Hüsnü Aşk adlı mesnevinin miraç bölümümün tahlili

Hüsnü Aşk adlı mesnevinin miraç bölümümün tahlili

Hüsnü Aşk adlı mesnevinin miraç bölümümün tahlili

Miraç

Bir şeb ki sarây-ı Ümmehânî

Olmuşdu o mâhın âsumânı

Ammâ ki ne şeb emîn-i rahmet

Şeyhu’l-harem-i harîm-i hazret

Mânend-i Bilâl-i sâhib-irfân

Nûr-ı siyeh içre nûr-ı îmân

Gûyâ o şeb-i şeref-meâsir

Veysü’l-Karan idi nûr-ı zâhir

Yüz sürmeği geldi hâk-i pâye

Da‘vetli bulundular ‘alâya

Ol leyle içün sipihr-i gerdân

Etdi nice bin sabâhı kurbân

Çün âb-ı hayât o şâm-ı enver

Rengi siyeh idi mevci ahdar

Ebr-âver olup bahâr-ı nâsût

Cûş eyledi sebze-zâr-ı lâhût

Ser-çeşme-i Hızr olup hüveydâ

Ervâh-ı bekâya oldu irvâ

Zulümât çekip sürâdık-ı gayb

Sır söyledi mâha mihr lâ-rayb

Tâ mihr ede mâha ‘arz-ı dîdâr

Zulümât-ı hafâya girdi envâr

Cûş eyledi sanki Nîl-i hayret

İhyâ ola tâ ki Mısr-ı vuslat

Bast eyledi nokta-i süveydâ

Sır oldu içinde şâm-ı ısrâ

Envâr ile kâ’inât doldu

İşte bu gece sabâh oldu

Şevk eyledi mihri pâre pâre

Şenlendi meşâ‘il-i sitâre

Bir hırmen-i nûr olup nüh eflâk

Hurşîdi kapatdı pertev-i hâk

Bir feyz erişdi bu zemîne

Kim oldu sarây-ı âb-gîne

Ger etmese mihr ü meh takaddüm

Şebnem yerine yağardı encüm

Envâr bürüdü kâ’inâtı

Rûşen görür oldular hayâtı

Berk urdu o şeb-çerâg-ı nâyâb

Mahvoldu hep âfitâb ü meh-tâb

Bir harman idi nücûm-ı pür-tâb

Hurşîd ü meh anda kirm-i şeb-tâb

Yine-i nûr olup şeb-i târ

Yâr eyledi yâra arz-ı dîdâr

Gönderdi Hüdâ edip meşiyyet

Cibrîl-i emîni peyk-i da‘vet

Her geh ki inerdi âsumândan

San ‘arşa çıkardı hâkdândan

Tebşîr kılıp Sürûş-ı a‘zam

Dedi ki eyâ Resûl-i ekrem

Adın kodular Burak-ı yektâ

Geldi ayağına ‘arş-ı a‘lâ

Eyle güzer ‘arş u âsumâni

Mahzûn buyurma lâ-mekânı

Ol maksad-ı “kün fe-kân”-îcâd

Ferman-ı Hüdâya oldu münkâd

Herşey olur aslına şitâbân

Çıktı yine âsumâna Kur’ân

Çün basdı rikâba pây-ı himmet

Zîn hânesi idi beyt-i vahdet

Ne kaldı zemîn ü zamâne

Mahvoldu bu turfa âşiyâne

Cûş eyledi çün muhît-i vahdet

Ma‘nâya mübeddel oldu sûret

Hem sûrete girdi sırr-ı vahdet

Ma‘nâ-yı kadîm buldu sûret

Nâgeh görünüp harîm-i aksâ

Abdiyyetin oldu sırrı peyda

Ol sâcid olup Hak oldu mescûd

Dendi bu makâma Gayb-ı Meşhûd

Ervâh-ı rusül cemâ‘at oldu

Allah bilir ne hâlet oldu

Ey hâme o rütbe olma çâlâk

Esrâr-ı nübüvvet olmaz idrâk

Deryâ sözü şebneme ne lâyık

Tanrı işi âdeme ne lâyık

Gel âdet-i şâirâne git sen

Sûfiyye sözün ferâgat et sen

