Çinlilerle Japonlar Uygarlaşmak İçin Alfabe Değiştirdiler mi?

Çinlilerle Japonlar Uygarlaşmak İçin Alfabe Değiştirdiler mi?

Güneyhan Rüzgar

Yazı ve Dil Devrimi karşıtları, eğer bir olgunun gerçekliğini çürütemiyorlarsa, söz ettikleri olguyu usa düşe sığmaz çarpıtmalarla sulandırıp önemsizleştirerek geçersizleştirmeye çalışırlar.

Az sonra sözünü edeceğim önerme de tümden Dil Devrimi karşıtlarına özgü bir saçmalık, ilerizekâ ürünü bir sayıklamadır.

Çinliler ve Japonlar yazılarını değiştirerek mi uygarlaştılar, biz neden değiştirdik ki!

İşte bu önerme “Ben öylesine ilerizekâlıyım ki, zekâm beynimin gerisinde kalıyor” demekle eşdeğerdir.

Olağan koşullarda böylesi saçmalıklara gülüp geçmeliyiz; ancak gülüp geçemiyoruz. Çünkü bilgisizlik kokan şu saçmalıklara inanan birçok aymaz yaşıyor aramızda.

Çin ile başlayalım. Çin Yazısının evrimini incelediğimizde M. Ö. 2. binden başlayarak 1950’lere dek uzanan şu süreç çıkar:

Şang Dönemi - Bakı (Fal) Kemiği Yazısı

Çu Dönemi Yazısı

Damga (Mühür) Yazısı (Geç Çu – Çin Hanedanı Dönemi)

Büro-Tapınak Yazısı (Han Çağı)

Ölçünlü-Düzenli Yazı (Wei-Jin Hanedanları Dönemi)

Yalınlaştırılmış Çince (I. dönem 1956; II. dönem 1964)

Üstelik her bir döneminde Çin yazısı büyük değişimler yaşamıştır.

Çin’de tarih boyunca okuma yazma seçkinlerin tekelinde kalmıştır. Geniş elgün (halk) tabanına inememiştir. Çünkü yalınlaştırma öncesi kullanılan Klasik Çin Yazı Karakterleri yalnızca eğitimli kimselerin okuyup yazabileceği oldukça karmaşık bir yapıya iyeydi.

Bu düzende sağlıklı bir eğitim verilemiyor, bilgisizlik ve bilmezbilirlik (cehalet) yenilemiyordu.

Üstelik Çin yazı karakterlerini öğrenmek, bütün bu yalınlaştırma çaba ve eylemlerine karşın bugün bile yaşam boyu sürer. Gerçek anlamda yüksek eğitimli bir kimse olmak için en az 7-8 bin dolayında karakter bilmek gerekir.

Çincenin dil yapısını bilmeyenler için şu bilgiyi vermekte yarar vardır: Çince bir “Hece Dili”dir.

Dolayısıyla her bir Çince karakter gerçekte bir sözcüktür. Karakterler tek bir sese karşılık gelmezler. Sözcükler Türkçede olduğu gibi ekler üzerinden işletime sokularak birbirlerine bağlanmazlar. Sözcükler yan yana gelerek yeni sözcükler türetir, tümce ve anlam bağı kurarlar.

Çincede zaman eki ve çekimi yoktur. Zaman ilgeç ve belirteçler yoluyla verilir. Örneğin “Ben gideceğim” tümcesi Çince verilmek istense “Ben git yarın” biçiminde verilir.

Çince yapı olarak yeryüzünün geri kalanından ayrılır. Oldukça kendine özgüdür. Bu yüzden yazısı da kendi köklerinden beslenerek kendine özgü bir süreçte evrimleşerek biçimlenmiştir.

Çinliler yazı düzenlerini değiştirmemişlerdir belki, ancak çok köklü bir dönüşümden geçirmişlerdir. Herhangi bir Çinli, çok iyi bir eğitim almadan Klasik Çinceyi düzgün okuyamaz, yazamaz, anlayamaz.

Üstelik herhangi bir Çinli kendi dilinin en eski kaynakları üzerine uzmanlaşmak için de yetişkinliğine dek öğrendiği 7-8 bin karakterin üzerine, hiç değilse kabaca 35-40 bin yeni karakter daha eklemek durumunda kalacaktır.

