Ayın öyküsü: Robot Hasan'ın ikinci gidişidir

Ayın öyküsü: Robot Hasan'ın ikinci gidişidir

Onu ilk gördüğümde annemle öğretmenim tarafından tamirci çırağı olmakla tehdit ediliyordum. “Boş ver,” dedi, “buradan iyidir.” İkincisi yağmurdan sebep bahçeye çıkmamıza izin verilmeyen bir teneffüstü. Bayrak direğinin önünde robot dansı yapıyordu sırılsıklam. Benim teyzemler Almancı, yazları geldiklerinde kuzenlerim öğretiyor, demişti. Bir iki numara da bana öğretsene, sen şunu yapabilir misin, vay ben daha iyi yaparım derken Mareşal Fevzi Çakmak İlkokulu’nun, bölge ikincisi folklor ekibi de dahil, en iyi dansçıları olduk. Benim robot dansımın şöhreti bütün okulu sarmaya başlayınca Hasan’ın kokusu da çıktı tabi.

O 10 Kasım’da ben şiir okurken Hasan çıkageldi. Elimden tutup ver etti elektriği namussuz. Paşa’ya saygımdan şiir bitene kadar dişimi sıktım. Hasan’ın sol eliyle yağmur yüklü bulutlardan devşirdiği iyonlar, benim sağ elimden ters yıldırımlar olarak tekrar göğe ağdı ve biz bütün okulun şaşkın bakışları altında, iki başlı ve oynak bir ahtapot gibi bütün aleme nanik yaparak dans ederken müdür muavininin tokadı hayatımızın yaklaşık on beş saniyeden ibaret altın devrini kapatıverdi.

Bülbül gibi şakıdım müdürün odasında. Hasan böylece deşifre oldu. Ondan sonra ne doktoru kaldı gitmediğimiz ne hocası. Baktım adım iyice deliye çıkıyor, Hasan, dedim ben artık yokum. Tek kelime etmedi Hasan. Arkasını döndü ve gitti. Bir robot nasıl arkasını döner ve giderse öyle. Çok yapamadı ama bensiz, nasılsa geri döndü. Gizli kapaklı sürdü dostluğumuz.

Hasan benle birlik kalkar sabahları. Erkenciyse çayı koymuş olur, Nezaket’i balkona çıkarır. Kahvaltıda pek konuşmaz. Hele bazı gün ağzını bıçak açmaz. Ben de üstüne gitmem o vakit.

Gün içinde daireye uğradığı olur, kahvemi içer. Onun dışında ne yapar akşama kadar, bilmem. İş çıkışı hava güzelse Kordon’da yürürüz biraz. Bir sigara yakar. Bana vermez. Belki bir fırt…

Akşam eve döneriz, ışığımız yanar, soframız kurulur. Keyfimiz yerindeyse bir ufak açarız. Güzel olunca, o ara artık hangisine sarmışsak, en son tangoda kalmıştık galiba, meşrebince bir şey açar dans ederiz. Kendi halimizde yuvarlanır gideriz işte anlayacağınız. Daha doğrusu gidiyorduk. Geçen haftaya kadar.

Gün batmaya yakın Yaşar Aksoy Parkı’na ineriz bazen ki yılın bu zamanı Güzel İzmir Fırını’nın akşam ekmeğini çıkardığı saate denk gelir. Termosla nevale bendedir, ekmeği Hasan alır. Oradan parka ineriz. Ben çayları koyarım, Hasan incecik kaşarı dizer ekmeğin içine. Ağzımız dolu dolu, yeni alınan kapalı vapurlara -Atillâ İLHAN hâriç- söveriz. Hasan sigarasını yakar. Bana vermez. Belki bir fırt… O gün yakıp uzattı. Ardını da getirdi:

“Rıfat,” dedi, “ben gidiyorum.”

“Nasıl gidiyorum?”

“Basbayağı gidiyorum işte.”

“Nereye gidiyorsun oğlum, nasıl gidiyorsun?”

“Boş ver nasılını. Gidiyorum işte.”

Sigarayı ağzıma götürmek aklıma geldi. Derin bir nefes çektim.

“Hasan. Güzel kardeşim. Yirmi senedir beraberiz. Şimdi kalkmış gideceğim diyorsun, niye diyorum, boş ver diyorsun. Delirtme beni oğlum ne oldu söylesen lan?”

“Ne güzel dedin yirmi senedir birlikteyiz. Kulağında kulaklık var hâlâ.”

“Milleti bilmiyor musun Hasan?”

“Ben milleti biliyorum da millet beni bilmiyor.”

“Tımarhaneye mi koysunlar beni, bunu mu istiyorsun? Hem ne olacak seni bilecekler de milletvekili mi seçecekler pezevenk? Beni biliyorlar da ne oluyor?”

“Çok çok makara yapıyor der, geçerler. Ne tımarhanesi?”

“Oğlum sen ciddi ciddi bu yüzden mi gidiyorsun şimdi?”

“Senin için ne kadar basit değil mi?”

“Ne yapayım abi peki, söyle. Gazeteye ilan mı vereyim yirmi senedir aslında olmayan biriyle yaşıyorum, diye?”

“Olmayan?”

“Onu demek istemedim.”

Hasan gitti. Ben kalakaldım. Son vidama kadar sökmüşler, içimin en güzel parçasını çıkarmışlar, alelacele toparlamışlardı sanki. O an ayağa kalksam dağılıverecektim.

Ertesi gün tanıdığım kim varsa doğum günüme çağırdım. Üşenmedim, salonu süsledim çocuk gibi. Geldiler birer ikişer. On kişi var yok. Pasta kesildikten sonra sandalyemin üstüne çıktım: “Geldiğiniz için tekrar teşekkür ederim. Bugün sizi doğum günüm için çağırmadım aslında, doğum günüme altı ay var, kutlamak da âdetim değildir. Zaten doğum gününden çok yoksul cenazesine benziyor her şey. Nasıl bilirsiniz beni? ‘İyidir,’ dediğinizi duyar gibiyim. Değilim lâkin, yirmi yıldır birlikte yaşadığım dostum Hasan, nâm-ı diğer Robot Hasan tarafından terk edildim. Hem de sırf sizin gibi doğum gününde kıravattan başka bir şey getirmeyi akıl edemeyen fasulyeden arkadaşlarıma ondan bahsetmedim diye. Kafanız karışmasın: Hasan diye biri var, sadece ben görebiliyorum, siz göremiyorsunuz. Hâliyle de inanmıyorsunuz. Haklısınız da insan görmediği şeye inanmaz. Allah hariç. O Allah’tır çünkü. Hasan Allah değildir. Sıkıldım. Pasta almayan kaldı mı?”

Buz gibi oldu salon. Müdüre Hanım güldü yalandan: “Rıfat Bey’in şu şakaları da olmasa…” İş arkadaşlarım onayladı hemen. Annem ne diyeceğini bilemediğinden ve bu yaştan sonra tamirciye verilemeyeceğimden olsa gerek zoraki tebessüm etti. Kapı çaldı: Hasan. Bir büyük almış, boynunda kurdelesi. “Sav şunları,” dedi.

Akşam yine soframız kuruldu, ışığımız yandı. İlk yudumları çektik mübarekten.

“Gönlün oldu mu?” dedim.

“Affet,” dedi, “kime neyi anlatıyorsun hey Hasan?”

“Vur hadi Hasan Efendi. Döndün ya…”

“Roman yapalım mı bu akşam?”

“Olur.”

Hakkı Onur ULU

Kaynak: 

parsomenfanzin.com

Yorumlar (0)