Çün basdı sipihr-i evvele pâ

Oldu iki pâre bedr-i ra‘nâ

Tâ halka ‘ayân ola mücerred

Kim devr-i kamer mi devr-i Ahmed

Mi‘râcda çün zamân yokdur

Evvel demeğe tüvân yokdur

Mâh olması mu‘ciziyle münşak

İspât idi şerh-i sadrı el-hak

Ol bî-dile iltiyâm kıldı

Gönlünü alıp hırâm kıldı

Çâvuşluk etdiler sürûşân

“Allahü me‘ak”le dem-hurûşân

Azmeyledi vahy-i vârid üzre

Vardı felek-i ‘Utârid üzre

Çün geldi o şâir-i felek-câh

Ol şâhdan oldu ma‘zeret-hâh

Afveyledi nâme-i siyâhın

Hassâne bağışladı günâhın

Meb‘ûsuna rehber oldu bâ‘is

Açıldı der-i sipihr-i sâlis

Zehrâsın edip şefî‘-i Zühre

Afvından o şâhın aldı behre

Çârüm feleği kılınca seyrân

Fahr etdi dü-bare çâr-erkân

Feyz aldı Melîhden Mesîha

Tekrârdan oldu sanki ihyâ

Berk urdu o şeb-çerâg-ı câvid

Şermiyle zemîne girdi hûrşîd

Çün târem-i hâmis oldu menzil

Mirrîhe erişdi hadşe-i dil

Kan ağlayıp etdi özre âheng

Dâmân-ı sipihri kıldı gül-reng

Afvetti o şâh-ı âsumân-rahş

Azrâ’ile kıldı cürmünü bahş

Çün şeş cihet oldu kâm-râhş

Çarh-ı şeşüme erişdi râhş

Tâ ede o şâh-ı heft-iklîm

Kâdî-i sipihre şer‘i ta‘lîm

Teblîğ kılıp Cenâb-ı Hakdan

Nehyeyledi hükm-i mâ-sebakdan

Men‘ oldu kehânet ile tencîm

Zâhirle müzâhir oldu tanzîm

Çün erdi sipihr-i heftümîne

Bahşetdi sa‘âdet ‘âlemine

Keyvân şefî‘ edip Bilâli

Böyle deyip etdi rûy-mâlı

Besdir bana bu şeb özr-hânî

Bâlâ-ter-i reng kıl siyâhı

Çün Hazret-i Pâdişâh-ı Levlâk

Tekmîl ile kıldı seyr-i eflâk

Ammâ dahi bahşiş-i ilâhî

Mi‘râcını bulmadı kemâhî

Kürsîye basınca pây-i reftâr

Şevkeyledi sâbitâtı seyyâr

Teşrîfi için buyurdu zîrâ

Olmu felekü’l-burûc bercâ

Basmakla kadem vücûd-ı pâki

Eflâke çıkardı Sevr-i hâki

Lütfedip o pâdişâh-ı yektâ

Koz bekçibaşısı oldu Cevzâ

Diryûze elin açınca Mîzân

Dirhem yerine dürr etdi rîzân

Hût eyledi zîr-i hâke âheng

Girdâb-ı hafâya girdi Harçeng

Kıldı Esed ibn-i ‘ammini yâd

Tahlîsine andan oldu imdâd

Zîrâ Hamel eyleyip şikâyet

Etmişdi celâdetin hikâyet

Delv ağlayıp oldu hâli derhem

Bir reşha deyip beçâh-ı Zemzem

Bir feyz ile şâd olup öğündü

Dûlâb-ı Muhammedîye döndü

Pervîn Cedy olunca tezyîn

Sıbteynine tuhfe kıldı ta‘yîn

Şeh-perr-i Sürûş ol şeb-i râz

Hep Sünbüleden ederdi pervâz

Çün sâ‘at-i çarha lâzım Akreb

Vaktâ o da kıldı ‘arz-ı matlab

Buldu şeref-i kabûle imkân

Fevtolmadı bir dakîka ihsân

Kavsine bakınca Zâl-i dehrin

Pek za‘afını gördü hâl-i dehrin

Ol şehsüvâr-ı “kâb-ı kavseyn”

