24.04.2020, 12:16

AKRABADAN KIZ ALMAK, CAM BARDAKTAN SU İÇMEK

AKRABADAN KIZ ALMAK, CAM BARDAKTAN SU İÇMEK

Evlilik konusunda hem genç kızların hem de delikanlıların iradelerini hiçe saydığı için uygun bulmadığım ve onaylamadığım bir hakikati yazının sonunu beklemeden açıklamak istiyorum: Yörüklerde beğenmediğim en yaygın gelenek akraba evliliğidir. Bugün modern hayatın yüz vermediği bu geleneğe sırtını dönmek, çocukluğumda neredeyse imkânsızdı. 

Tarsus Lisesinde okurken akraba evliliğini tanımlamak amacıyla endogami (iç evlilik) diye bir terim üretildiğini öğrenmiştim. Ancak endogami için verilen örnekler arasında, geleneğe katı biçimde tabi olan yörükler yoktu. Afrika’dan ya da Uzak Doğu’dan örnekler veren ama burnunun dibini göremeyen bir ders kitabı neye yarardı ki!...

Evlilik çağına gelen genç kızlar, yakın akrabalara danışmadan, bırakın bir yabancıya konu komşuya bile verilemezdi. Hala, dayı ya da teyzeye de sorulurdu ama asıl öncelik amcanın yaşı uygun olan oğlundaydı. Dünürcüler kızın anne babasından önce amcasının oğlunu kaygı eder; ‘Dur bakalım, emmisinin oğlu razı olacak mı?’ diye hayıflanırdı. Rızası alınmayan emmoğlunun yapacağı her türlü delilik, mesela müstakbel damadı tehdit etmek, hatta gerekirse temizinden bir dayak çekmek yörüklerin hiç itiraz edemeyeceği adiyattandı. Hele amcanın kızı biraz güzelse herkes ittifakla, emmoğlunun yaptıklarının az bile olduğunu söylerdi. 

Düşük bir ihtimaldi ancak olur da emmoğlu bütün çabasına rağmen yabancı dünürcüleri engelleyemezse, o güne kadar kimsenin hatta kendisinin bile farkında olmadığı aşk, birdenbire kara sevdaya dönüşür; bu sevdanın kurutup kararttığı delikanlı, amca kızıyla karşılaşıp, ne hikmetse, yıllardır izhar edemediği aşkını ilan etmek için fırsat kollardı. Emmoğlunun sudan sebeplerle vakitsiz ziyaretleri mazur görülür; gecenin ayazında sigara içerek evin çevresinde dolaşmasına karışılmazdı. Sigaranın kesmediği çaresiz emmoğlu, kasabanın dışındaki portakal bahçelerinin duldalıklarında içki âlemi düzenler; sarhoş arkadaşlarıyla birlikte gece yarısında rezillik çıkarırdı. Geleneğin baskısıyla gemi iyice azıya alan oğlana ne babanın ne de dedenin nasihati kâr ederdi. 

Elin oğlu karşısında küçük düşen, onuru zedelenen emmoğlu, kasabalının imalı bakışlarından kaçınmak için bir süre kahveden ayağını keser; ortalığın yatışmasını beklerdi. Amcasının güzel kızını yabancıya kaptırmak olacak iş değildi! Olup bitende çoğu zaman hiçbir dahli olmayan amca kızı bir taraftan namusuna gelecek leke diğer taraftan gözü kara akrabasının daha beter belaya bulaşıp herkesin başına iş açacağı korkusuyla havf yüreği havf, eli kolu bağlı beklerdi. 

Nadiren de tersi olur; amcaoğlu, yörüklerin deyişiyle alımkâr durmazdı. Kardeş gibi beraber büyüdüklerini ya da gönlünün başkasında olduğunu söyleyen emmoğluna en çok nenem kızardı. Sanırsın ki endogami fikrini insanlığın kafasına o sokmuş! Gönülsüz kıza söz geçirmek kolaydı ama isteksiz erkeği ikna etmek çok zordu.

