Osmanlıca Neden Başarısızdır? - II

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca Neden Başarısızdır? - II

Bir önceki yazımda bir dilin kendi kök ve eklerinden beslenerek yepyeni sözcükler türetmesinin ve türettiği sözcükleri kavramlaştırarak soyutlamaya gitmesinin ne kadar önemli olduğunu belirtmiştim.

Bir dilin kendi öz sözcükleri arasında anlamdaşlık ya da başka bir deyişle eşanlamlılık yoktur, yakın anlamlılık vardır.

Daha önce Türkçenin kendi sözcükleri arasında yakın anlamlılık bağı kurabilecek düzeyde yetkin bir dil olduğundan söz etmiştim.

Bir kez daha ne demek istediğimin anlaşılabilmesi için kısaca örnekleyelim.

Eski Türkçe’de kent kavramını karşılayan or//ur; oruk//uruk; orda//ordu; balıg; uluş olmak üzere 5 sözcük vardır.

Şöyle ki, en küçük yerleşim birimi “oba”dır. Obanın odağı “otağ”; otağın özü ise “ocak”tır.

Başka bir deyişle ocaklar (aileler) bir araya gelir otağlarını kurar ve obalarını oluştururlar. Bu obalar genişler ve su baskınlarına karşı hendeklerle çevrildiğinde artık yaşanan yerin adı “or//ur” olur. Bu sözcükten türetilme “oruk//uruk” da kent anlamında kullanılan sözcüklerdir.

Diyelim ki, “or//ur”unuz duvarla çevrildi. Artık “balıg”da oturuyorsunuz. “Balıg”ınız boyunuzun yönetim merkezi ise “ordu//orda” adını alır. Benzer bir anlayışla “balıg”ınız bütün bir ulusun başkenti olduğunda ise “ordu-balıg//orda-balıg” adıyla anılır.

Uluş ise yine kent anlamına gelen başka bir sözcüktür.

Demek ki, Türkçe yetersiz olmak şöyle dursun işlevine, kullanım yerine, çağrışımına göre kendi öz sözcükleri arasında ince ayrımlar yaratarak yakın anlamlılık kurabilen bir dildir.

Türkçenin bu eşsiz nitelik ve özellikleri yüzyıllarca araştırılıp, inceden inceye irdelenmediğinden ne yazık ki Türkçenin sözcükleri kavramlaştırma gücünün ayırdına varılamadığı gibi; bu yetenek tüm yönleriyle de kullanılmamıştır.

Bu öylesine bir ilgisizlik, öylesine bir boşlamadır ki, Eski Türkçenin ses yapısının içine bile daha yeni yeni girebiliyoruz. İnanılmaz değil mi?

Oysa Balasagunlu’nun Kaşgarlı’nın bıraktığı yerden Türkçenin sürekliliğini koruyarak Türkçe geliştirilseydi, Türkçe bugün yeryüzündeki sayılı yetkin dillerden birine çoktan dönüşmüştü bile.  

Oysa Türkçe kök ve eklerden Türkçe sözcükler türetip, türetilen sözcükleri kavramlaştırmak yerine Osmanlılar, Arapça köklerden Arapçanın sözcük türetim kurallarına göre Arapça; Farsça köklerden Farsça eklerle Farsçanın sözcük yapım kurallarına göre Farsça sözcükler türetmişlerdir.

Bu olguyu neden sürekli yineliyorum?

Çünkü Osmanlıların başarısızlığının birincil kök nedeni, Türkçe olmayan sözcükler üzerinden kavramlaştırma eylemini gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. Kavramlaştırma süreci yanlış bir biçimde kökleştirildiğinden soyut düşünme bir türlü gerçekleşmemiştir.

Kavramlar üzerinden yöntemli kavramsal düşünme, ögünme olmaksızın soyutlama gerçekleşmez.

Örneğin kendi öz dilinin kökleri ve ekleriyle düşünmeyen bir Türk “töz” kavramını belli bir yere oturtamaz. Çünkü bir dilin kendi öz sözcükleri, içine doğduğu ulusun kültürel yapısından tözlenir filizlenir.

Yunanın “logos”u; Almanın “geist”ı varsa bizim de “töz”ümüz vardır.

Töz varlık nedeni yine kendisi olan; kendisini kendisinden var eden öz demektir. Birincil nedendir. Varlığın özüdür. En eski Türk inançlarını anlamada birincil açardır (anahtardır).

Tö_ eylem kökünden gelir. Doğmak, oluşmak, ortaya çıkmak demektir.

Pekiyi bu kavram nasıl karşılanmış “cevher” ile!

Nedir cevher?

