ANNE! RÜZGAR ESTİ SAVURDU BAŞAĞIMIZI… Eluca Atalı - İsveç

ANNE! RÜZGAR ESTİ SAVURDU BAŞAĞIMIZI…

Eluca Atalı - İsveç

(Öykü)

ANNE! RÜZGAR ESTİ SAVURDU BAŞAĞIMIZI…

***

(Azerbaycan'ın istiklalı uğrunda mücadele eden bütün memleket evlatlarının annelerine ithaf ediyorum...)

Defalarca hapsedilip işkenceye maruz bırakılsam da, evimizi terk edip, kendime sakin, gözden uzak bir yerde mesken seçme düşüncesinde değildim. Fakat son işkence, öncekilerden daha kötüydü. İran’ın istihbarat teşkilatı elemanları beni tehdit ederek; ülkeyi terk etmediğim takdirde; ölümü göze almamı bildirdiler.

Ne kadar düşünsem de, seçim olanağım yoktu. Ağır ekonomik ve siyasi koşullar nedeniyle Güney Azerbaycan’ı terk etmekten başka çarem yoktu. Benimle omuz omuza mücadele eden onlarca vatansever, artık ülkeyi terk edip yurtdışına göç etmişlerdi. Tabii ki kendi istekleriyle değil. Açıklamak gerekir ise ; yönetimin pazarlarda, caddelerde, sokaklarda insanların geliş-gidişlerinin sık olduğu halka açık yerlerde darağacı kurup; ülke gençlerini ana-babalarının, kardeşlerinin gözleri önünde vahşice asıp bundan sadistçe zevk aldığı, insanı fiziksel ve ruhsal her yönden aşağılayan sahneyi yaşamadan hızlı davranıp, ipi boyunlarından çıkarıp kaçmışlardı. Her geçen gün işkencenin sayısını ve çeşidini artıran egemen güçler halktan; onların yönetim biçimlerine uyup, seslerini çıkarmamalarını istiyordu. Bu yüzden de ülkeyi, ülkenin kendi büyülüğüne eşit bir hapishaneye çevirip, halkı kendi ülkesinde esir gibi tutuyorlardı.

Bir benzetme yapılır ise , İran`da insanlar kurbanlık kuzunun kaderini yaşıyordu. En küçük bir karşı çıkmada kanlarının döküleceği kesindi. Ülkede adalet olmadığından, kan dökenin de sorunları çözmek için çıkar yol arama gibi bir derdi yoktu. Eğer yönetimin kendisi adaletsizlik üzerine kurulmuşsa, adalet mahkemesini kim kurabilirdi ki?! İşte bu yüzden de hakkını ispatlayamayıp, haksızlığın kurbanı olan binlerce Azerbaycan genci, ülkeyi terk etmekten başka çıkış yolu bulamıyordu.

İsimlerinden söz etsem; o gidenler arasından çoğunu sizlerde tanırsınız. Bizimle aynı mahallede büyümüş Ali; yurtdışından sığınma hakkı alıp Kanada’ya taşındı. Ona kalsaydı, yüz yıl da geçse, gitmezdi. Neden gitmeliydi ki? O zavallının kiminle ne işi vardı ki? İşi gücü ekip-biçmek ve evinin günlük ihtiyaçları için çalışmaktan başka işi yoktu. Acaba onun işlerinden hükümet politikalarına engel olacak ne vardı ki? Fakat ağabeyi Mesut, üniversitede sınıfından alınıp, sorgusuz-sualsiz, mahkemesiz hapishanede asıldıktan sonra, babası Hamit dayı, dertten yatağa düşüp hastalandı. Bundan sonra geride kalan tek oğlunun da kardeşi yüzünden zaman zaman gizli teşkilata götürülüp-getirilmesi, evlerinin didik didik edilip kitaplara el konması, aileye bir uyarı niteliğinde olduğundan, onu yurtdışına kaçırmayı uygun gördüler. Resul ise kız kardeşinin düğününden iki gün önce gitmek zorunda kaldı. Başka ne yapabilirdi? Ali Rıza ise üç kez hapishaneye düşmüş, oradan çıktıktan sonra aklına yatan, ak-kara, gece-gündüz, heyecan-sessizlik, hayat-ölüm, ışık-gölge secenekleri arasından kendisine bir yol seçip, ışık gelen yöne gitmesi gerektiği idi.