8 ünlü, 21 ünsüzden oluşan bir yazı düzeniyle güçlükle okuma yazma öğrenen ilerizekâlı bireylerimiz, 29 harfle gerçekleştiremediklerini Çinliler gibi 7-8 bin karakter öğrenerek başarabileceklerini düşünüyorlarsa, önden buyursunlar.

Çince anadili Çince olanlar için bile karmaşık bir dildir.

Ölçünlenmiş (standartlaşmış) abeceler gibi her bir karakter bir ses değerine karşılık gelmediğinden karakterlerin Eski Çince okunuşları Klasik Dönemde başka, Çağdaş Çincede başkadır.

Örneğin ünlü kağanlarımızdan Bukatur’un günümüz söyleyişiyle Bahadır’ın adı, yanlışlıkla Mei-tei olarak okunduğundan Mete olarak bilinmiş ve yerleşmiştir. Teoman ise Tuman’dan bozmadır.

Sinoloji alanında çalışan Türklük bilimcilerin en büyük sorunu Türkçe sözcükleri Çincenin içinden çekip çıkarmaktır. Bugün Çincede belgeli Türkçe sözcüklerin gerçekte neye benzediklerini ancak Orkun Türkçesinin ses yapısına güvenerek varsayabiliyoruz.

çünkü Orkun Türkçesinin ses yapısı üzerine bile bugün yanıtlanması gereken birçok soru bulunması bizi varsayımdan öteye geçirmiyor.

Örneğin, yazıtlarda Kıpçak dilcelerinde (lehçelerinde) görülen “bar+lıg>bardık”; “at+lar> attar”; “kız+lar> kızzar”; “kelin+ler> kelinner” gibi gibi ünsüz benzeşmeleri örneklerinin bulunup bulunmadığı üzerine kapsamlı bir araştırma, inceleme, irdeleme yapılmamıştır.

Türklük bilim gerçek anlamda olgunlaşmaya yeni yeni başlamıştır. 150 yıllık düzenli araştırmaların varlığına karşın araştırmacılar olarak yolun daha çok çok başındayız.

Konumuza dönersek, Çince de tıpkı diğer diller gibi başlangıcından günümüze, evrimleşip değişerek gelmiştir. Dönem dönem karakterlerin yazılışları ve seslendirilişleri de Çincenin geçirdiği değişime bağlı olarak başkalaşmıştır. Son olarak ise çok uç bir dönüşüm geçirerek yalınlaştırılmıştır.

Çincede karakter ve seslendiriliş arasında sıkı sıkıya bir bağ olduğundan yazıda yalınlaşma demek seslendirilişte de başkalaşma anlamına gelir.

Kısacası Çince belki yazısını değiştirmemiştir; ancak öylesine köklü bir değişimden geçirmiştir ki, gerçekleştirilen yalınlaştırma Türkçedeki abece değişikliğine denktir.

Bakalım Japoncada işler ne durumda?

Japonca ilk olarak Çince yazı karakterlerinden uyarlama Kanji ile belgelenmiştir. Kanjiden ise Katakana ile Hiragana yazı düzenleri türemiştir.

Japonca sözcüklerin yazımında Kanji; çekimlemelerin Hiragana, yabancı sözcüklerin yazımında ise Katakana kullanılır. Japonca bu 3 yazı sisteminin içi içe kullanılmasıyla yazılır. Çinceden bile daha karışık ve karmaşıktır.

Japonca Çinceden özge olarak eklemeli bir dildir. Bu yüzden Çinceden başka olarak yazı karakterleri arasında hece değeri taşıyan da vardır ses değeri taşıyan da.

Ayrıca tarihsel süreç içerisinde Japoncanın yazımında başlangıcından bu yana birçok düzenleme yapılmıştır. Bu yüzden bir yazıtın ya da yazmanın birden çok okunma biçimi vardır.

Çin’de olduğu gibi Japonya’da da okuma yazma yüzyıllarca seçkinlerin tekelinde kalmıştır. Geniş elgün (halk) katmanları okumaz yazmaz yaşamışlardır.

