Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca Söz Varlığı

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca Söz Varlığı

Güneyhan Rüzgar

Yazıma giriş yapmadan önce bir kez daha bir olgunun altını kalın kalın çizmek istiyorum. Bilimsel açıdan Osmanlıcayı incelemek ve Osmanlıcanın ne olup ne olmadığını sorgulamak bir soy inkârıymış gibi gösterilemez.

Bu çok ucuz bir duygu sömürüsüdür.

Ayrıca Osmanlıların kendilerini nasıl gördüklerini bir kaleme almaya başlarsak gerçeklerle yüz yüze kalınca en çok Osmanlı ve Osmanlıca hayranları üzülecektir.

Osmanlıdan neyi anlıyoruz?

Önce kavramlar üzerinde anlaşalım.

Osmanlı imparatorluğu bir devlet olarak Türk devletidir, Türklerin imparatorluğudur. Türk kanıyla yoğrulmuş Türk kemikleri üzerine kurulmuştur. Yıkıldığı güne kadar da var gücüyle devletini ayakta tutmak için çırpınan bir tek Türkler olmuştur.

Ancak, devlet ve hanedan ayrıdır. Devletin tapusu Türk ulusunundur, hanedanın değil. Osmanlı ailesi Türk devletinin yalnızca yöneticisidir.

Ancak, Osmanlı hanedanı özellikle 15. yüzyıl ortalarından sonra Türklerle ve Türklükle bağını yavaş yavaş koparmaya kendini Türklükten dahası İslamdan bile daha yüksek bir yere konumlandırmaya başlamıştır.

Özellikle 16. yüzyılda kendi gücünün çekimine kapılmış ve giderek içinde yaşadığı toplum da içinde olmak üzere yönettiği tüm uluslara ve ülkelere karşı duyarsız kalmıştır. Bu güç esrikliği Osmanlı hanedanının kendisini yeryüzünde tüm ulusların ve dinlerin üzerinde tek saltık güç olarak görmesine yol açmıştır. Örneğin, Kanuni ile çağdaş İspanya İmparatoru V. Carlos ya da yaygın deyimle Şarlken bile Osmanlı için protokolde ancak sadrazamla eş konumdadır.

Bu öylesine büyük bir güç ağulanmasıdır ki, Osmanlı Viyana Bozgunu’na dek bu tatlı düşten uyanmayacak, Pasarofça Antlaşmasına dek ise “kefere”nin kendisine denk olduğunu hatta ve hatta kendisinden üstün konuma geçmeye başladığını bile kabullenmeyecektir.

Osmanlı hanedanının bu esrikliği ve aymazlığı içine kapanmasına yol açtığı gibi, merak duygusunu da ortadan kaldırmıştır.

Ancak ne kadar güçlenirse güçlensin “Pax Romana” benzeri bir “Pax Ottomano” başka bir deyişle “Osmanlı Barışı” bir türlü sağlanamamıştır.

Osmanlı Altın Çağı aynı zamanda çöküşünün de başlangıcıdır. Osmanlı imparatorluğu hiçbir zaman gerçek anlamda iç ve dış güvenliğini kesin ve saltık bir biçimde sağlayamamıştır. Kanuni döneminde bile halk ayaklanmalarından medrese öğrencilerinin dağa çıkıp başkaldırmasına, ekonominin bozulup enflasyonun tırmanmasına varıncaya dek türlü türlü sorun vardır.

İronik bir biçimde bolluk, baysallık ve bayındırlık içinde yaşaması gereken “Osmanlı Altın Çağı”nda Anadolu’da halk artan vergiler ve maliyetler yüzünden Anadolu’nun varlıklı kentlerinden ve büyük köylerinden kaçıp dağ başındaki kuytuluklara sığınmıştır. Bu olaya Anadolu’nun geçmişinde “Büyük Kaçgun” denir.

Anlayacağınız size güzellemelerle sunulan Osmanlı ile gerçek Osmanlı birbirinden çok başkadır.

Kendi güçlerinin tutsağına dönüşen Osmanlıların büyüklenmesi göğe çıktığından kendi egemenliklerinden başkasını umursamaz olurlar.

Bu öylesine bir şımarıklıktır ki, örneğin Osmanlı Türkçe bir kök olan Umay sözcüğünden türettiği “Humayun” sözcüğünü hanedana ve imparatorluğa ait olguları tanımlamak için kullanır. Ordu-yı Humayun; Donanma-yı Humayun gibi gibi…

Kanuni döneminde üzerinde egemenlik kurulan toprakların sayımı bile en az bir bet tutar. Artık kullanılan ne varsa bir tek kendilerine özgü olmalıdır.

Bu aşırılaşmış büyüklük duygusu hanedanı ve hanedanın kapıkulu seçkinlerini kendilerini Türklükten ve Türkçeden ayrıştırmaya götürür. Yalnızca Türkçeden kopulmakla da kalınmaz, Arapça konusunda Araplardan, Farsça konusunda Farslardan daha ileriye gidilecektir.