Arkadaşlarım seçimlerinde yanılmadılar. Vatanı terk etseler de, sevgisini dertleriyle birlikte seve seve kendileriyle birlikte gurbete götürdüler! Fakat ben annemi bırakıp gidemezdim. Çünkü onun tek evladı kalmıştı.

Mahalledeki arkadaşlarımdan, birisi evini terk edip gittiğinde annem derdi ki:

“Sen gözümün önünden gidecek olsan, ben ayrılık derdine dayanamam.”

Sonunda, bir gün annemle açık konuşmaya karar verdim. Sohbete şöyle başladım:

-Benim bu yönetime karşı düşüncelerim nedeni ile defalarca tutuklanıp işkenceye uğradığımı biliyorsun.

-Biliyorum! Hepsini biliyorum, dedi. Sakince yüzüme bakıp, başını birkaç kez salladı.

Onun sözlerimi onaylaması, düşüncemi açıklamama fırsat veriyordu. Bu yüzden de devam ettim:

-Fakat şimdi ölümle tehdit edildim. Eğer yurtdışına gitmezsem, beklenmedik olaylar yaşanabilir…

Son sözümü söyleyip, sustum. Konuşamadım, sesim çıkmaz oldu. Annemin yüzünün solması, renginin sararması, sohbeti devam ettirip düşüncemi açıklamama ve sözümü tamamlamama olanak vermedi. Fakat ortaya çöken sessizliği bu defa o bozdu:

-Her şeyi biliyorum, sen söylemesen de biliyorum.

Annem öyle dikkatle konuştu ki, sanki başıma gelenleri benden daha iyi biliyor gibiydi.

-Neyi? Diye sordum.

-Ağzıma taş deyip; ırak ırak, bizden ırak olsun. Kış kış olsun…. –diyerek, bu kez üzüntü ve tasayı insan yaşamından kovan yöresel deyimleri tek tek sayıp bitirdikten sonra, son ayda şehirde idam edilenlerin, tutuklanıp uzun süre hapis alanların isminlerini saydı. Sonda ise:

-Ne kal diyebiliyorum, ne de git! ”Oğlum, rüzgar esip savurmuş başağımızı!”… dedi.

Sözünü bitiren annem, bir an konuşmadan bana baktı. Yüreğinin dolu olduğunu, fakat belki de kalbindekileri dile getirmekle beni kıracağından korktuğunu hissettim. Neden sustuğunu bilemedim, tek bildiğim kalbinin çok dolu olduğu idi.

Sonra ayağa kalkıp yan odaya geçti. Biraz zaman geçtikten sonra yanıma gelip karşımda durdu. Sağ elini öne, bana uzatıp ağlaya ağlaya :

-Şunları al, canını kurtar. Kaç git!

Kulaklarıma inanamıyordum. Gerçekten mi? Bunları annem mi söylüyordu? Şaşkın bir şekilde yüzüne baktım. Öyle şaşkın durup, onun ne yaptığını anlayamadığım için. Daha sonra ekledi:

-Ben sana, gözümün önünde olmanı istediğimi derken, seni daima neşeli ve sağlam görmek istiyordum. Fakat ben senin mezarının göz önünde olmasını istemiyorum.

“Senin mezarın” kelimesi annemi duygulandırdı ve bu söz onun yüksek sesle hıçkırarak ağlamasına neden oldu. Annemin, bu sözün anlamını canlandırıp yaşadığı için duygulandığını düşündüm. Ona sarıldım, sıkı sıkıya kucaklaşıp ana-oğul, her ikimiz kara bahtımıza gözyaşı döktük.

