddetli olmakta. Bu defa, bunların arkasında kimler olduğu ortaya çıktı ve maskeler düştü, İngilizler artık bu faaliyetlerini gizlemek gereğini duymamakta ve isyancılarla birlikte hareket etmektedir.
.................
İdarî ve askerî faaliyet. Ankara Büyük Millet Meclisi 
Yeni bir ruh vermiş olduğu Ankara'da Paşa her yerde hazır ve nazır. 
On sekiz aydır telgraflar her dakika teşkilâtın en ufak bir soluğunu, en önemsiz bir düşüncesini kendisine ulaştırmakta. O artık teşkilâtıyla birlikte bir bütündür. 
Görüşmelerimiz sırasında onun Avrupalı gibi hissettiğini, söyledikleri hakkında tam bir bilgi sahibi olduğunu, Londra, Paris, Roma ve Berlin'de çok iyi tanındığını öğrendim. 
Ne kuvvetli irade, bakışlarında ne canlı bir parıltı var; son derece uygar olan kişiliğinde ne kadar çok titizlik var. Karşısındaki ile konuşurken ona düşüncesini tamamlamak fırsatını vermekle beraber her şeyi de göstermekte. Uzun ve ince silueti, zarif yürüyüşü ile, emir vermeye alışık bir komutan olduğunu tahmin etmek pek güç. 
Hoşa gitmesini ve hoşlanmasını çok iyi biliyor. Her şeyi pek çabuk kavrıyor ve her şeyden duygulanıyor. Eserine bağlılığı yüzünden devamlı çaba harcamakta, görevini bir an olsun hatırından çıkarmadığı çok iyi anlaşılıyor. O, aynı çalışma temposu ile idarî ve askerî görevlerine hiç aralıksız devam ediyor. 
16 Mart 1920'deki İngiliz kuvvet gösterisinden sonra, İstanbul'dan kaçmayı başaran mebuslarla, Anadolu'daki vilâyetlerden seçilerek gelmiş delegeler 23 Nisan 1920'de Ankara'da toplandılar. 
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetlerinin Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal, önceden Türk halkına, yeni bir seçim yapılması gereğini telkin etmişti. Bu da yapıldı. 
Ankara Millet Meclisi, Halife'nin İngilizler elinde tutsak olduğunu düşünerek, hükümdarın bütün yetkilerini geçici olarak, kendi şahsında topladı; yasa ve yürütme gücünü de kendi üzerine aldı. Yetkilerinin bir bölümünü de, kendi kurduğu vilâyetlere aktardı. 
Her vilâyette, yasama ve yürütme gücünü temsil eden bir delege bulunacaktı. 
Bunlardan birinin, herhangi bir sebeple görevi boşalınca, Millet Meclisi bu boşluğu üyelerinden birini oraya atamakla dolduracaktı. 
1921 yılının Ocak ayında, yeni bir kanun, egemenlik hakkını kayıtsız şartsız, üç yüz elli milletvekilinden oluşan Ankara Millet Meclisi'nin temsil ettiği halka verdi. Meclis görevini tamamlayıncaya kadar çalışmalarına devam edecekti. 
Bu görev, saltanat ve hilâfetin bağımsızlığa kavuşturulması, Türkiye'nin toprak bütünlüğünün sağlanması idi. Bu hedeflere varılınca Meclis kendi kendini feshedecek, iki yıl için yeni genel seçimler yapılacaktı. Mustafa Kemal, son zafer elde edilinceye kadar iktidarda kalacaktı. 
Böylece Ankara parlâmentosu biraz İngiliz parlâmentosunu andırıyordu. Başlarında seçimle gelmiş bir başkan bulunan Fransa'daki komünlere benzer komünler teşkil edildi. Bunlar da aralarında bir vilâyet meclisi (şûra) seçecekler, bu meclis 4 memurla vilâyet mallarını idare edecek. 
Mutasarrıf (vali), alınan kararları denetleyecek. Vilâyet şube müdürleri: Millî eğitim, bayındırlık, sağlık... Vilâyet meclisinin teknik personelini oluşturacak. Bir kelimeyle, bu yönetim tam bir ademimerkeziyet sistemidir. 
.Delegelerin, komünlerin ve vilâyet meclislerinin yetkilerini ve sorumluluklarını belirleyen yasalar Ankara Millet Meclisi'nde tartışılıyor. Bununla özel komisyonlar ilgileniyordu. İdarî kaza, idarenin bir bölümü durumunda varlığını koruyacak, polis de öyle, ancak bunlarda adlî şahıslar bulunmayacak. 