Kıldı seferin verâ-yı kevneyn

Cibrîl-i Emîne oldu hem-pâ

Tâ ‘arş-ı Hüdâyı kıldı me’vâ

Levh-i kalem hezâr-esrâr

Hem oldu kerrûbiyân bedîdâr

Şevkından o rütbe oldu medhuş

‘Arş eyledi sâhibin ferâmûş

‘Arşı bırakıp misâl-i sâye

Zü’l-‘arş dedi o ‘arş-pâye

Ol seyrde mâverâ göründü

Tâ Sidre-i Müntehâ göründü

Açıldı der-i harîm-i vahdet

Kurbet geri kaldı geldi vuslat

Cibrîlde ‘acz olup hüveydâ

Elfâzı bırakdı anda ma‘nâ

Evvel ne idi ne oldu bilmem

Lebrîz idi ol ne doldu bilmem

Ey rahmeti râyegân Rahmân

Lütfunla bu bendeñ eyle şâdân

Hâhiş-ger-i devlet-i müebbed

Ya‘nî ki fakîr Gâlib Es‘ad

Mücrimdir eğerçi ümmetindir

Ümmîdi senin şefâ‘atindir

Olmazsa şefâ‘atinden ihsân

Çok zâhidin ola hâli hırmân

Çü ehl-i kebâ’irim siyeh-kâr

Her maksadıma beşâretim var

Miraç Adlı Şiirin Tahlili

Divan şiirinin son büyük temsilcisi Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsinde yer alan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mübarek Mirâcı ve (Bu Mirâç gecesinde) Meydana Gelen Apaçık Mucizelerinin Hikâyesi adlı bölümde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in Cenâb-ı Hak tarafından göğe alınıp oradaki âlemleri gezdirildiği ve gördüğü mucizeleri doyumsuz bir üslûp ile anlatmaktadır.

Şeyh Galip, Divan edebiyatının en büyük şairlerinden biri sayılmaktadır. O, şiirinin mükemmelliği sayesinde haklı olarak bu mevkiye yerleşmiştir. Gerçekten de Şeyh Galip’in şiirlerinde ayrı bir estetik, kullandığı kavramlarda orijinallik, mükemmel bir seziş ve hayal gücü, kelimeleri ve mazmunları yerli yerinde kullanış vardır. İran ve Hindistan’da ortaya çıkan ve “söylenecek mazmunu en ince ve hayalî bir şekilde ifade etme, bazen de muammayı andıran güç mazmunlar söyleme” esasına dayanan Sebk-i Hindî tarzı, Türk edebiyatında Sâib’ten sonra ortaya çıkmıştır. Galip ise Divan edebiyatında bu tarzın en büyük temsilcisi kabul edilmektedir. O, Türk şiirine bir yenilik getirmek istemiş ve bu sebeple şiirde mânânın önemi üzerinde sıklıkla durmuştur. Kendinden önce gelen şâirlerin şiirlerinden bahsederken zemîn-i köhne ve kudemâ tavrı ifadelerini kullanmış ve buna karşılık manzumelerinde sıklıkla kullandığı nev-zemîn, maânî-i nâ-güfte tabirleriyle yapacağı yenilikleri haber vermiştir.

Şeyh Galip’e göre şiir; ne önce bulunmuş manzumeler, ne ıstılâhî tabirler, ne Arapça ibare, ne ağdalı edâ, ne belâgat kâidelerine uygunluk, ne çehre güzelliğinden bahsetme, ne de herkes tarafından beğenilen sözdür. O, yeni söz imkânı kalmadığı için şiiri belli kalıplar ve mazmunlar içinde yazanlara karşı daima itiraz eder. “Allah insana neredeyse tükenmeyecek söz havuzu nasip etmiştir. Bu havuzdan herkes istifade edebilir.” der.

Fuzûlî’deki iç ürpermesinin, Bâkî’deki şekil insicâmının, Nef‘î’deki dil salâbetinin, Nedim’deki şehirli zerâfetinin ve Mevlevî olduğu için de Mevlânâ asâletinin hepsi Galip’te mevcuttur. O, edebiyatımızda nezih ve vakûr bir içliliğin, asil bir ruhun, olgun bir tefekkürün ve son derece titiz bir sanatkârlığın en güçlü örneklerinden biridir. Onun şiirinin bariz özelliklerinden birisi, renkli ve içli bir mistisizmin mısralara verdiği zenginlik manzarasıdır.

Galip’in üslûbunda özgünlük söz konusudur. O, yukarıda saydığımız ve dile getiremediğimiz birçok kişiden etkilenmiş ve bunun sonucunda kendi orijinal üslûbunu bulmuştur. Gönülden bağlı olduğu Mevlânâ’nın, üzerinde bıraktığı tesir büyüktür. O, Mevlânâ gibi içli sezişlere, hayal gücüne yönelir. Mecaz ve teşbihlerle anlatmak istediği konuyu baştan aşağı gözden geçirir. Kendine has ve kimsede olmayan bir üslûp yakalamıştır. Bu üslûpte hayal gücünün büyük önemi vardır. Galip kendi hayâl gücünü şiirlerinde mükemmel bir şekilde kullanır. Bazen eski zamanda kullanılan yıpranmış hayâlleri ele alarak bunlara yeni bir ruh verip, onları yaşayan bir unsur olarak okuyuculara takdim eder.

