Dillerin doğuşu: Dünyadaki dillerin kökeni tek dil midir, çok dil midir?

Dillerin doğuşu: Dünyadaki dillerin kökeni tek dil midir, çok dil midir?

S. Bosnalı, S. Eker, M. Erdem, J. Garibova, S. Koca Sarı, B. Erdağı Doğuer

Konu: Dillerin sınıflandırılması, Dilin kökeni araştırılırken hangi kaynaklardan hareket edilmiştir, Bir dilin dil olması için gerekenler, Dilin kökeninin dayandırıldığı varsayımlar, Dilin kökeni nereden gelir, Dillerin doğuşu, Dilin kökeni teorileri

Her nekadar bazı dilbilimciler bütün dillerin tek bir kökenden türediğini kanıtlamak için çalışmalar yürütseler de (Ruhlen 1997), bütün dillerin tek kökenden (monogénèse) mi yoksa farklı mekân ve zamanlarda ortaya çıkmış farklı dillerden mi türediği (polygénèse) konusu henüz aydınlığa kavuşturulamamıştır. Bununla birlikte karşılaştırmalı dilbilimi çalışmaları önemli sayıda dil arasında genetik bağın bulunduğunu, yani bazı dillerin tarihin bir döneminde var olmuş bir ‘anadilden’ türediğini ispatlamıştır. Buradan hareket ederek aynı anadilden türeyen dillerin bütünü için ‘dil ailesi’ terimi kullanılmıştır. Ancak bu farklı dil aileleri arasında da genetik ilişkinin bulunduğunu ileri süren çalışmalar da mevcuttur. Örneğin Ruhlen bütün dünya dillerini on üç ‘büyük dil ailesi’ etrafında sınıflandırır. Bu tür çalışmalar, özellikle ‘Nostratik’ veya ‘Avrasyatik’ dil ailesi varsayımı çerçevesinde yaygındır. Pedersen (1903), Hint-Avrupa dil ailesini, Ural, Altay, Eskimo-Aleut ve Semitik dil aileleri ile birlikte ‘Nostratik’ diye adlandırdığı bir ‘büyük dil ailesine’ bağlamak istemiştir. Bu varsayım 1960’lı yıllarda, Rus ekolünden Dolgopolski ve Illitch-Svitytch tarafından ciddi biçimde ele alınmış ve geliştirilmiştir. Bunlar Nostratik büyük dil ailesine ayrıca Kartveli, Dravid ve Çukçi-Kamçatki ailelerini de katmışlardır. Son olarak, Nostratik kuramı taraftarı olan Greenberg (1987), Hint-Avrupa dillerinin, Ural, Altay ve Eskimo-Aleut dilleri ile akraba olduğunu ileri sürmüş ve bunları ‘Avrasyatik büyük dil ailesi’ adı altında değerlendirmiştir.

Johanna Nichols gibi bazı dilbilimciler ise, ‘dil ailesi’ yerine ‘köken’ terimini tercih etmişlerdir. Johanna Nichols dünya dillerini genetik açıdan 251 ayrı ‘köken’ (dil ailesi) olarak sınıflandırmıştır. Dillerin köken bakımından da düzensiz olduğu görülmektedir. Bazı kökenler yüzlerce dili barındırır: Pasifik ve Nijer-Kongo dil ailelerinin her biri yaklaşık 1,000, Hint-Avrupa dil ailesi 200 dilden oluşur. Bazı kökenler ise tek bir dilden meydana gelmektedir. Baskça gibi izole diller olarak adlandırılan bu dillerin diğer dillerle köken bağı bulunmamaktadır.

Köken temelinde ele alındığında, dil çeşitliliğinin coğrafi dağılımının düzensiz olduğu göze çarpar. Köken çeşitliliği bakımından güney yarım kürenin daha zengin olduğu açıktır. 157 farklı dil kökeni barındıran Amerika kıtasının en zengin coğrafya olduğu anlaşılmaktadır. Avrupa kıtası ise sadece 6 köken ile dil çeşitliliğinin en az olduğu coğrafyadır. Yeni Gine’de ise çok sayıda izole dil bulunmaktadır (Nettle & Romaine 2003: 43). Dil çeşitliliğinin en yoğun olduğu bölgeler ‘yerlilerin’ yaşadığı alanlardır. Bu halkların dünya nüfusundaki oranı % 4 olmakla birlikte, dünya dillerinin yaklaşık % 60’ı bu nüfus tarafından konuşulmaktadır (Nettle & Romaine 2003: 18).