İşte, idarî ve siyasî bakımdan Mustafa Kemal tarafından arzu edilen hükûmet şekli: 
Bağımsız Anadolu'yu yeni baştan kuvvetli bir idareye kavuşturmak. Askerî hareket bunun için bir vasıtadır. Mustafa Kemal Paşa çalışmalarının daha ilk günlerinde, kuracağı bina için sağlam bir temel aradı ve bunu halkı idareye iştirak ettirmekte buldu. 
Halka en uygun gelecek müesseseleri buldu: Demokratik kuruluşlar, hükûmetin çeşitli organlarına geniş ölçüde katılma, vilâyetler arasında, kendi özel âdetlerini, geleneklerini korumalarına yardımcı olacak bir bağ. 
Bu kuruluşa bütün Doğu halklarının istediği bir şey daha verdi: Gerçek bir şef, zorba olmayan öyle bir şef ki, kendini tamamen vatandaşlarına adamış olacak. Bunun için de kendinden, kişisel zevklerinden fedakârlık yapacak; büyük dava için yaşayacak, üzerine sevgi ve saygı çekecek. 
Mücadelenin ve İngiliz emperyalizminin her saat ortaya çıkardığı güçlüklerin aşındıramadığı bu şahsî cazibe, ülkenin en yüksek zekâlarını Mustafa Kemal'in etrafında toplamaya yetti. 
Onlar da şahsî çıkarlarını unuttular. Aynı davaya inanmış bu insanların feragatleri, işte Ankara'da herkesi en çok heyecanlandıran şey bu. Bu işin idaresi pek o kadar kolay değil. Onun çevresinde, hareket halinde olan bütün bir Asya, kendine bir yön araştırıyor. Söz konusu, kaçınılmaz olan yardımları sınırlandırmak, bağımsızlığı korumak. Mustafa Kemal çok kuvvetli olduğu zaman işler yolunda gidiyor, ama arada krizler ve geri çekilme zorunluğu olan günler de var. O zaman tehlikeli kişiler homurdanıyor, bilinçsiz halk birtakım isteklerde bulunuyor ki böyle durumlarda en iyiler ve en akıllılar haksız çıkıyor. Geleneklere dayalı bir teşkilât: 
Zafer kesindir !
......
Madame Gaulis, okuduğunuz zaman göreceğiniz gibi, bu kitabında 1919 Eylül'ünden 1921 Ağustos'una kadar Türkiye'de olanları, gördüklerini ve öğrendiklerini yazmaktadır. Bilhassa harp içindeki Anadolu'da dolaşırken Yunan askerlerinin Türklere yaptıkları insanlık dışı kötülükleri görmüş ve son derece merhametsiz davranışlar onun hassas kalbini çok incitmiştir. Bütün kalbiyle Türklerden yana olmasını bu insan tarafıyla izah etmek her hâlde daha doğru olacaktır. Kurtuluş Savaşı sırasında vatanlarını kurtarmak için Türklerin sabırla ve imanla birbirlerine sarıldıklarını, düşmana karşı tek vücut haline geldiklerini görmesi Madame Gaulis'i duygulandıran başlıca manzaralardan biridir. 
O zamana kadar Türklerde pek yer etmemiş olan anavatan sevgisi, nasıl birdenbire doğuvermiş, millet fikri ve milliyetçilik duygusu nasıl olmuştu da, bütün Türkleri tepeden tırnağa kadar sarmıştı? 
Madame Gaulis en çok buna şaşıyor, savaş içindeki Anadolu'ya en çok, bu duygularla harikalar yaratan insanları, şuurlu bir şekilde onları sevk ve idare eden liderlerini yakından görmek için girmek istiyordu. Her şeyi gördükten sonra yazdığı, Anadolu savaşını anlatan kitaba ''Türk Milliyetçiliği'' (6) adını vermiş olması kazanılan zaferin Türk milliyetçiliğinin zaferi olduğuna inanması yüzündendi. 
Türklerin Anadolu'da yarattıkları birliğe o kadar hayran olmuştur ki zafer kazanılmadan çok önce Türkiye'den ayrıldığı hâlde kitabını bitirirken şöyle diyordu: 
''Türk Millî Harekâtı düşmanı mutlaka yenecektir. Çünkü o harekât yüksek bir ideale dayanıyor; çünkü bu harekâtı yönetenler kendi şahsî çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman vardır...''

Yorumlar (0)