Ortaokula yeni başlamıştım, 12-13 yaşlarındaydım. İplik fabrikasında çalışan yengemin, bakması için neneme bıraktığı el kadar kız çocuklarının ya da ziyaretine gelen küçücük kız torunlarının bana ‘Mustafa Abi’ demesine sinirlenir; alenen ‘Ne abisi; yarın birinizi alacak o!’ diyerek kızardı. Daha sümüğünü çekemeyen kız çocukları işin iç yüzünü anlayamazdı ancak ben nenemin akıllara ziyan bu müdahalesiyle çıldırır, yerlerde debelenerek ağlardım. Çırpınışlarımı anlamsız bulan nenem: ‘Deli mi ne? Ne atan, kendini yerlere? Ben senin için dedim çocuğum. Yarın bunlar büyür de saçlarını savurmaya başlarsa sen döven dizlerini; bana bir şey olmaz!’ derdi. Bu cümlede geçen atan ve döven fiillerinin sonundaki damak n’si için Latin kökenli yazımızda özel bir harfin bulunmaması Türkçe için eksiklik! 

Efendim, burada kıssaya bir teşehhüt miktarı ara verip Ahmet Mithat Efendi gibi malumatfuruşluk etmek istiyorum. /e/ ve /i/ arasında seslendirilen kapalı e sesi ile damak n’si Türkçenin en karakteristik sesleridir. Tarih boyunca kullandığımız alfabelerin bazılarında bu sesler için özel harfler bulunmaktadır. Örneğin modern Türk sözlükçülüğünün önderi sayılan Şemsettin Sami damak n’sini gösterebilmek için üzerine üç nokta konmuş olan kef harfini kullanmış ve bu ses sadece Türkçe kelimelerde bulunduğundan kef-i Türki demiştir. 

Kef-i Türki ya da Sağır Kef harfiyle karşılanan damak n’sini Anadolu’nun hemen her bölgesinde duyabilirsiniz ama hiç kimse Ankaralılar kadar veremez bu sesin hakkını. İlginçtir, Anadolu’nun bağrına sığınarak Ankara’yı başkent yapan milli irade, İstanbul Türkçesinde damak n’si bulunmadığı gerekçesiyle, bu ses için özel bir harfi çok görmüştür Ankaralılara. Siyasi bakımdan hasım görülen İstanbul, kültürel açıdan milli iradenin vazgeçemediği bir dilberdir.

Doktora yaparken Türk dünyasında ortak alfabe kullanımına ilişkin yürütülen toplantılara dinleyici olarak katılmıştım. Türk cumhuriyetlerinden gelen Türkologların neredeyse tamamı, bu sesin Türkçeye özgü olduğunu, bugün Türkçede kullandığımız diş n’sinin damak n’sini karşılamayacağını, bu yüzden de mutlak surette özel bir harfle gösterilmesi gerektiğini, aksi durumda ortak alfabenin oluşamayacağını vurgulamaktaydılar. Benzer biçimde, onlara göre kapalı e sesi için de alfabemize özel bir harf eklenmeliydi.

Nenemin vurguladığı dizini dövmek, ‘Gözyaşları içinde dizlerine vurarak pişman olmak.’ demekti. Yörüklerin pek itibar ettiği ‘Kızını dövmeyen dizini döver.’ sözüne göre kızını zamanında terbiye edemeyenler, sonradan çok pişman olurdu. Kız çocuklarının küçük bir yanlışına bile tahammül edilmez, terbiyeleri için dayağa salık verilirdi ancak erkek çocuklarının yaptığı hata, ne kadar büyük olursa olsun, bir şekilde tolere edilir ve çözüme kavuşturulurdu. Kabadayılık edip çevreye zarar veren, hatta adam yaralayıp karakola düşen delikanlılar, babaları tarafından bir iki gün azarlanıp sindirilseler de kısa bir süre sonra göğsünü gere gere dolaşmaya başlardı mahallede. Üstüne bir de ‘gözü kara, yiğit’ gibi övgülere mazhar olurdu, hayırsızlar. Kızgınlığı geçen baba da oğlunun adının ‘yiğit’e çıkmasıyla içten içe gururlanırdı. Hal böyle olunca elalemin yakıştırmalarına inanan delikanlının yoldan çıkıp tehlikeye sürüklenmesi kolaylaşırdı. Bu tehlikeli son için de söyleyecek sözü vardı yörüklerin: ‘Cömert derler, maldan ederler; yiğit derler, candan ederler.’