Farsça güher//gevher’den gelir. Değerli taş, öz demektir. Töz sözcüğünün bildirdiği anlamla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Türkçe’nin soyutlama konusundaki yaratıcılığının en önemli kanıtlarından biri “gönül” sözcüğüdür. Gönül ne yürektir ne de beyin. Gönül sağduyu da değildir.

Gönül, gönüldür.

Eski Türkçe yanmak anlamına gelen “kön_” eylem kökünden gelir. “İçin için yanıp kavrulan yalın ateş yuvası” demektir.

İşte bu yüzden başka hiçbir dilde karşılığı yoktur. Bize özgüdür. Bizi anlatan en güzel sözcüktür. Yeryüzündeki hiçbir dilde karşılığı yoktur.

Ben örneğin “Sevi Yazını” deyimi yerine “Gönül Yazını”nı kullanırım.

Gönül karşılığı Farsçada kullanılan dil sözcüğünün birincil kök anlamı yürek demektir. Doğrudan karşılamaz.

Bu örnekler sanırım bir dilin kendi kök ve ekleriyle kendi yapısına uygun olarak türettiği sözcükleri kavramlaştırıp, kavramlar üzerinden kavramsal ve yöntemli düşünerek soyutlamaya gitmesinin önemini anlatmaya yetmiştir.

İşte Yunanca, Latince ve Almancayı yüksek ve yetkin bir düşünbil (felsefe) ve bilim dili kılan nitelikleri kendi kök ve ekleriyle türettikleri sözcükler üzerinden kavramsal düşünme yetileridir.

Bu yüzden uluslar arası bilimsel adlandırmalar bugün bile Latince ya da Yunancadır. Kendi nitelikli yapısından dolayı Almanca bugün mühendislik alanında baskındır.

Osmanlılar Arapça-Farsça-Türkçe kırması karmakarışık, anlaşılmaz bir dille düşünmeye çalıştıklarından düşünememişler; düşünemedikleri gibi ne düşünbil (felsefe) ne bilim ne siyaset ne de kültür alanında nitelikli bir yapıt ortaya koyabilmişlerdir.

Tek bir Osmanlı padişahının Bilge Kağan ve Tonyukuk’un diktirdiği bengütaşlar ölçüsünde ardında bıraktığı nitelikli bir siyasi ve kültürel belge yoktur. Klasik dönem dîvan ozanlarının bütün yapıtlarını bir araya getirseniz bile bir Kutadgu Bilig etmez.

Türkçenin yetkin bir yazılı dil olarak kullanıldığı gerçek klasikleri Köktürk-Eski Uygur-Karahanlı döneminde yazılmış yapıtlardır. Türkçenin bütün bir Asya’da güneş gibi parladığı bir dönemdir bu çağ.

Türkçenin söz varlığının bir anda gelişmeye başladığı, düzyazıya döküldüğü, parlak yırlar (şiirler) yazıldığı, Uygur yazmanlarının bilgili kamu görevlileri olarak bütün bir Asya’da işe alındığı görkemli bir dönemdir bu çağ.

Türkçenin gerçek klasik çağının başyapıtları Tarım Bölgesi gibi dış baskınlara kapalı, korunaklı bir yörede bulunan Budacı tapınaklarda saklandığından günümüze ulaşmıştır. Bezeklik ve Bin Buda Tapınakları Türklerin geçmişi açısından son derece önemlidir.

Çünkü Türkeli’nin en eski Türk kültür ve uygarlık merkezlerinden Semerkant, Buhara, Taşkent, Ürgenç, Hokand, Herat, Merv, Otrar gibi kentlerimiz ne yazık ki, tarih boyunca birkaç kez içindeki tüm kültür varlıklarımızla birlikte yerle bir edilmiştir. Dolayısıyla Türkler en az iki ya da üç kez uygarlıklarını en baştan kurmak durumunda kalmışlardır.

Bu olgu Türk ekin (kültür) geçmişindeki iniş çıkışların, gel gitlerin başat nedenidir.

Osmanlılar kendi anadillerinde düşünemediklerinden ne yazık ki, uygarlık adına nitelikli bir birikim de ortaya koyamamışlardır.  

Yazdığım bütün yazılar boyunca anlatmaya çalıştığım gerçek budur.

Biz ancak Cumhuriyet devrimleriyle birlikte bilimsel, sanatsal ve kültürel bir atılım gerçekleştirebildik. Üstelik öyle bir atılım ki, Atatürk öncülüğünde Avrupa’nın 450 yılda gerçekleştirdiklerini biz 15 yıla sığdırdık.

Bu yeryüzünün geçmişinde bir olağan dışılıktır. Pekiyi, bu sıra dışılık nasıl gerçekleşebilmiştir?

