28.04.2020, 00:33

Muhanet

 Anam, Allah kimseyi muhanete muhtaç etmesin!

Nenemin ardı arkası kesilmez, öfke yüklü söylenmeleriyle uyandık hepimiz. Güneş saçlarını daha yeni çözmüştü, üstelik hafta sonuydu…

– Nene, sabahın köründe kalbur istemeye mi gidilir, el âlemin evine?

– Ne sabahı? Gün öğlen oldu, kalkın yataktan!

Sofrayı sererken komşu kadının aleyhinde söylenmeye devam ediyor, arada bir bizim de tozumuzu almayı unutmuyordu:     

-Gün göbeğine düşünceye kadar meyhurlar (şarapçılar) yatar ancak! Kalkın, erkenden; rızkınız açılsın!

Komşu kadın, nerdeyse bir yıldır kullanmadığı kalburu elden geçirmesi gerektiğini, bir iki yerinin yama istediğini söylemiş; tabi nenemi inandıramamıştı. Öfkesine bakılırsa ‘muhanete muhtaç olmak’ insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi? Kızarken bile ses tekrarıyla söze tat katmayı nasıl beceriyordu, nenem? Yüreğimi ürküten bu kızgınlıktaki ses tekrarları kulağımın çok hoşuna gidiyordu.

Öfke, sevinç ya da korku gibi doğal ve samimi tepki anında tercih ettiğimiz sözcüklerin karakterimize ait ipuçları verdiğini söyler dilbilimciler. Hatta iki dilli insanlar üzerinde çalışan akademisyenler, kızgınlık anında tercih ettiğimiz beddua ya da küfürler hangi dile aitse o dilin ana dilimiz olduğunu söyler. Almanya’da doğan, sular seller gibi Almanca bilen gurbetçiler, sinirlenince Türkçe konuşmaya başlıyormuş. Nenemin diline ilişkin en belirgin özellik, sevinç ya da öfke anında bile asla vazgeçmediği ses oyunları, cinaslar ve aliterasyonlardı. /m/, /u/, /h/ ve /t/ seslerinin tekrarındaki ritim sizce de çok güzel değil mi? Bütün bunlar iyi hoş da neydi, muhanet? Bugün muhanetin anlamını bilen kaç kişi çıkar?

Şemsettin Sami Kamus-ı Türki’de sözcüğün, ‘hem erkek hem de dişi özellik gösteren’ anlamındaki muhannes’den bozma olduğunu, Osmanlıcada ses değişmesine uğrayarak muhannet biçimini aldığını ve ‘Korkak, alçak, namerd’ anlamıyla kullanıldığını belirtmiş. Olumsuz ve istenmeyen özellikleri karşı cinse yükleme, insanoğlunun temel sorunlarından biri. Kadın dilinde erkeğe, erkek dilinde de kadına ilişkin onlarca olumsuz söz vardır. Ama bu durum neredeyse bütün dillerde açık ara kadının aleyhindedir. Sosyolog ve antropologlar cinsiyet ayrımcılığının, insanlığın geçirdiği sosyolojik süreçle ilgili olduğunu söyler. Ne var ki toplumsal yönlendirmenin en alt basamağındaki el kadar çocuklarda bile görülebilen cinsiyetçi davranışlar bu konuda beynimizin çok da masum olmadığını tanıklamaktadır. Kadına olumsuz ifadeleri reva gören dilin, biyolojik anlamda hangi cinse ait olduğu tartışılan muhannesleri ‘korkak, alçak ya da namert’ diye yaftalaması olmayacak iş değil doğrusu.

16. yüzyıl halk ozanı Pir Sultan Abdal’ın şiirleri, sözcüğün köken, biçim ve anlamına ilişkin Şemsettin Sami’nin verdiği bilgileri doğruluyor:

Muhannet elinden halim pek şaşkın,
Deli gönül gah bulanık gah taşkın,
Gönlümün sarayın kalbimin köşkün,
Yıkar mahannetin acı sözleri.
Pir Sultan Abdal’ım vadem yeterse,
Şah’ım gelir salacamdan tutarsa,
Karış karış üstümde ot biterse,
Çıkar muhannetin acı sözleri.

Bir başka şiirinde yine muhannetten şikayetçidir Pir Sultan Abdal:

Muhannetin suyu dolayı akar,
Uğradığı yeri od olur yakar,
Düğünde bayramda başına kakar,
Allah muhannete muhtaç eyleme.
Pir Sultan Abdal’ın eyler medhini,
Erin ere vardır nice celtini,
Kurda kuşa nasip etme etimi,
Allah muhannete muhtaç eyleme.

O yumuşacık sesiyle Yavuz Bingöl’ün söylediği Erzurum türküsünde, muhannet sözü başka bir anlamla kullanılmaktadır:

Kırmızı gül demet demet,
Sevda değil bu alamet.
Gitti, gelmez o muhannet,
Şol Revan’da balam kaldı.