Hatırlıyorum, o gece beni uyku tutmuyordu. Birden annemin odamın kapısını yavaşça açıp, başını içeriye uzattığını gördüm. Hareketsiz olduğumu, kapının açılışına hiçbir tepki vermediğimi görüp, uyuduğumu zannetti. Yavaş adımlarla ilerleyip yatağımın yanına geldi. Göbeğime kadar üzerime örttüğüm yorganı sırtıma çekerken, aniden onun elinden yapıştım.

-Annecim, ben çocuk değilim ki, gelip üzerimi örtüyorsun, kelimesini alçak bir sesle, biraz da kınayıcı bir tarzda söyledim ki, benimle ilgili kaygılarını azaltayım.

Annem ise yüzünü bana çevirip:

-Senin elli yaşın olsa da, benim gözümde hala beşikteki yavru gibisin. Sanki hiç büyümemişsin, beşikte sallayıp ninni söylediğim dönemlerindir…

Sabah erkenden Erdebil’deki baba ocağından çıktım. Hava henüz aydınlanmamıştı. O kadar erkendi ki şehrin, sabahın alaca karanlığında tan yeri ağarmadan uyanıp, nağmesiyle etrafa ses salan tarla kuşları bile ilkbahar nağmelerini geceden boğazlarında dinlenmeye bırakmışlardı. Yola çıkmaya acele mi ettim, diye düşündüm. Acaba bir daha onları duymak bana nasip olur mu?

Annemden ayrıldım… Bu kısmını konuşmaya hiç gücüm yok inanın. Bir de bana öyle geliyor ki, tüm anneler yavrularından aynı şekilde, aynı duygular ile ayrılırlar.

Sonunda annemden ayrılıp yola koyuldum ve biraz ilerledikten sonra dönüp arkama baktım. Annem bahçe kapısının eşiğinden, hala arkamdan bakıyordu. Kalbim dayanamadı, adımlamayı durdurdum. Öne değil, bu kez arkaya adım attım. Elimdeki çantayi yolun ortasında bırakıp, koşup annemi kucakladım.

-Anneciğim, dünyanın sonu değil ya?!, dedim.

-Seni son kez gördüğüm içime doğdu…, kelimesini kendine özgü kısık bir sesle dudak ucu ile dile getirdi.

Yolun ortasından çantami alırken içimden, kendi kendime, bir daha arkaya bakmayacağım, dedim. Fakat komşumuz Hasan dayının evinin yanındaki patikayı dönüp caddeye çıkarken, istem dışı bir hareketle boynumu arkaya çevirdim. Annem yeni dağılmaya başlayan sabah sisinin ortasında granitten yapılan bir heykel gibi hareketsiz, donup kalmıştı.

Annemden, doğduğum evden ve yerden ayrıldıktan sonra, cok güç koşullara katlanarak Avrupa’nın bir ülkesine yerleşebildim. Fakat burada da olsa, sakin bir hayat yaşayamadım. Burada da vatanın özgür, tek ve bütün olması için mücadelemi sürdürdüm. İran rejimine karşı muhalif çalışmalarımı; yerleştiğim yerden de her türlü izleyip, korkutup mücadeleden saptırmaya çalışıyorlardı. Burada da izleniyor ve tehditlere maruz kalıyordum. Kısaca, rejim için baş ağrısı olmuştum. İran İstihbarat Teşkilatı elemanları; defalarca annemi tehdit ederek, buradaki faaliyetime son vermem ve ülkeye dönmem için beni ikna etmesini istemişlerdi.

Fakat ben de annem de, geri dönmemin; şehir meydanında kurulup sahibini bekleyen darağacında sonuçlanacağını iyi biliyorduk. Ülkeye geri dönmeyi düşünmem bir tarafa, tam tersi annemi yanıma alma konusunda sürekli yollar arıyordum. Hatta turist olarak hiç değilse bir kez Avrupa’ya gelip görüşmemizi arzuluyordum. Bunun için o da uğraşıyordu. Birkaç kez pasaport almak için ilgili devlet kurumuna başvuruda da bulunmuştu. Bana göre ona pasaport vermeleri olanaksızdı.

