19.01.2022, 19:12

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca Neden Başarısızdır? – III

Türk Dil Devrimi Üzerine: Osmanlıca Neden Başarısızdır? – III

Bir dilin kendi öz kavramları üzerinden soyutlama yapabilmesinin ne kadar önemli olduğunu sanıyorum anlatabildim.

Şimdi gelelim, en az bu olgu kadar önemli bir diğer duruma: Düzyazı

Düzyazı ve düzyazıya bağlı gelişen öykü, roman, tiyatro, deneme, makale gibi türlerin gelişimi yalnızca Türklerde değil bütün bir İslam Dünyası’nda 19. yüzyıl sonlarına doğru başlar.

Türk yazınında ilk yerli roman 1872 yılında basılan Şinasi’nin Taaşşuk-i Talat ve Fitnat’ıdır. İlk yazınsal roman ise Namık Kemal’in 1874 tarihli İntibah’ıdır. İlk öykü betiği ise Ahmet Mithat’ın 1871 yılında basılan Letaif-i Rivayat’ıdır.

Avrupa’da çağdaş romanın ilk örneği Cervantes’in Don Kişot’unun basım yılı 1605’tir. Çağdaş öykünün ilk örneği olarak görülen Bocaccio’nun Dekameron adlı başyapıtı ise 1353 yılında yazılmıştır.

Dolayısıyla öykü türünün Türk yazınındaki örnekleriyle, Avrupa’daki örnekleri arasında 500 yıllık; roman söz konusu olduğunda ise yaklaşık 270 yıllık bir boşluk vardır.

Her ne kadar Türk yazınında Dede Korkut Öyküleri gibi son derece önemli bir başyapıt bulunsa da biçem (form) olarak nazım düzyazı karışık yazıldığından ve dili yır (şiir) diline daha yakın olduğundan Dede Korkut Öyküleri’ni bütünüyle çağdaş öykücülük içinde değerlendiremeyiz.

Düzyazı neden önemlidir?

Yır (şiir) dili üzerinden düzyazının neden önemli olduğunu anlamaya çalışalım.

Her şeyden önce yır demek duygu demektir. Duyguların bir su gibi çağlaması demektir. Bu yüzden yır dili kapalı bir anlatıma iyedir. Yır dilinde duygu ve düşünceler imgeler üzerinden anlatılır. Aktarmalar, dolaylamalar, benzetmeler, söz oyunları yır dilinin vazgeçilmezleridir.

Ozanlar anlatmak istedikleri düşünceyi, uyandırmak istedikleri duyguyu kendileri açıkça belirtip dillendirmedikçe, bir yırın barındırdığı düşünce ve duygu okuyucunun kendisine kalmıştır. Bu yüzden yır özneldir.

Herhangi bir yırın herhangi bir kimsede uyandırdığı duygu ve düşünceyle, bir başkasında çağrıştırdıkları bambaşkadır.

Birbiriyle tümüyle özdeş kişilik özellikleri taşıyan iki kişinin bile Behçet Necatigil’in

“Ya büyük şehirlerin birinde/Geziniyor kalabalık duraklarda/Ya yurdun uzak bir yerinde/Kahve, otel köşesinde/Nereye gitse bu akşam vakti/Ellerini ceplerine sokuyor/Sigaralar, kâğıtlar/Arasından kayıyor usulca/Eğilip alıyorum, kimse olmuyor/Solgun bir gül oluyor dokununca”

dizelerinden ya da Ümit Yaşar Oğuzcan’ın

“Ben seni sevdim mi? Sevdim, kime ne/Tuttum, ta içime oturttum seni/Aldım, okşadım saçlarını, öptüm/İçtim yudum yudum güzelliğini/Ben seni sevdim mi? Sevdim elbette/Bendeydi özlemlerin en korkuncu/Çıldırırdım sen ne kadar uzaksan,/Aşk değil, hiç doymayan bir şeydi bu/Ben seni sevdim mi? Sevdim doğrusu/Sevdikçe tamamlandım, bütünlendim/Biri vardı ağlayan; gecelerce/Biri vardı sana tutkun; o bendim/Ben seni sevdim mi? Sevdim, en büyük/En solmayan güller açtı içimde/Ömrümü değerli kılan bir şeydin/Sen benim bozbulanık gençliğimde/Ben seni sevdim mi? Sevdim, öyle ya/Bir çizgiye vardım seninle beraber/Ve bir gün orada yitirdim seni/Ben seni sevdim mi? Sevdim, Ya sen beni?”

yırından edineceği izlenim, çağrışım, duygu ve düşünce birbirinden özge olacaktır.