Çalışmamızın başında beyitler hâlinde verdiğimiz Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Miraç hadisesi, Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsinde yer alan bir bölümdür. Hüsn ü Aşk Türk mesnevîsinin en zirvelerinde yer alır. Bu eserde biz, onun tasavvuf görüşünün alegorik bir hikâye içinde dile getirildiğini görürüz. Şeyh Galip; tasavvufu, ilâhî aşka götüren bir yol olarak kabul eder. Mecâzî aşk, tasavvufta güzelden güzelliğe, fertten cemiyete, mazhardan zâhire, kuldan Hakk’a ve kesretten vahdete doğru bir yol takip eder. Hüsn ü Aşk zengin bir duygu ve düşünüşle söylenmiş hikâye dilinden çok şiir diliyle terennüm edilmiş orijinal bir mesnevîdir. Eserin kahramanları ne Leylâ ile Şîrîn gibi aşk tarihinde birer vücûda bürünmüş ve tanınmış güzeller, ne de Mecnûn ile Ferhâd gibi bu güzellere vurulmuş tarihî-menkıbevî aşk kahramanlarıdır. Bu mesnevînin kahramanları “hüsn” yani güzellik ve bu güzelliğe ezelden bağlanışların ifadesi olan “aşk”ın kendileridir. Galip bu eseriyle tarikatte mutlak güzellik olan ebedî ma‘şûka (Cenâb-ı Hakk’a) ulaşmanın ancak çok çetin eziyetlere göğüs germekle olabileceğini, seyr ü sülûkün bir mürşidin yol göstermesiyle tamamlanacağını belirtmiş, yani Hüsn’ün Aşk’tan başka bir şey olmadığını ortaya koymuştur.

Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsini yazarken, her ne kadar Mevlânâ’nın feyz havuzundan faydalandığını,

Feyz erdi cenâb-ı Mevlevî’den

Aldım nice ders Mesnevî’den

beyitleriyle açıklamakta; eserindeki sırları ve hayalî tabirleri ise Mevlânâ’nın muhteşem eseri Mesnevî’den aldığını,

Esrârını Mesnevî’den aldım

Çaldım velî mîrî malı çaldım

beyitleri ile söylemekteyse de onun kendine has ve belki de hiç kimsede bulunmayan bir hayâl dünyasının olduğu bir gerçektir. O, bu eserinde ne bir İranlı, ne bir Hintli, ne de herhangi bir Türk şairini kendisine rehber almış ve onun izinden gitmiştir. Eserine konu ve his bakımından olduğu gibi hayâl ve dil bakımından da nizâm ve kanunları kendisi koymuş, kendi kabiliyet ve zekâsından başka bir rehber ve üstâd kabul etmemiştir. Böylece eser, orijinal yönü sebebiyle Türk edebiyatında meydana getirilen Türkçe mesnevîlerin en güzeli olma vasfını kazanmıştır.

Hüsn ü Aşk’ın içinde geçen Miraç hâdisesine gelince; bu hâdise, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’in Cenâb-ı Hak tarafından Ümm-i Hânî’nin evindeyken, oradan alınıp kendi katına çıkarılması ve burada geçen harikulâde olaylarla dolu bir hadisedir. Göz açıp kapayıncaya kadar meydana gelen Miraç hâdisesi, geceleyin vukû bulmuştur. Bu sebeple gece; siyahlığı, hüznü, üzüntüyü, korkuyu temsil etmekteyse de birçok yönden aydınlığa açılan bir penceredir. Öyle geceler vardır ki, insan yaratıcısıyla baş başa kalır. El etek çekildiği zaman daha sağlıklı bir şekilde düşünür. Cenâb-ı Hakk’a el açıp tövbe eder.

Ol leyle içün sipihr-i gerdân

Etdi nice bin sabâhı kurbân

beyitleriyle Galip, uğrunda gökyüzünün binlerce sabahı kurban ettiği bir geceden, yani Miraç gecesinden bahsetmektedir. Bu gece bütün yeryüzü aydınlandı. Gecenin zifiri karanlığından yeryüzüne aydınlık menfezler açıldı. Bu menfezler nurla doldu. Kâinat nurdan ışıklarla rengârenk oldu.