Artık Osmanlı, Türk Töresi’nden kesin çizgilerle ayrılmıştır.

Hatta Osmanlı hanedanının şımarıklığı öyle bir noktaya varacaktır ki, Türklüğe yağılık (düşmanlık) güden ancak başlarda bunu açıktan dillendirmeye yüreği yetmeyen devşirmeler gün gelecek hanedanın kendi soylarına ilgisizliğinden de güç alarak Türkçeye ve Türklüğe, Türkün öz yurdunda kendi imparatorluğunda kin kusacak, Türklüğü ve Türkçeyi her fırsatta aşağılayacaklardır.

Oysa Eski Anadolu Türkçesi olarak adlandırdığımız ve kabaca 11. yüzyıldan başlayarak 15. yüzyıl ortalarına dek süren dönem boyunca Türkçe söz varlığı Doğu Türkçesinden daha kopmamıştır. Türklük bilinci sağlamdır.

15. yüzyıl ortalarında bile günümüzde Doğu Türkçesinde varlığını sürdüren ancak Anadolu Türkçesinde yalnızca yöresel ağızlarda korunmuş sözcükler yazın dilinde sıkça kullanılır durumdadır.

Arapça-Farsça söz varlığı doğal alışverişle sınırlıdır. Bu yüzden de taranmış yapıtları göz önünde bulundurduğumuzda 15. yüzyıl ortalarında bile Türkçe sözcüklerin, yazın dilindeki oranı %85’e yakındır.

Ancak 15. yüzyıl ortalarından başlayarak Osmanlı okumuş yazmışları halk diliyle yazın dilini birbirinden ayırmaya, ayrıştırmaya başlamasıyla kullanılan dil, işlenen konular bir anda değişmeye başlar.

Arapça ve Farsça mesneviler, divanlar yazmak; Arapçayı Araplardan, Farsçayı Farslardan daha iyi bilmek ve kullanmak Osmanlı ozanlarının en büyük övüncü olmaya başlar.

Savaş meydanlarında utkular kazanan Türk ordusu olsa da keramet Arapçadan bilinir.

Türkçe “kaba köylü” ya da “baldırı çıplak” dili olarak aşağılanır. Türkçenin aşağılanması ve küçümsenmesi öyle bir duruma gelir ki, halk ozanları bile kendilerini saray çevresinde benimsetebilmek için Arapça-Farsça öğeleri dillerine alırlar.

yazınında yalnızca yazın dilinde Arapça-Farsça öğeler kullanan “Kalem Şuarası” geleneği türer.

Türkçe sözcükler Aruza uymadığı gerekçesiyle yazın dilinden atılmaya başlanır. Sonrasında bu gerekçenin arkasına bile sığınmazlar. Divan ozanları sırası geldiğinde Türklüğü ve Türkçeyi aşağılayan şiirler bile yazarlar.

Bu dönem Türkçenin ve Türklüğün kendi imparatorluğundaki sürgün dönemidir.

Burada bir ayrımı daha yapmak yerindedir. Sarayda Türk soyluların bulunması bu kimselerin kendilerini Türk olarak gördüğünün göstergesi değildir. Türklük bilinci Osmanlıda ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde bir zahmet uyanmıştır.

15. yüzyıl ortasından sonra artık Osmanlı ozanları “ay yüzlü güzeller” den değil “zibâ-yı meh-rû ve melek-sima” lardan “dil-sitan-ı kamer-çehre”lerden söz etmeye başlayacaktır.

Ayımız kamer, mah, meh, simin; güneşimiz hurşit, şems, mehr, zerrin olacaktır.

Yüreklerimiz değil ciğerimiz, dîlimiz (Farsça gönül anlamındaki dil) yanacak; kalbimiz kırılacaktır artık.

Kimse elini uzatamayacaktır. “Dest”ini ya da “yed”ini uzatacaktır.

Evlenmek istemeyecektir, “Dest-i izdivaca talip olacaktır”.

Bengü sular yaşam vermeyecek “ez çeşm-i serzemin ab-ı hayat” fışkıracaktır.

Akdenizimiz “Bahr-ı Sefid”; Karadenizimiz “Bahr-ı Siyah” olacaktır.

Ben olsam bununla da kalmaz “Derya-yı bahr-ı sefid-i beyza-yı büzürk ü ekber’ül-azim ve’l mükremin” der sonra da “Sadak Allahu’ul-Azim” diyerek duayı bitirirdim. Çünkü bunca laf salatasına sofra duasından başka bir şey demek olanaklı değil.

Gün –Ay’ımız, mihr ü mah, şems ü kamer olacaktır.

Artık gün(ler) yerine yevm, rûz, eyyâm, rûzha diyecektik.

Gecemiz şeb, leyl; gündüzümüz subh, nehar kılığına girecektir.

Evimiz elden gidecek yerine hane, beyt gelecektir.

Kapımız der, bâb olacaktır.

Mutluluk Kapısı da neymiş “Dersaadet” diyeceksiniz.