Oruç Aruoba’nın şu dizleri ne gibi bir duyguya sürüklüyor sizi?

“Özlediğin, gidip göremediğindir;/ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir;/ama gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-/ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-/ama, gidememen, görememen;/gene de, istemen”

Türk yazınından size bir solukta yüzlerce dize, onlarca ozan sıralayabilirim. Anlatımı bütünüyle kuru ve anlamı tümden belirgin tek bir yır bulamazsınız.

Ayrıca Türkçe söz konusu olduğunda yırın en ayırt edici özgeliği, bir sözcüğün anlatım örgüsü içinde, ozanın yaratıcılığına ve kullanılan dilin niteliğine bağlı olarak, sonsuz sayıda anlam yüklenebilme niteliğine iye olmasıdır.

Türkçe söz dizimi sözcüklere sonsuz sayıda anlam yükleme esnekliği sağlar.

Yırın (şiirin) etkileyiciliğini, büyüleyiciliğini, çekiciliğini yadsıyacak değilim. Ancak yır dilinin sıraladığım nitelik ve özelliklerinden dolayı; özellikle sözcüklerin kullanıldıkları herhangi bir söz öbeğinde, yer aldıkları bağlama göre işlev ve anlam kazanması yeni sözcük ve kavramlar türetmeyi engeller.

Bir sözcüğe anlatım örgüsü içinde sonsuz sayıda işlev ve anlam yükleyebiliyorsanız, neden yeni kavramlar türetmekle uğraşasınız ki; üstelik sözcüklere kazandırdığınız yeni işlev ve anlamlar, sizin ozanlık yeteneğinizin yetkinliğinin ve diliniz üzerindeki egemenliğinizin belgisi, göstergesi olarak görülürken!

Türkler bir yazın biçemi olarak yırın (şiirin) ötesine geçemediklerinden, düzyazıda bile yır dilinin etkisini kıramadıklarından Türklerin düşünsel evrimi yavaş ilerlemiştir.

Düzyazı nazımdan özge olarak kuru ve adı üstünde “düz” bir anlatıma iyedir. Anlatım açık ve durudur. Kavratılmak istenen ana düşünce, uyandırılmak istenen ana duygu doğrudan verilir, belirtilir. Çünkü düzyazı bir ana düşünce, ana duygu odağında gelişir ve biçimlenir.

Düzyazıda ister öykü ister roman, deneme, makale olsun, kavratılmak istenen ana düşünce ve duygu, anlatılan olay ya da durum, tüm yardımcı düşünce, duygu ve olgularla birlikte ayrıntılı olarak işlenir.

Yırda bir dilin dilbilgisi, özellikle söz dizimi kuralları esnetilip kırılabilirken, düzyazıya daha kurallı bir kullanım egemendir.

Düzyazının giriş-gelişme-sonuç sırasını izleyen sıkı kurallı yapısı, düşünce ve duyguların yöntemli ve düzenli bir biçimde işlenmesini birlikte getirmiştir.

Düzyazıda ağırlıklı olarak sözcüklerin birincil anlamı kullanılır. Yırda olduğu gibi sözcüklerin kullanıldıkları söz öbeğinde, bağlam içinde yeni anlamlar kazanması düzyazıda sınırlıdır. Anlatımın esnek olmaması, düşünce ve duyguların iletilebilmesi için yazarı yeni sözcükler türetmeye ve türettiği sözcükleri kavramlaştırmaya yöneltir.

Kavramlaştırma dilde yakın anlamlılığı geliştirdiği gibi, bir dilin düşünce ve duyguları en doğrudan bir biçimde aktarma olanaklarını genişletir. Dilde yeni yeni kalıpların yaratılmasına yol açar.

Kısacası Türklerin geçmişinde yalnızca Osmanlıcanın yapaylığı ve karmaşıklığı değil, anlatım bakımından nazımın ötesine geçilememesi de düşünsel gelişimi engellemiştir.

Türklerde en başta düşünbil (felsefe) olmak üzere bilimin bir türlü gelişmemesinin nedeni – laik eğitimin, dolayısıyla özgür düşünmenin olmaması dışında elbette - birbirini besleyen bu iki ana etkendir.