Dil çeşitliliği bakımından iki farklı bölge bulunmaktadır: ‘kalıntısal bölgeler’ ve ‘yayılım bölgeleri’. Dil çeşitliliğinin yoğun olduğu ‘kalıntısal bölgeler’, farklı kökenden dilleri konuşan az nüfuslu dil topluluklarının yaşadığı ve çok dilliliğin neredeyse kural olduğu bölgelerdir. Papua Yeni Gine kalıntısal bölgelere en iyi örnektir. ‘Yayılım bölgeleri’ ise, tarihi süreç içerisinde bir veya birbirine yakın birkaç dilin farklı nedenlerle geniş coğrafyalara yayılarak oradaki diğer dilleri yok etmesi sonucu oluşan dil bölgelerdir. Örneğin Latincenin yayılması, Etrüskçe gibi daha birçok dilin yok olmasına yol açarak Avrupa’nın dil kökeni bakımından çeşitliliğini zayıflatmıştır (Nettle & Romaine 2003: 43).

Ulusal Dil

Birçok ülke, anayasalarında ulusal dillerini belirtmişlerdir. Fasold (1984: 77) ulusal bir dilin özelliklerini a) ulusal birliğin ve kimliğin amblemi olması, b) geniş ölçüde günlük bütün iletişimde kullanılması, c) ülke çapında geniş kitleler tarafından akıcı bir şekilde kullanılması, d) ülkede bu dilin yerini alabilecek, onunla yarışabilecek bir dilin olmaması, e) birliğin sembolü olarak algılanması ve f) geçmişle kuvvetli bir bağ kurması şeklinde sıralar.

Ulusal dil ile çağdaş dönemin bir ürünü olan resmi dil kavramını da birbiriyle karıştırmamak gerekir. Resmi dil, ülkenin tamamı veya bir bölümünde resmi yazışmalar, devlet organları, idareler, mahkemeler, eğitim-öğretim ve kamuya yönelik tüm özel kuruluşlarda kullanılmak üzere yasayla belirlenen veya fiili olarak kullanılan dildir (Baggioni 1997: 192). Bağımsızlıklarını yeni kazanmış ulusal devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, devlet ve yönetim işlevlerinin gelişmesine bağlı olarak bu ülkeler için resmi dil seçimi kendini dayatmıştır. Genellikle bir dil resmi veya ulusal bir seviyeye taşınırken standartlaşma çalışmaları yapılır. Standartlaşmanın aşamaları için bk. Demir (2007). Her ne kadar bazı ülkelerde ulusal dil ile resmi dil kavramları tek bir dili ifade etse de, bu kavramların farklı dilleri ifade ettiği çok sayıda ülke bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, her ulusal dil resmi dil statüsüne sahip değil; her resmi dil de bir ulusal dil olmak zorunda değildir. Resmi dil, ülke sınırları içinde yaşayan herhangi bir halkın dili olabilir; söz konusu dil ülke toplumunun çoğunluğunun dili olabileceği gibi azınlığın dili de olabilir. Ayrıca ülkede yaşayan halkların dillerinden birine resmi statü vermek yerine bütün topluma yabancı olan bir dil de bu statüyü taşıyabilir. Örneğin Fransızcanın resmi dil olarak kabul edildiği birçok Afrika ülkesinde, ulusal dil ile resmi dil birbirlerinin zıttı konumundadır. Senegal bu ülkelerden biridir. Ayrıca bir devlet iki, üç veya dört dili resmi dil olarak tanıyabilir.

Yansımaları Temel Alan Görüş

Hangi dili ele alırsak alalım, doğadaki sesleri yansıtmaya, taklit etmeye yönelen öğelere rastlarız. Bu öğeler insan ve ses bağır mal arıyla kükreme, havlama gibi hayvan seslerini yansıttıkları gibi, ses çıkaran her türlü varlığın seslerini vermeye de yönelirler. Türkçemizdeki miyavlamak, havlamak, böğürmek, kükremek, gıdıklamak, melemek… gibi hayvan seslerini gösteren eylemlere eğilirsek bunların temelde belli seslerin taklidine dayandığı, sonradan dilin belli kalıplarına dökülerek eylemleştiğini görürüz. Üflemek, holdamak, horlamak, inlemek gibi, insan seslerini gösteren eylemlerde de durum aynıdır. Sözvarlığı içindeki öteki öğelerden birçoğu da yine bir belli sesin betimlenmesinden ortaya çıkmıştır: takır tukur, takırtı, çatırtı, şırıldamak, şarıldamak, gümbürdemek, gümbürtü, çatır çutur (farklarına dikkat ediniz) öğeleri bunlann yalmzca birkaç örneğidir.

Dilde Yapısal çeşitlilik

Temel işleyiş kuralları ve bazı yapısal özellikler (evrenseller) bakımından benzerlik göstermelerine karşın (Greenberg 1963), diller yapısal veya tipolojik bakımdan da müthiş bir çeşitlilik sergilerler. Amerikan dilbiliminin yerlilerin dilleri ile İngilizceyi karşılaştırmak amacıyla yaptıkları çalışmalar ile çağdaş dilbilimin ‘dil tipolojisi’ adı altında yürüttüğü incelemeler dillerin bu açıdan ne denli çeşitli olduğunu göstermektedir. Dünyada var olan 6,000 kadar dilin farklı bir sistemi olduğu varsayımından hareketle, 6,000 farklı sistemin varlığından söz edilebilir.