Çünkü geleneksel Japonya’da toplumsal katmanlar arasında geçirgenliğin çok düşük olduğu katı ve keskin ayrımlar vardır. Bu keskin ayrımlar yalnızca toplumsal katmanlar arasında da değil kadın-erkek arasında da vardır.

Bu toplumsal katmanlaşma dile de yansımıştır. Geleneksel Japoncada kadınların sözcükleri tonlamasıyla erkeklerin vurgulaması arasında bile özgelik olduğu gibi erkeklerin kullanımına özgülenen sözcüklerle kadınlarınkinin arasında bile başkalık vardır.

Japonların kendi öz ekinlerinden (kültürlerinden) kaynaklanan ayrımlar ve eğitimin belirli bir kesimin tekelinde kalması 1868 yılında başlayan “Meiji Yenilikleri”yle son bulmaya başlar. Çünkü 1854 yılında ABD ile imzalanan Kanagava Antlaşması’yla Japonya’nın dışa kapalılık dönemi son bulmuştur.

Dış Dünya, özellikle Avrupa ve Amerika ile iletişim kurup, onlarla bütünleşebilmek için geleneksel Japon anlayışının kırılması gerekir. Bunun için çeşitli eğitim kurumları açılır. Eğitim yavaş yavaş da olsa tabana inmeye başlar.

Okuryazarlığın yaygınlaşması için yazı sisteminde ilk düzenleme ve yalınlaştırmalar 1900 yılında başlar. 1920’lerde bir düzenleme daha gerçekleştirilir. En kapsamlı ve köklü düzenlemeler ise II. Dünya Savaşı sonrasında, 1946 yılında gerçekleştirilir.

Tıpkı Çinliler gibi Japonlar da belki yazılarını değiştirmemişlerdir belki, ancak köklü düzenlemelerle abece değiştirmiş kadar olmuşlardır.

Ayrıca Çinliler ve Japonlar, Batı emperyalizmiyle başa çıkabilmek için öyle ya da böyle Batı kültürünü özümsemek durumunda kalmışlardır. Bu olgu da yazı sisteminde köklü düzenlemelere gidilmesinin ana nedenlerindendir.

Geleneksel Çin ile çağdaş Çin; geleneksel Japonya ile çağdaş Japonya arasında anlayış bakımından uçurumlar vardır. Çin’de “Kültür Devrimi” gerçekleştirilmiş; Japonya’da ise II. Dünya Savaşı sonrasında imparatorluk döneminin tüm kurumları ya kaldırılmış ya da dönüştürülmüştür.

Dolayısıyla Dil Devrimi karşıtlarının önerme ve savlarını çürütmek gördüğünüz gibi çok kolaydır.

Japonya ve Çin de kendi geleneksel katı kalıplarını kırmak için öz gelenekleriyle çatışmıştır. Eski-Yeni çatışması Japonya ve Çin’de de yaşanmıştır.

Bu çatışmanın Osmanlılardan ayrılan yönü ise şudur: Japonlar ve Çinliler kendi ulusal kimliklerine sıkı sıkıya bağlı kalarak bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla, yeri geldiğinde düzenlemeler yaparak dillerini yazıya dökme işini çözmüşlerdir.

Oysa Arap yazısı Türkçe için ulusal bir nitelik taşımaz. Dolayısıyla değiştirilmesi Osmanlıcı ve Osmanlıcacıların öne sürdükleri gibi Türkçede yeri doldurulmaz bir ekin (kültür) ve bellek yitimine yol açmaz. Ekin sürekliliğini ortadan kaldırmaz. Türklükle ilgili her ne var ise Arap yazısıyla belgelenmemiştir ki, yazı değişince geçmişimizle bağlarımız kesilsin.

Tersine Arap yazısıyla belgeli 1000 yıllık ekin birikimimizin, hangi Türk dilcesinde olursa olsun tümü bir araya getirilip, söz dağarcığı değerlendirildiğinde görülecektir ki, genele vurulduğunda Türkçe sözcük oranı çok düşüktür.