Nenem, daha 17 yaşında ama ona göre evlilik çağı çoktan gelmiş olan abime de bir gün amcamın diğer gün halamın kızlarını hatırlatıyor; ‘Demir tavında, güzel çağında, yavrum; yarın el dayanır kızların kapısına; ne diye duruyon sen?’ diyordu. Abimin suskunluğunu, önerdiği kızın beğenilmediğine yoran nenem telaşla başka bir akraba kızının adını verip ‘Hem o daha beyaz.’ diyerek abimi ikna etmeye çalışıyordu. Abim sustukça nenem seçenekleri arttırıyor; sorunun yaşla ilgili olduğu endişesine kapılıp ‘Ona büyük diyorsan, falanca akraba kızının yaşı daha küçük; ona gidelim.’ diye diretiyordu.

Amcasının kızına yan gözle bakmayı ar sayan, gözü gönlü başkasında olan torununu ikna edebilmek için nenem inanılmaz taktikler uygular; delikanlıların aklına girmeye çalışırdı. Kızın gönlünün aslında kendisinde olduğu ama kız kısmının bunu dillendirmesinin ayıp sayıldığını, bunu kendi kulaklarıyla duyduğunu söylerdi oğlana.  Yalandan kim ölmüş! İyice kafası karışan emmoğlu, ‘Ebem dedi ki…’ diye ortalıkta gezinmeye başlarsa nenem zafere yaklaştığını hissedip hücumu sıklaştırırdı. 

En ikna edici metaforu da ‘Akrabadan kız almak, cam bardaktan su içmek.’ cümlesiydi. Oluşturduğu metaforun yeterince anlaşılmadığından endişe eden nenem ‘İçini dışını bilirsin, yavrum.’ diye eklerdi. Şimdiki nesil anlamaz; su içmek için bakır ya da alüminyum tastan başka bir şey bilmeyen yörüklerin dünyasında cam bardak güçlü bir metafordu. Cam bardak, köydeki zenginlerin evinde bile bulunmazdı; gerçi bu yokluk, paradan ziyade görenekle ilgiliydi. Her an kırılmaya hazır, bizimkilerin deyişiyle emanet duran cam bardak, göçebe hayatın getirdiği sürekli seyahat haline uygun değildi. Hatta nenem, heves edip cam bardak alan yeni gelinleri ayıplar; ‘Amaaan, havaslık (heves etmek), ne yorgan bırakır ne yastık!’ diyerek zevklenirdi.

Köyde, doğal olarak, hiç kimsenin metal taslardan içtiği suyun temiz olup olmadığını dışardan görme imkânı yoktu. Bu yüzden içini dışını gösteren cam bardak kıymetliydi. Nenem hiç zorlanmadan cam bardak metaforunu akraba kızları için uydurmuştu. 

Aslına bakarsanız akraba evliliğinin altında büyüklerimizin kendilerini garantiye alma endişesi vardı. Elden ayaktan düştüklerinde, akraba olan damat da gelin de kaynanaya ve kayınbabaya yüz çeviremezdi. Herhangi bir sorunda elkızını baba evine göndermek kolaydı ama ne kadar sorun yaşanırsa yaşansın amca kızına sahip çıkmak zorunluydu. Üstüne bir de mal mülkün bölünüp küçülmeyeceğini ya da ele karışıp soyun bozulmayacağına ilişkin kaygıları ekleyin… Daha ne olsun, böyle bir dünyada akrabadan kız almak, çöpsüz üzüm sayılmaz mıydı? 