Yüzyıllarca Türkçe köklerden yine Türkçe eklerden türetilme Türkçe sözcüklerle düşünmek yerine; Arapça köklerden Arapçanın kurallarına göre türetilen Arapça sözcükler ve Farsça köklerden Farsça eklerle yapılan Farsça kavramlarla düşünce ve bilgi üretilmek istenmesi başarısızlıkla sonuçlanarak Türkçenin kısırlaşmasına; Türkçenin kısırlaşması ise Türkçeyi yır dilinde derinleşerek, hiç değilse yır dilinin olanakları üzerinden sözcüklere yeni yeni anlamlar kazandırmaya yöneltmiştir.

Tanzimat Dönemi ile birlikte başlayan çağdaş düzyazı geleneği Cumhuriyet döneminin uzan (usta) öykücülerini ve roman yazarlarını yetiştirmiştir.

Sait Faik’ler, Sabahattin Âli’ler, Reşat Nuri’ler, Aziz Nesin’ler, Hüseyin Rahmi’ler, Tanpınar’lar, Yaşar Kemal’ler, Demir Özlü’ler, Muzaffer İzgü’ler, Oğuz Atay’lar ve nice niceleri Türkçeyi bir kuyumcu özeniyle işleyerek Türkçenin bugünlere gelmesinde büyük emekler vermişlerdir.

Düzyazının gelişmesi Türkçenin anlatım olanaklarını genişletmiştir. Türkçenin kavramlar evreni ilk olarak ne yazık ki, Arapça ve Farsça sözcüklerin kavramlaşmasıyla genişlemiş olsa da Türk Dil Devrimiyle Arapça ve Farsça sözcüklerin yerini bugün Türkçeleri almıştır, almayı da sürdrüyor.

Örneğin Arapçada “yaşanan yer” anlamına gelen “vatan” sözcüğüne “bir ulusun üzerinde yaşadığı toprak” anlamını Türkler kazandırmıştır. Dil Devrimiyle de “vatan” kavramı Türkçe “yurt” ile karşılanmıştır.  

Bu süreç bugün de sürüyor.

Bugün Osmanlı ozan ve yazarlarının yaptıklarını ve yapamadıklarını yüzyıl öncesine göre çok daha bilimsel bir tabanda derinlemesine irdeleyip inceleyebiliyoruz.

Yalnızca Anadolu Türkçesi değil, eski ve yeni tüm Türk dilceleri üzerine hem ulusal hem de uluslar arası alanda gerçekleştirilen bilimsel çalışmalar sonucu edinilen bilgi birikimi ve deneyim, Türkçeyi ve Türk Dil Devrimini geleceğe taşıma konusunda bizlere güçlü ve köklü bir altyapı kazandırmıştır.

Artık bir işlevi ve işlerliği kalmamış Osmanlıca ile oyalanmak, Osmanlıcayı diriltmeye çalışmak yerine, Türkçeyi geleceğe taşımak için çalışmalıyız.

Bizim birincil görevimiz Atatürk’ün de belirttiği üzere “Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan” kurtarmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek kendisine “Türküm” diyen herkesin başlıca ödevidir.

Osmanlıca ölmüştür, Osmanlıca sözcükler de!

Ne Osmanlıcanın dirileceği vardır ne de Osmanlıca sözcüklerin!

Bu iş bitmiştir.

Osmanlı ozan ve yazarlarının Türkçelerini bile isteye soykırımdan geçirerek, dilimize yerleştirdikleri Arapça ve Farsça sözcükler de bilinçli ozan, yazar ve dilcilerin çabalarıyla ölerek yerlerini Türkçelerine bırakıyor.

Irmaklar ne zaman tersine akarsa, ancak o gün Türk Dil Devrimi son bulur. Bugüne dek tersine işleyen bir evrim görülmediği gibi gelişimi geriye atan bir devrime de tanık olunmamıştır!

Her ne olursa olsun Türk Dil Devrimi, kendi yatağında akan coşkun bir ırmaktır.

Türk Dil Devriminin gelecek on yıllar içinde Türkçeyi bir düşünbil (felsefe), ekin (kültür), yaratı (sanat), bilim, teknoloji ve uygarlık diline dönüştüreceğinden ve hak ettiği gerçek yeri ve değeri kazandıracağından kuşku duymuyorum.

Ne Mutlu Türküm ve Türkçe Konuşuyorum Diyene!

Bir dahaki yazımda Türk Dil Devriminin 16. yüzyıla uzanan köklü geçmişine göz atacağız. Daha ortaya çıktığı ilk dönemlerde bile Osmanlıcanın nasıl tepki gördüğünü birlikte göreceğiz.

Yorumlar (0)