En iyimser ve en eli açık varsayımla bile Türkçe sözcük oranı 1000 yıllık söz dağarcığımızda %20’yi aşmayacak, aşamayacaktır.


Çünkü yalnızca değil Çince ve Japonca, herhangi bir Dünya dili bile, Türkçenin Osmanlıca döneminde geçirdiği soykırımın bir benzerini geçirmiştir.

Japonlar ve Çinliler, anadilleri konusunda kıskanç ve titizdirler. Bir Çinlinin anadili Çinceyi, bir Japonun öz dili Japoncayı, Osmanlıların Türkçeyi aşağıladığı gibi aşağılamasını geçtim, küçümsediğini bile göremezsiniz.

Ekin sürekliliğinde bir kesintiden söz edilecekse bu olgu Arap yazısının kaldırılmasıyla değil daha en başta benimsenmesiyle gerçekleşmiştir.

Arap yazısının Türkçenin yazımındaki yetersizliğinden dolayı örneğin Türkçenin sesbilim açısından son bin yıllık evrimini sağlıklı bir biçimde izleyemediğimiz gibi eski sözcüklerimizin gerçekte nasıl seslendirildiğini de bilmiyoruz.

Karahanlı, Harezm, Eski Anadolu Türkçesi, Çağatayca ve Osmanlıcada örneğin küçük ve büyük ses uyumu var mıydı; bilemiyoruz. Varsayımlar üzerinden çözümleme ve saptamalar gerçekleştirmek için uğraşıyoruz.

Arap yazısı Arapça içindir. Arapça bir sözcüğün 1200 yıl önce nasıl seslendirildiğini bilebilirsiniz ancak Türkçe bir sözcüğün söylenişini bilemezsiniz.

Arap yazısının Türk ekin geçmişinde açtığı yara, gerçekleştirdiği yıkım öyle böyle değildir; çok derin ve yıkıcıdır. Burada yazdıklarım buz dağının görünen yüzü bile değildir.

Türkçenin gelişimini Türkçe Latin yazısıyla belgelenmeye başlandıktan sonra sağlıklı bir biçimde izleyebiliyoruz. Benzer durum diğer Türk dilceleri için de geçerlidir. Diğer Türk dilceleri de Kiril yazısını kullanmaya başladıktan sonra ancak düzenli bir biçimde incelenir duruma gelmiştir.

Dolayısıyla Osmanlıcı ve Osmanlıcacıların gerçekleştirdiği en ucuzundan bir duygu sömürüsüdür o kadar! Bu arkadaşların Araplaşarak edindikleri en önemli nitelik gözyaşlarına bulanmış ucuz duygu sömürü sanatıdır. Bu işte de oldukça başarılıdırlar. Bilgisiz kimseleri, dahası bilgili kimseleri bile kendi soylarına yağılaştırabilirler (düşmanlaştırabilirler).

Bu yüzden Dil Devrimi karşıtlarının öne sürdükleri her bir sav düzmecedir. Gerçek erekleri Türklüğü ve Türkçeyi savunur görünerek doğrudan doğruya Türklüğe ve Türkçeye saldırmaktır. Erişmek istedikleri kesin sonuç ise kendi ulusal kimliği Türklüğü, anadili Türkçeyi aşağılayan kuşaklar yetiştirip; özünü, belleğini, tinini yitirmiş Türksüz bir Türklük yaratmaktır.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı, Türklüğün varlığı, bütünlüğü ve geleceği için, her yerde, her zaman ve her koşulda Türk Dil Devrimi savunmaktan bir an bile tek bir geri adım atmayacağım.

Türkçe var oldukça Türküz ve Türk kalacağız. Bir Türkün başlıca ödevi her şeyden önce kimliğinin yüreği Türkçeyi gözü gibi korumaktır.

Bir Türkün anayurdu ne Altaylardır ne de Anadolu; bir Türkün öz yurdu her olgudan önce Türkçedir.

Türkçeyi arı duru öz varlığıyla korumak yalnızca Türklüğü korumak değil aynı zamanda Türk yurdunu da sonsuza dek korumak, kollamak, yüreğinde saklamaktır.

Yüreğinizin Türkçeden başka bir dil için atmaması dileğiyle…

Yorumlar (0)