Erkek torununu ikna edemeyen nenem, ağıt yakar gibi başını iki yana sallayarak ‘Uzaktan alma düveyi de çeker gider boğayı!’ diye söylenmeye başlardı. Türkçede hayvanlara verilen adlar, yaşlarına göre farklılık gösterir. Mesela, yeni doğmuş inek yavrusuna yaklaşık bir yıl boyunca buzağı denir; buzağı sözcüğünde cinsiyet vurgusu yoktur. Hayvanın bir yıldan sonra boğaya çekilmeden ya da doğum yapmadan önceki haline de düve denir. Ancak hemen belirtmeliyim ki düve dişil bir sözcüktür. İlk yılında cinsiyetsiz addedilen buzağı, daha sonra cinsiyetine bağlı olarak tosun veya düve adını alır. Doğurganlıkla beraber düve ineğe; tosun da boğaya dönüşür. Nenem hem boğa dediği erkek torununun uzaktan alınacak bir düvenin peşinden gidip öz akrabalarını bırakmasından hem de düve dediği kız torununu ele kaptırmaktan korkar; korktuğundan kurtulmak için elinden geleni ardına koymazdı. 

Asıl bombayı da ele gelin giden torununa kına yakılırken patlatırdı. Üç gün üç gece süren yörük düğününün en acıklı sahnesi, kına gecesinde yaşanırdı. Davul dümbelek eşliğinde eğlence ve oyunla başlayan kına, gecenin sonunda yakılan ağıtla gözyaşına dönüşürdü.

 Kına türküsü gelin anasının dilinden söylenirdi ilkin:
Atladı geçti eşiği,
Sofrada kaldı kaşığı,
Evimizin yakışığı,
Kızım kınan kutlu olsun!

Bahçeye bostan ekerler,
Ekerler; geri sökerler,
Gurbet ele giden kızın,
Gözüne sürme çekerler.

Gözü yaşlı annenin gurbet dediği, yan komşu ya da iki sokak ötedeki bir tanıdık olurdu çoğu zaman. Bilemedin, yürüme mesafesindeki yakın bir köydü bazen de. 

Acılı anneyi yeterince ağlattığından emin olan kınacı kadınlar, yeni bir hayatın eşiğindeki gelinin diliyle devam ederdi:

Elimi yuduğum arklar,
Belimi verdiğim dutlar,
İşte bindim gidiyorum,
Silip süpürdüğüm yurtlar.

Gözyaşlarına boğulan gelinin sürmesi akar; yüzü gözü Trakyalıların, her yıl ocak ayının ilk haftasında ortaya çıktığına inandığı kötü ruhlu Bocuk Karısına dönerdi. Sizi temin ederim; süslü elbiseler içindeki yeni Bocuk Karısını gören damadın korkuya kapılıp düğünden vaz geçmesi kuvvetle muhtemeldi. Allahtan kınaya yetişkin erkekler alınmazdı da gelin, olası bir faciadan kurtulurdu.

Erkek torununu kandıramayan nenem, onca dörtlük arasında, kına türküsünün en çok şu dörtlüğünü sever; tekrar tekrar söylemeleri için kınacı kadınlara ısrar eder; hatta onların sustuğu yerde kendisi başlardı:

Baba kızın çok muyudu?
Bir kız sana yük müyüdü?
Kör olası emmilerim,
Hiç oğlunuz yok muyudu?

Oğlan tarafından gelen kadınların ikide bir tekrar edilen bu dörtlükten rahatsız olup sokurdanmaya başlamasını umursamayan nenem, kaybolmaya yüz tutan bu geleneği bir gün büsbütün yitireceği korkusuyla kına türküsünden medet umardı…


 Mustafa SARI

Yorumlar (0)