Ticaret için gittiği Erivan’da vebaya yakalanıp ölen oğlunun ardından Erzurumlu bir ananın yaktığı ağıttır, aslında bu türkü. Oğlunun öldüğünden habersiz olan zavallı kadın, onu vefasızlıkla suçlayıp muhannet diye sitem etmektedir. Sözcüğün Erzurum’da ‘vefasız’ anlamıyla kullanıldığı Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde kayıtlı. Siz dersiniz bilemem ama ben bir sözcüğün türkü, ağıt, atasözü ya da deyimlerde saklı anlamlarına daha çok itibar ederim.

Türk Dil Kurumu tarafından basılan bugünkü Türkçe Sözlük de kelimeyi Kamus-ı Türki’deki anlamıyla muhanet biçiminde aktarmış. Anadolu’nun birçok yerinde ‘Eli sıkı, cimri, başkasına iyilik yapmayı sevmeyen, iş bitirmeyen, tembel ve kötü’ anlamlarıyla da kullanılmakta, sözcük. Derdim ne sözcüğün tarihsel süreçte uğradığı ses, biçim ve anlam değişmesini ne de coğrafi durumunu incelemek. Konuyla ilgili kafamdaki soruları akademik bir çalışmaya havale ederek bizim yörüklerin, muhanet sözüne yüklediği toplumsal değerleri anlatmak istiyorum.

Bahşiş yörükleri, vaktiyle padişah fermanına ittiba etmiş, obayı toplayıp Çukurova’da yerleşik hayata geçerek kıl çadırdan kerpiç evlere terfi etmişler ama yıllarca perişanlıktan kurtulamamışlar. Halide Edip, köyün hayal meyal hatırladığım bu içler acısı halini görmüş olsaydı; eminim Sinekli Bakkal mahallesini tanımlamak için kurduğu cümlelerden utanır; beterin beteri varmış diyerek tasvir kısmını çıkarırdı.

Bu yoksul hayat şartları, birbirinin külüne muhtaç komşuluk ilişkilerinin de doğum ebesiydi. Kimse kimseyi istediği şeyden dolayı ayıplamaz ve eli boş göndermezdi. İki gün sonra büyük bir olasılıkla kendisinin çalacağı kapıdan gelen birini reddetmek çok da akıllıca olmazdı zaten. Üstelik şimdiki gibi komşudan bir şey istemenin ne zamanı ne de sınırı vardı, eskiden. Herkes, her an, her şeyi isteyebilirdi. Sabahın köründe ekmek yapanlara gerekli olan oklava ya da gece yarısında gelen bir misafire ikram etmek üzere iki yumurta için komşu kapısını çalmak adiyattandı. Köyde iyi kötü, geç de olsa açılmış bir bakkal vardı ama herkesin ayağı bakkaldan önce komşu kapısına alışkındı.

Bu komşuluk ilişkisi sayesinde kadınlar, özellikle yeme içme ile ilgili sorunları kocalarına yansıtmadan hallediyorlardı. Ayda iki, bilemedin üç defa bıraktığı birkaç kuruşla evin döneceğini vehmeden bir kocayı her sabah para diye darlamak beyhude bir işti, zaten. ‘Avradın ayarı yok zamanında belli olurdu.’ diyordu nenem. Kadın dediğin, yoktan yemek çıkarmayı becermeliydi. Böyle bir dünyada muhanetin yeri yoktu, olamazdı.

Bizim orada muhanet daha çok ‘cimri, kimseye hayrı dokunmayan’ insanlar için kullanılır. Ama muhanetin yaptığı sıradan bir cimrilik değildir. Malını çok sevdiği ve herkesten sakındığı ne kadar doğruysa muhatabını çaresizlik içinde bırakmak arzusu ve bu arzuyu tatmin etmek için acımasız olduğu da o kadar doğrudur. Bu itibarla denilebilir ki muhanet içinde bulunduğu durumun farkındadır ve kötülüğü bile isteye tercih etmektedir. Hukuki tabirle muhanetlikte taksir değil kasıt söz konusudur. Nenemi sabah sabah kızdıran işte bu kasıttı.

Gizli gizli fısıltıyla anlattığı bütün kadınlar neneme hak veriyor; kimi sağ elinin üstünü sol elinin ayasına ardı ardına vurarak ‘tüh tüh!’ diye esef bildiriyor; kimi gömleğinin göğüs kısmını sağ eliyle silkeleyerek ‘Amanınnn anaaam düşman başına!’ diyerek nenemin içindeki ateşi harlıyordu. Haklılığı onaylandıkça kızgınlığı artıyor; muhanet komşudan ayağımızı kesmek için bizi, özellikle de ablamları, sıkı sıkı tembihliyordu.

Nenemin günlerce bitmek bilmeyen öfkesini, Tarsus’tan yeni bir kalbur alıp getiren amcam dindirdi. Yılda bir, bilemedin iki defa o da buğday zamanında kullanıldığından el altında olmasına gerek yoktu, kalburun. Bu yüzden mutfak duvarında yükseğe, tavana yakın bir yere çakılan çiviye asıldı. Nenem sevinmişti ama hala komşu kadına laf sokma derdindeydi:

– Muhanet komşu, adamı mal sahibi edermiş!

Mustafa SARI

Yorumlar (1)
Hasan Sivrikoz, 1 yıl önce
Çok aydınlatıcı, çok da duygulandırıcı bir yazı. Kutluyor ve teşekkür ediyorum.