Bir feyz erişdi bu zemîne

Kim oldu sarây-şâb-gîne

Envâr bürüdü kâ’inâtı

Rûşen görür oldular hayâtı

Hayat, karanlık geceden bambaşka görünmeye başladı. Âdetâ hayat yeniden başladı. Her tarafta nurdan helezonlar görüldü ve yeryüzü bereket ve bolluklarla doldu.

Mânend-i Bilâl-i sâhib-irfân

Nûr-ı siyeh içre nûr-ı îmân

Bast eyledi nokta-i süveydâ

Sır oldu içinde şâm-ı İsrâ

Bilâl-i Habeşî siyah tenli, yani zenciydi. Fakat o, Hz. Muhammed (s.a.v)’in en çok mazharına sahip sahabelerdendi. Onun imanı bir nur idi. İman nuru, nasıl Bilâl-i Habeşî’nin kalbinde, yani siyah nurunda gizliyse ve orada bulunuyorsa, kalbin içindeki siyah nokta, İsrâ yani Peygamberimiz’in gece yürüyüşünde sır oldu. Onu tam olarak kimse bilemedi. Nûr-ı siyeh veya nokta-i süveydâ tabirleri, “kalbin içinde bulunan ve eski insanlarca anlayış ve duygunun merkezi sayılan siyah ben”e denilmiştir. Yani, kalbin içinde bulunan süveydâ noktası, ilâhî aşkın tecellî ettiği yerdir. Bunu herkes idrâk edemez. Nokta-i süveydâ tabiri Sebk-i Hindî tarzında kullanılan unsurlardandır. Şeyh Galip, edebiyatımızda yukarıda da söylediğimiz gibi Sebk-i Hindî’in en büyük temsilcilerinden biri olduğu için bu tabiri yukarıdaki gibi şiirinde kullanmıştır.

Mevlânâ, “Allah göklerin ve yerin nûrudur.” ayetini verdikten sonra: “Senin aklın renkler içinde kaybolduğundan dolayı nûru göremedin. Gece olunca renkler örtüldü. O zaman rengi görebilmek için nûru idrak edebilmek gerektiğini anladın. Hâricî nûr olmadıkça rengin görülmesi mümkün değildir.” (Mesnevî I. cilt) diyerek herkesin bu nuru anlayamayacağını söylüyor.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ise Marifetnâme adlı eserinde: “Süveydâ, kalbin ortasında bulunan siyah noktadır. Bu siyah nokta iç güneşinin doğuş yeridir. Bu mücerred nokta, ilk akıl ve mükemmel ruh olan en büyük noktanın karşısında kâmil insanın aynasıdır ve ilâhî güneş ışığının mü’minin kalbine doğmasıdır. İlâhî sırlar bu noktaya dolunca gönül sohbetlerine girilir ve Cenâb-ı Hakk’ın meclisine varılır. Böylece insan huzura ve saadete kavuşur.” diyerek süveydâ noktasının ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.

Çün âb-ı hayât o şâm-ı enver

Rengi siyeh idi mevci ahdar

Ser-çeşmei Hızr olup hüveydâ

Ervâh-ı bekâya oldu irvâ

Envâr ile kâ’inât doldu

İşte bu gece sabâh oldu

Zulümât çekip sürâdık-ı gayb

Sır söyledi mâha mihr lâ-reyb

Ger etmese mihr ü meh takaddüm

Şebnem yerine yağardı encüm

yine-i nûr oldu şeb-i târ

Yâr eyledi yâra arz-ı dîdâr

Bu beyitlerde iç âlemin renklerinin öneminden bahsedilmektedir. Miraç gecesinde yeryüzüne inen nurlar, Hızır’ın ölümsüzlük suyu gibi ebedî ruhlara hayat vermektedir. Bu gece gayb perdeleri aralanmış, Bütün kâinâtta nurdan ışıklar aksetmeye başlamıştır. Zifiri karanlık gecelerin nur aynası olmuş ve Hz. Muhammed (s.a.v), vuslata erip Cenâb-ı Hakk’ın dîdarını görmüştür.

Mevlânâ dış renklerin ancak güneş vasıtasıyla görüldüğünü belirttikten sonra, iç renklerin de yücelik ışığının yansımasıyla görüldüğünü söyler (Mesnevî, I. cilt). Yani o, eşyanın asıl mâhiyetinin dış gözlerle görülemeyeceğini, görme gücünün basîret, yani anlayışla birleşmesi gerektiğini beyan eder.