Hatırlıyorum, bir kere telefonda ona şöyle dedim:

-Bu ayrılık beni çok üzüyor. Anneden ayrılık kadar dert olur muymuş?

Annem bana dedi ki:

-Oğlum, ihtiyar annen yerine, anavatanı düşün! Anavatan özgür olmasa, annelerin yüzü gülmez.

Her defasında onunla telefon sohbeti yaparken, terk ettiğim tüm şeylerle ilgili kendisine sorular sorardım. Herkesten, her şeyden haberdar olmak istiyordum. Hatta bahçemizdeki elma ağaçlarının tamamının yerinde durup durmadığı, nasıl meyve verdiği bile gurbette vatana ilişkin sorularımın arasında idi .

Bu yerde beni kimsenin anlayacağına inanmıyorum. Bunu yalnız vatanından gurbete sadece bir çanta ile çıkmak zorunda kalanlar bilir. Böylece tam on dört yıl annemi göremedim.

Bir gece telefon çaldı. Uzaktandı, fakat tanıdık bir sesti. Ses mahallemizin büyüğü Hasan dayı aitti. Annemin aniden vefat ettiğini söyledi. Ben kendisine aradığı için teşekkür ettim ve yarın bilet alıp annemin defin törenine katılacağımı söyledim…-

Adam biraz tutuldu, konuşamadı. Fakat sonra pişman olmuş gibi konuşmasına devam ederek şöyle dedi:

-Annen önceden hastaydı. Fakat durumu aniden bozuldu. Biz bu hastalıkla gideceğini zannetmiyorduk. O sırada seni arayıp haberdar etmek istedik. Fakat annenin son vasiyeti, ölüp toprağa verildikten sonra seni haberdar etme şeklinde oldu. Annen, kendisi yüzünden senin sıkıntı çekmeni istemiyordu. Hatta defin töreninden sonra da ülkeye dönüp onun mezarını ziyaret etmemeni vasiyet etti.

Sonra Hasan dayı, annen ölürken senin resmini elinde tutmuştu, bağrına bastı, son nefesinde üç kez senin ismini söyleyip vefat etti, dedi.

Bu durumda konuşmak istesem de, kekelemeye başladım. Sesimin kesildiğini anlayan Hasan dayı, aslında bunu sana söylememeliydim, diye ekledi.

O pişman olsa da, ne fayda! Ağızdan çıkan hangi kelime geriye dönmüş ki, onunki yerine dönsün, ben de rahatlayayım. Annemin, son dakikalarında içinden nelerin geçtiğini, nasıl yaşadığını kendi kendime epey düşündüm.

Demek, annem ölümüyle de benim üzülmemi istemiyordu!

Hasan dayı ile sohbetimiz bittikten sonra dermanım kesildi, bedenim halsizleşti. Elimdeki telefon oturduğum çekyatın üzerine düştü. Ayağa kalkıp annemin duvara asılı çerçeveli resmine doğru yöneldim. Yüz yüze durup bir hayli sessizce ona baktım.

On dört yıl önceye, son görüşümüze gittim. Annem cep mendilini çıkarıp kara günümüz için biriktirdiği kara kuruşları bana uzattı. Heyecandan mı nedir bilmem, ellerim titredi. Bu yüzden de paralar mendilin arasında durmayıp, şıkırtıyla yere dağıldı. Kağıt paralar ise hafif olduklarından yere ulaşmayıp havada uçuşuyordu.

Al, git! Kaç git! Git!... Bari sen sağ kal!, dedi.

Ben ikimizin ayağının altına dağılmış paralara bakıp, hepsinin ikimizin birlikte yol masrafımızı karşılamadığı için üzüldüm…

Uzun hikayedir, öyle değil mi?

Fakat vatanın esir evlatlarından hicbirinin gurbet hikayesinin bundan farklı olacağına inanmıyorum. Benim geçtiğim yoldan kısa olsa da.

Gurbet hikayelerinin tamamı aynı şekilde, aynı renkle yazılır.

Yorumlar (0)