Hiçbir genetik ve tarihsel ilişkisi olmayan X ve Y dillerinde ortak şemalar mevcut olmakla birlikte diller farklı tipolojik özelliklerine göre sınıflandırılırlar. Gramer unsurlarından yola çıkarak gösterge değişkesi tipine göre diller bükümlü, eklemeli, yalın diller olarak farklı tiplerde sınıflandırılır. İlgi kavramlarının ifade şekline göre dilleri analitik, sentetik ve polisentetik olmak üzere farklı kategoride sınıflandırmak mümkündür. Bazı diller (Çince, Japonca, Tayca) klasifikatör kullanırken bazı diller bu tür sözcük kategorisine sahip değildir. Bazı diller ergatif, bazı diller akuzatif kullanırken bazı diller ise bunların hiçbirini kullanmaz. Bazı dillerde bağımlı (relatif) bileşik cümle vardır yerli dilleri bu tür cümle biçiminden yoksundur. Sözdizimi bakımından da diller çeşitlilik sunar. Bununla ilgili bir çalışma yapan Greenberg (1966: 107), bütün dil ailelerinin temsil edildiği 30 dilden hareket ederek dünya dillerinin sözdizimsel çeşitliliğini değerlendirmiştir. Sözdizimi bakımından bütün kombinezon mümkün görülmekle birlikte en yaygın modelin ÖTE (% 39 Türkçe, Japonca, Hintçe, Amerika yerli dilleri ve Okyanusya dilleri) ve ÖET dilleri (% 36 Rumence, Slav dilleri, Monkhmer vb.) olduğu görülmektedir. EÖT dillerin oranı % 15’tir (Semitik, Kelt dilleri vb.). Dillerin % 10’u ise (Malgaş, Polonezya, Melanezya dilleri vb.) diğer üç mümkün sözdizimi kuralına (TÖE, TEÖ, ETÖ) tabidir.

Toplum-dilsel çeşitlilik

‘Bir dilin dilbilimsel tanımı başka, sosyo-politik tanımı ise genellikle çok başkadır’ (Delbecque 2006: 289). Dünya dillerinin önemli bir bölümünü resmi olarak tanınmayan, hatta yazısı/alfabesi olmayan ve sadece yerel halk tarafından evlerde kullanılan diller oluşturur. Dil başına ortalama konuşur sayısı sadece 5,000 – 6,000 kişidir ve dillerin % 85’inin konuşur sayısı 100,000 kişiden azdır (Nettle & Romaine 2003: 37). Gerçekten diller sosyo-politik bakımdan da birbirlerinden farklıdırlar. Diller sahip oldukları siyasal statüleri ve sosyal işlevlerine göre veya konuşurlarının bazı niteliklerine göre farklı adlar altında farklı kategorilerde sınıflandırılırlar. Bu sınıflandırma veya adlandırma, diğer yandan, dillerin konumunu ve geleceğini bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak etkileyen bir unsurdur. Dolayısıyla siyasal ve sosyal açılardan dil ulamlarına ve bu bağlamda karşılaşılan bazı terim ve kavramlara değinmek faydalı olacaktır.

Ana dili, ortak dil, ulusal dil, resmi dil ve standart dil

Ana dili (mother tongue) konuyla ilgili diğer bir kavramdır. Ana dili, çocuğun (0-2, 3 yaşları) annesinden konuşmayı öğrendiği ilk dildir (Dalby 2003: xi). Birinci dil (first language) de zaman zaman ana diliyle örtüşür. Dünyada birçok yerde insanlar çok dilli, çok varyantlı ortamlarda yetişirler. Bu durumlarda ana diliyle birinci dil kavramları arasında fark oluşabilir. Bu tür çevrelerde ana dili belki ilk öğrenilen, edinilen dil olabilir. Fakat zamanla ikinci dil ilk öğrenilen dil konumuna yükselebilir. Örneğin Galler bölgesinde doğan bir çocuk annesinden Galceyi ana dili olarak öğrenir. Zamanla İngilizce kişinin daha çok kullanım alanına girer ve Galce çocuğun çocukluk anılarında kalan, kullanışlı olmayan bir dile dönüşebilir. Bu durumda artık birinci dil Galce değil, İngilizcedir. Bu gruptakine benzer ana dili artık birinci dil olmayan veya baskın dil olmayan birçok insan vardır (Davies 2001: 515).