Hz. İbrahim de basiretiyle kavradığı, kabul ettiği Yüce Yaratanını, maddî gözüyle de görmek ister ve bunun için bir arayışa girer ve aya, güneşe, yıldızlara bakar. Fakat bunların sönüp kaybolduğunu görünce gerçek yaratanın bunlar olmadığını anlar ve Cenâb-ı Hakk’ı basiret gözüyle iyice idrâk edip ona gönülden iman eder.

Siyah, göz kamaştırıcı bir renktir. Gündüz çıkan ışığı örterek mahremiyet, samimiyet ve saflığı temsil eder. İnsanın dış dünya ile olan ilişkisini kesip iç dünyaya açılmasına imkân verir. Onu maneviyat dünyasına, gayba ve hayâle götürür.

Hem sûrete girdi sırr-ı vahdet

Ma‘nâ-yı kadîm buldu sûret

Nâgeh görünüp harîm-i aksâ

Abdiyyetin oldu sırrı peydâ

Ervâh-ı rusül cemâ’at oldu

Allah bilir ne hâlet oldu.

Açıldı der-i harîm-i vahdet

Kurbet geri kaldı geldi vuslat

Cibrîlde acz olup hüveydâ

Elfâzı bırakdı anda ma‘nâ

Miraç gecesi, hiç kimsenin idrakine sığmayan hâdiseler meydana gelmiştir Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bütün peygamberlere namaz kıldırmış ve daha sonra Cebrail (a.s.)’in bile ulaşamayacağı bir yere, yani Cenâb-ı Hakk’ın katına girmiştir. Kimsenin giremeyeceği vahdet kapısı Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e açılmış, Cenâb-ı Hak ile Hz. Muhammed (s.a.v.) arasındaki yakınlık, tam bir vuslata dönmüş ve böylece kulluk sırrı açığa çıkmıştır.

Şeyh Galip, parçanın sonunda:

Çün ehl-i kebâirim siyeh-kâr

Her maksadıma beşâretim var.

diyerek günahkâr olduğunu, ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şefaatiyle bu günahlardan kurtulacağına dair müjdeler aldığını belirtiyor. Burada dikkati çekici olan şey, “günah” kelimesiyle “siyah” rengin eş anlamlı olduğu ve siyah renkle temsil edilen günahlardan geceleri yapılan ibadet ve tevbe ile rahatlıkla kurtulunabileceğidir.

Şeyh Galip, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Miraç hadisesini anlattığı 93 beyitlik parçada geceyi ve dolayısıyla siyah rengi güzel bir şekilde sembolik olarak anlatmaktadır. Geceler zannedildiği gibi hep kötü değildir. Geceler; vuslata erme zamanıdır, göklerin kapılarının açıldığı vakittir. Mevlânâ da geceler hakkında: “Eğer geceler olmasaydı; insanlar, hırs içinde yanıp yakılırlardı. O vakit herkes aşırı kazanç sevdâsına düşer, çok kâr elde etmek için bedenlerini çok fazla yorardı. Bu sebeple gece, rahmet hazinesi gibidir. Halkı bir an bile olsa hırstan, didinmeden, kıskançlıktan kurtarır.” diyerek gecelerin, bir çok güzelliği içinde barındırdığını söylemektedir.

Şeyh Galip’in bu kadar hayâl gücüne sahip olması ve hâdiseleri ince bir şekilde düşünmesinde herhâlde gecelerin büyük rolü vardır. Muhtemelen Galip, Mevlâna gibi birçok vakit sabahlara kadar uyumayıp, tefekkür etmiş ve Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunmuştur.

KAYNAKLAR

-Abdulkadir Gölpınarlı,

Şeyh Galib Hüsn ü Aşk, Altın Kitaplar, İstanbul 1968.

-Kudret Altun,

Hüsn ü Aşk’ta Gece

Nûr-ı Siyâhtan Aydınlığa,

İlmî Araştırmalar,

cilt: 10,İstanbul 2000, s.9-18.

-Muhammet Nur Doğan,

Şeyh Galib Hüsn ü Aşk

(Metin, Nesre Çeviri, Notlar ve Açıklamalar), Ötüken Yay. İstanbul 2002.

-Orhan Okay,

Hüseyin Ayan,

Şeyh Galip, DergâhYay.

İkinci Baskı, İstanbul 1992.

-Türk Ansiklopedisi,

cilt: 30, Ankara 1981.

-Vasfi Mahir Kocatürk,

Yorumlar (1)
Rahmetullah Gider 3 yıl önce
Hırsız sitenin asalakları utanın.