Bu durum benim için şaşırtıcı değildir. Türklüğün geçmişini çok iyi bilen Atatürk, ulusal bilinçaltımızın derinliklerinde gizlenen yüksek uygarlık kalıtımını uyandırarak bu çetin işin üstesinden gelmiştir.

Şu sözleri bu durumun tanığıdır: “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

Atatürk inandıklarını söyleyen; sarsılmaz köniliği (dürüstlüğü) ve inandırıcı kişiliğiyle topluma güven vererek bütün bir ulusunu kendisi gibi düşündürebilen biriydi. Dolayısıyla, Türklüğün öyle ya da böyle bir gün bütün bir insanlığa örnek olacak düzeyde uygarlaşacağına gönülden inanıyordu.

Yaşamı Türklerin uygarlaşmasının önündeki tüm engelleri tek tek yıkmakla geçti.

Atatürk’ün en önemli iki devrimi ise birbirini bütünleyen Yazı ve Dil Devrimi’dir. Yalnızca bu iki devrim bile Türk ulusunun çağdaşlaşmasında ve ulusal bilincinin uyanıp güçlenmesinde başlı başına büyük bir etkendir.

Osmanlının 450 yılda başaramadığını Cumhuriyetin başarmasının nedeni işte bu kadar yalındır: “Türkçe düşünerek yeryüzüne ‘Türk’çe bakmak.”

Kimi Osmanlıcacılar Atatürk’ün Dil Devriminden vazgeçtiğini savunmuştur. Bu da yine Osmanlıcacıların kuruntusudur. Atatürk’ün Dil Devrimi konusunda ne kadar kararlı olduğunu anlamak istiyorsanız 1927 yılında yazdığı Gençliğe Sesleniş ile 1933 yılında yazdığı Onuncu Yıl Söylevi’nin dilini karşılaştırınız. Aradaki dil ve söz varlığı özgeliğini hemen ayırt edeceksiniz.

Gelelim bir diğer olguya. Osmanlıcacılar Aruz ölçüsünün inanılmaz ölçüde ezgisel olduğunu ve bu yüzden hiçbir yırın (şirin) Dîvan yırları ölçüsünde nitelikli olamayacağını söylerler.

Özdemir Asaf’ın şu dizeleri derinlikten ve güzellikten yoksun mudur aruz ölçüsü kullanılarak Osmanlıca yazılmadıkları için:

“Seni saklayacağım inan/Yazdıklarımda, çizdiklerimde/Şarkılarımda, sözlerimde.

Sen kalacaksın kimse bilmeyecek/Ve kimseler görmeyecek seni/Yaşayacaksın gözlerimde.

Sen göreceksin, duyacaksın/Parıldayan bir sevi sıcaklığı/Uyuyacak, uyanacaksın.

Bakacaksın, benzemiyor/Gelen günler geçenlere/Dalacaksın.

Bir seviyi anlamak/Bir yaşam harcamaktır/Harcayacaksın.

Seni yaşayacağım, anlatılmaz/Yaşayacağım gözlerimde/Gözlerimde saklayacağım.

Bir gün, tam anlatmaya../Bakacaksın/Gözlerimi kapayacağım./Anlayacaksın.”

Pekiyi ya Cemal Süreya’nın içimize işleyen dizeleri de yalın bir Türkçeyle yazıldıkları için değersizler midir?

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun./Git/Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar./Gitsinler./Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin/Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık/Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı/Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü/Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti/Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz/Sanki hiç olmamıştı/Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu/Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflar/İstanbullar”

Ece Ayhan’a ne demeli. Bakışsız bir kedi kara çok mu çirkindir Osmanlıca olmadığı için?

“Gelir dalgın bir cambaz./Geç saatlerin denizinden./Üfler lambayı./Uzanır ağladığım yanıma./Danyal yalvaç için./Aşağıda bir kör kadın./Hısım./Sayıklar bir dilde bilmediğim./Göğsünde ağır bir kelebek./İçinde kırık çekmeceler./İçer içki üzünç teyze tavanarasında./İşler gergef./İnsancıl okullardan kovgun./Geçer sokaktan bakışsız bir kedi kara./Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk./Kanatları sığmamış./Bağırır eskici dede./Bir korsan gemisi!/Girmiş körfeze.”

Hç bakışsız bir kedi kara diye bir şey olur mu? Olsa olsa kerbe-yi siyeh-i nâ-dîd olur o!

Nâzım ne kadar büyük bir suç işlemiştir şu dizleri yazarken:

“Seviyorum seni/ekmeği tuza banıp yer gibi

Geceleyin ateşler içinde uyanarak/ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi

Ağır posta paketini/neyin nesi belirsiz/telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi

Seviyorum seni/denizi ilk defa uçakla geçer gibi

İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık/içimde kımıldayan bir şeyler gibi

Seviyorum seni/Yaşıyoruz çok şükür der gibi.”