Çince, Arapça, Latince, Aramice ve Sanskritçe gibi aynı zamanda bir dinle ilişkili olan diller, eski imparatorluklarda yönetim dili işlevini yerini getiren ortak dillerdir. Ancak Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi Rusya ve diğer Avrupa devletlerinde ortak dil ile devlet arasında organik bir bağ bulunmadığı için Hanedanlığa veya İmparatorluğa bağlı olan halkların hangi dili konuştuğunun pek önemi yoktur.

XV. yüzyıldan itibaren Avrupada bölgesel devletlerin güçlenmesine paralel olarak o dönemin bilimsel iletişim dili olan Latincenin hâkim olduğu alanlara zaman içerisinde kendini dayatan siyasal iktidarların özdeşleştiği ortak diller ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, XVI. yüzyılda Avrupa bölgesel devletlerinde oluşturulan ‘ortak dil’ ile günümüz Avrupası için kullanılan ‘ulasal dil’ birbiriyle uyuşmaz. Bu ‘ortak dil’ ancak XIX. yüzyılda yeni bir sosyal yapı olan ulus-devletin olgunlaşmasıyla ‘ulusal dil’ niteliği kazanır. Modern ulus-devlette, dil ile ulus arasında yeni bir ilişki kurulur: burada dil ulusun temel taşıdır. Ulus-devlet kendi varlığı ve bekası için ülkenin dilsel olarak özdeş bir yapıya ulaşmasını hedefler. Dolayısıyla, etnik kökeni veya ana dili ne olursa olsun, örneğin her Fransız vatandaşının ‘ulusal dili’ Fransızcadır; onu Fransız yapan Fransızcadır. Almanya, İtalya gibi ülkeler için de geçerli olan bu model dünyanın birçok ülkesi (Japonya, Çin, Malezya, Endonezya, İran) tarafından da benimsenmiştir. Genellikle standart dili de kapsayan ulusal dil bölgesel veya etnik alt bölümleri de kapsar; politik, sosyal ve kültürel kimliğin dili olduğu için ulusal bir sembol görevi de üstlenir (Eastman 2001). Ulusal dille birlikte anılan resmi dil de ulusal kimliğin ve birliğin temel unsurlarındandır ve bir ulusun bireylerinin gurur kaynağıdır. Ulusal dil, okullarda eğitim dili olarak okutulan ve günlük konuşma dili olarak kullanılan dildir.

Ünlemleri Temel Alan Görüş

Kimi bilginler de dilin doğuşunu ünlemlere dayatmış, insanların çeşitli olaylar karşısında ruh ve bedenle ilgili duygularının etkisiyle
çıkardıkları ünlemlerin sonradan sözcüklere dönüştüğünü, çeşitli kavranılan karşıladığını ileri sürmüşlerdir. Tıpkı yansıma sözcükler gibi, ünlemlerin de her dilin sözvarlığında yerleşmeleri olağandır, örneğin dilimizdeki oflamak, inlemek gibi eylemleri bu türden sayabiliriz. Ancak bu öğelerin sayısının çok az obuası, dilin doğuşunu bunlara bağlanmanın da yerinde olmadığına tanıktır.

İş Kuramı

Yine XIX. yüzyılın sonlarında kimi bilginler, dilin doğuşunda ortak çalışma, birlikte iş yapmanın etkili olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bunlardan örneğin L. NOIRE, insanda düşünce ve konuşma yeteneğini uyandıran genel etkenin ortak çalışma olduğunu ileri sürüyor, yapılan ilk işlerin katmak olduğunu, ilk insan seslerinin bununla ilgili bulunduğunu varsayıyordu.

Bizce, insanların toplu halde iş görürken, yapılan işi kolaylaştırmak üzere birtakım ritmik sesler çıkardıkları bir gerçektir (örn. ağır bir kütüğü ya da boruyu bir yere çekerken, ağır bir aracı iterken çıkarılan hây-kop gibi sesler), ilkel kavimlerde iş yapılırken ritmik seslerin çıkarıldığı, basit şarkıların söylendiği de görülen bir olaydır. Ancak iş yapılırken çıkan sesler gibi, bu seslerin de dilin kaynağım oluşturduğunu kabul etmek kolay değildir. Herhangi bir iş yaparken çıkan sesin neye ait olduğu da (örneğin taş kırılırken çıkan ses taşa mı, çekice mi ait olacak, hangisinin adı sayılacaktır?) düşünülmesi gereken bir noktadır.

Dilin kökeni konusunda daha birçok varsayımlar, görüşler vardır. Bunlar arasında, dille müziğin aynı kaynaktan çıktığını ileri sürenlere, sözcüklerin sesleriyle anlamları arasında ilişki bulunduğu görüşünü benimseyenlere de rastlanır.

Yorumlar (1)
Kasım 3 yıl önce
Güzelce özetlenmiş,teşekkürler emeğinize