Başkent mi?

Güldürmeyin kişioğlunu “Âsitâne” ya da “Pây-i Taht”diyeceksiniz.

Baba peder; anne mader, valide; kız evlat duhter; erkek oğul ferzend; erkek kardeş birader; kız kardeş hemşire diye çağrılacaktır.

Arkadaşa dost denecek kadaşın adaşın yoldaşın daha nice nice erenin iziyle bile karşılaşılmayacaktır.

Artık sevgilimiz, emremiz, yavuklumuz, yangınımız olmayacak “yâr”ımız “habib”imiz olacaktır.

Tarancı çiftçiye dönüşecek, Türkeli’nde koskoca bölgeye ad olan tarımımız ziraat diye anılacaktır.

Bu öylesine bir soykırım ki, Osmanlı ozanlarının bile isteye kullanımdan düşürmediği, kanına girmediği çok az Türkçe sözcük vardır.

Bir dilde öğrenilmesi en çetin söz toplamı sayı adlarıdır. Bir kimse bir yabancı dili ne kadar iyi bilirse bilsin dört işlemi kendi anadilinde düşünür. Osmanlı sayı adlarını bile Arapça ve Farsçaya boyamıştır.

Yek, dü, se, çar, penç, şeş, heft, heşt, neh, deh…

Şeş beş desem, penc ü se, hep yek, dü yek, dü beş desem hemen anlarsınız değil mi?

Sonra sayıları nasıl sıralarsınız?

Evvel(a), sani(ye), salis(e), rabi(a), hamis(e), sadis(e), sabi(a), samin(e), tasi(a), aşir(e)…

Altılık değil müseddes; beşlik değil muhammes; dörtlük değil rubai…

Yüreğiniz bin parça değil sad-pare olur.

Hiçbir yazar ya da ozan kendi öz dilinin en birincil söz varlığını bile kullanımdan düşürecek ölçüde diline yabancılaşmaz.

Zülf ne demek, saç dururken!

Gözün gözü mü çıktı da ayn ya da çeşm oldu!

Kime battı kaş da ebrulara boyandı!

Dudak yahu dudak! Niye leb oluverdi?

Bînî ne arkadaş! Benim burnum bana yeter! Farsın bînîsi Farsta kalsın!

Bağır sözcüğü kimin neresine battı ki, sîne kendisini sarıverdi!

Osmanlılar Türkçeye tövbelidirler.

Diyeceksiniz ki abartıyorsun. İşine geldiği gibi anlatıyorsun.

Birlikte bakalım:

“Cihân-ârâ cihân içindedür âra-yı bilmezler//O mâhiler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler”

“Yine zevrâk-ı derunum kırılıp kenâre düştü//Dayanır mı şişedir bu reh-i sengsare düştü”

“Ayağı yir mü basar zülfüne berdar olanun//Zevk u şevk ile virür can u seri döne döne”

“Erdi yine ürd-i behişt oldu heva anber-serişt// Âlem behişt ender behişt her guşe bir bağ-ı irem”

“Gitdin amma ki kodun hasret ile canı bile//İstemem sensiz olan sohbet-i yaranı bile”

“Bir elinde gül bir elde cam geldin sakiya//Kangısın alsam gülü yahud camı ya seni”

“Pa-bend-i dam geh-i kaydu nam u neng//Ta key heva-yı meşgale-i dehr-i bi-direng”

“Menüm tek heç kim zâr u perişân olmasun yarab//Esiri derd-i aşk u dağ-ı hicran olmasun yarab”

“Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü behadur//Bir sengine yekpare Acem mülki fedadur”

“Süzme çeşmün gelmesin müjgan müjgan üstüne//Urma zahm-ı sineme peykan peykan üstüne”

“Dil-i pür ıztırabım mevce-i seylabdır sensiz//Dü çeşm-i hun feşanım halka-ı girdaptır sensiz”

Bana lütfen bu ikiliklerden kaç tanesini bir tek sözlük karıştırmadan anlayabileceğinizi yazınız. Bunu başarabilirseniz ben Osmanlıca için yazdığım ne varsa geri alacağım.

Türkçenin en birincil söz varlığının bile kullanımdan düşürüldüğü bu dil sizce Türkçe midir?

Anneye anne bile diyemediğiniz, sevgilinize bile Türkçe seslenemediğiniz bu yamalı bohça sizce Türkçe midir?

Ayrıca bilmem ayırdına varabildiniz mi, Osmanlıcacıların atıldı diye ağlaya inleye savundukları bütün sözcükler gerçekte Türkçelerinin eşanlamlısıdır.

Bir dilin kendi öz sözcükleri arasında eşanlamlılık olmaz, yakın anlamlılık olur.

Osmanlılar Türkçeleri dururken bile isteye Arapçalarını ya da Farsçalarını kullanmışlardır.

Osmanlıların Türkçeyi nasıl soykırımdan geçirdiklerini incelemeyi sürdüreceğiz…

Yorumlar (0)