Hiç bir kadın ekmeği tuza banıp yer gibi sevilir mi?! Zinhar başımıza taş yağar!

Attila İlhan’la bitirelim.

“açılmış sarmaşık gülleri/kokularıyla baygın/en görkemli saatinde yıldız alacasının/gizli bir yılan gibi yuvalanmış/içimde keder/uzak bir telefonda ağlayan/yağmurlu genç kadın

rüzgâr/uzak karanlıklara sürmüş yıldızları/mor kıvılcımlar geçiyor/dağınık yalnızlığımdan/onu çok arıyorum onu çok arıyorum/her yerinde vücudumun/ağır yanık sızıları/bir yerlere yıldırım düşüyorum/ayrılığımızı hissettiğim an/demirler eriyor hırsımdan”

Osmanlıcacılara göre aruzla yazılmadıkları ve Arapçayla Farsçaya boğulmadıklarından bu dizeler güzel değildir. Her şeyden önce “şiir” değildir.

Şaka yapmıyorum. Dîvan yazınıyla uğraşanlar bu dizleri sanat dışı ve hafif bulurlar. Yalın Türkçe olduklarından olsa gerek dilini bozuk bulurlar.

Osmanlıcacılar Türk Dil Devrimini en başta yaygara kopardıkları kadar önemsememişlerdir. Çünkü Türk ulusunun Arapça ve Farsça sözcüklerle bağlarını kolaylıkla koparabileceğini hiç düşünmemişlerdir. Ancak Türk ulusu bilinçaltında, bilincinde, bilinçüstünde bir karşılığı olmayan ağır ağdalı Arapça ve Farsça sözcükler yerine bin yıllardır belleğinin en derin kuytuluklarında gizlenen Türkçe kök ve eklerle türetilen Türkçe sözcükleri kullanmayı seçmiştir.

Bu bellek dirilişi öylesine sarsıcı olmuştur ki, Türkçe sözcükler en unutulmaz en dokunulmaz sanılan Arapça ve Farsça sözcükleri bile belleklerden silmiştir. Osmanlıcacılar önü alınmazsa öyle ya da böyle günümüze dek yaşamayı başarmış Arapça ve Farsça sözcüklerin bile, önümüzdeki 50 yıl içinde yok olacağını görmüşlerdir.

Bugün mektep, talebe, muallim, alim, ilim, sebep, netice, teessüf, tesir, intizar, vuslat, hasret, vakıa, vaka, dimağ, hulasa, fihrist, külliyat, müşkülpesent, cihanşümul, beynelmilel, ehemmiyet, mühim, cenk, harp, muharebe, hüda, cüda, hicran, zülf, ser, çeşm, güfte, kelime, allame gibi nice nice sözcükler kendilerini kullanma konusunda diretenler dışında, artık geniş kitlelerce kullanılmadığı gibi anlamları da unutulmaya başlanmıştır. Bir kuşak sonra bu sözcükleri kullanan sayısı daha da azalacaktır. 

Son bir çabayla hiç değilse bugüne dek sağ kalmayı başaran sözcükleri kurtarma kaygısındalar. Ancak geçmişler ola!

Türk Dil Devrimi belirli bir olgunluğa erişmiş, Arapça ve Farsça sözcüklerle kurulan nice nice deyim ve atasözü bile bütünüyle Türkçeleşmeye başlamıştır. Yaşam doğal akışındadır.

Bugün “Dest-i izdivacınıza talibim” diyen var mı ya da “Lisan-ı münasiple hissiyat u fikriyatımı ifade edeceğim” ya da ya da “Sabah-ı şerifleriniz hayır olsun!” diyen?

Buna benzer nice söylemler, deyimler artık tozlu sergenlerde kalmıştır.

Osmanlı ozanlarının 350 yıl boyunca Türkçe sözcükleri bile isteye kullanımdan düşürerek dilimize yerleştirdikleri Arapça-Farsça sözcüklerin son kalıntıları da yeni Türkçe sözcük ve kavramların anlam alanlarının genişlemesiyle belleğimizden silinecektir.

Bu gerçekleştiğinde ise Türkçe küllerinden doğarak yüksek nitelikli bir yazın, düşünbil (felsefe), yaratı (sanat), bilim, ekin (kültür) ve uygarlık dili olarak yükselecek ve gerçek değerini kazanacaktır.

Osmanlıcacılar ağlasa da sızlasa da!....

Yazarımızın tüm yazılarını şuradan okuyabilirsiniz. Güneyhan Rüzgar

Yorumlar (0)