Deyimler Sözlüğü, Deyimler ve Anlamları, Açıklamalı Deyimler D Harfi

Deyimler Sözlüğü, Deyimler ve Anlamları, Açıklamalı Deyimler D Harfi

Deyimler Sözlüğü, Deyimler ve Anlamları, Açıklamalı Deyimler A Harfi, Atasözleri ve Deyimler, Atasözleri ve Açıklamaları, Türkçe Atasözleri

Atasözleri ve Anlamları İçin Tıklayınız.

A B C Ç D E F G H I İ K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

Deyimler ve Anlamları İçin Tıklayınız.

A B C Ç D E F G H I İ K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

D Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları


Dağ devirmek: Çok zor görünen işleri başarmak.

Dağ doğura doğura fare doğurdu: Çok büyük bir beklentinin çok küçük bir şeyle sonuçlanması.

Dağa çıkmak: Yerleşik düzene karşı çıkılarak eşkıyalık yapmak.

Dağa kaldırmak: Bir nedenden birini zorla ıssız bir yerde alıkoymak.

Dağarcığına atmak: Yeni bilgileri zihne yerleştirmek.

Dağdan gelip bağdakini kovmak: Sonradan bir yere gelen birinin eskiden beri orada bulunan birinin yerini haksız bir şekilde almaya çalışması.

Dağlara düşmek: Bir sorun, sıkıntı, üzüntü nedeniyle kaçıp ıssız bir yerde yaşamaya başlamak.

Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak.

Dal budak salmak: Birçok koldan yayılıp genişlemek.

Dalavere çevirmek: Hile ve dolanbazlıkla birini kandırmak.

Daldan dala konmak: Çok sık bir şekilde konuyu değiştirmek.

Dalga geçmek: Bir şeyi dikkate almamak, onun üzerinde kafa yormamak.

Dallanıp budaklanmak: Bir iş, konu ya da durumun yayılıp genişlemesi, karışık bir hal alması.

Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayla: Konu ile ilgisi olmayan saçma sapan sözler, anlamında.

Dama taşı gibi oynatmak: İlgili kişilerin sürekli olarak görev yerlerini değiştirmek.

Damağına tat değmek: Yaptığı, uğraştığı işten bir kazanç sağlamak. Yaptığı işten kazanç görmüş olmak.

Damarına basmak: Birini öfkelendirecek bir davranışta bulunmak.

Damarına girmek: Kişinin hoşlanacağı bir şey yapmak veya kendini o kişiye sevdirmek.

Damdan düşer gibi: Birdenbire ve yersiz olarak.

Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak veya bir şeyde ağırlığı ön plana çıkmak.


Dandini bebek: Avutulan bebek durumundaki kişi.

Dananın kuyruğu kopmak: Beklenen sonucun gerçekleşmesi.

Danışıklı dövüş: Önceden aralarında anlaşan kişilerin bu anlaşmayı yokmuş gibi kabul ederek başkalarını aldatmaları.

Dar gelirli: Geçim sıkıntısı olan kimse. Gelir kaynakları sınırlı olan.

Dar kafalı: Anlayışı, sezgisi, kavrayışı az, kıt olan kimse.

Dara düşmek: Para, geçim sıkıntısına düşmek.

Darda kalmak: Zor duruma düşmek.

Davul çalmak: Bir şeyi herkesin işitebileceği şekilde ortalığa yaymak.

Davul çalsan işitmez: Duymanın ve duyarsızlığın en üst seviyede olması, anlamında.

Dayısı dümende olmak: İş başında, üst makamlarda kendisine yardım edecek birinin olması.

Dediği dedik: Her istediğini yaptıran.


Defterden silmek: Biriyle arasındaki yakınlığa son vermek.

Defteri dürülmek: İşten uzaklaştırılmak.

Defteri kapamak: Söz konusu işi yapmaz olmak.


Değirmenin suyu nereden geliyor: İşin yürütülmesi için gereken para ve sermayenin geldiği yer. O işi besleyen ana kaynak.

Değiş tokuş: Bir şeyi verip yerine başka bir şey almak.

Deli divane olmak: Bir kimseyi aşırı bir şekilde sevmek.


Deli fişek: Şımarık, delice işler yapan.

Deliğe tıkmak: Tutuklayıp hapse koymak.

Deliksiz uyku: Çok rahat ve uzun süren uyku hali.

Dem vurmak: Bir konudan söz etmek.

Demir almak: Yola çıkmak, bir yerden ayrılıp başka yere gitmeye hazırlanmak.

Demir atmak: Bir yerde çok uzun bir süre kalmak.

Demokles'in kılıcı gibi: Sürekli olan bir tehdit ve şantaj.

Deniz kenarında kuyu kazmak: Bir şeyi kolayca elde etme imkânı varken zor yolları seçmek.

Deniz kurdu: Deniz konusunda usta olan tecrübeli kimse.

Denizde balık: Ele geçmesi oldukça zor olan şey.

Denizde kum onda para: Çok fazla parası olmak.

Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir ortama, duruma alışmakta zorlanmak, büyük şaşkınlık yaşamak.

Denize girse topuğu ıslanmaz: Çok tehlikeli olan işlerde dahi zarar görmeden çıkar.

Derdine düşmek: Bir soruna, bir şeye çözüm yolu bulmaya çalışmak.

Derdini deşmek: Birinin var olan bir derdinden bahsetmek, onun yeniden üzülmesine neden olmak.

Derdini dökmek: Derdini en ayrıntısına kadar anlatmak.

Derdini Marko Paşa'ya anlatmak: Derdini dinleyecek üzülecek kimse yok anlamında.

Dereden tepeden konuşmak: Rastgele, havadan sudan konuşmak.

Dereyi görmeden paçaları sıvamak: Ortada hiçbir neden yokken bir şeye hazırlık yapmak.

Derisine sığmamak: Çok kibirlenmek, böbürlenmek, şeytani gurur.

Derli toplu: Bir şeyin parçalarının bir arada olması, darmadağın olmaması.

Derme çatma: Yeterince vakit ayrılmamış, özensizce yapılmış.

Dert ortağı: Aynı sorunu yaşayan kişilerden her biri.


Dert yanmak: Bir kişiye sızlanarak derdini anlatmak.

Dertsiz başını derde sokmak: Hiç gerek yokken üzüntü veren bir işe girişmek.

Deve kini: Kolay kolay geçmeyen, sürekli olan, unutulmayan kin.


Deve kuşu gibi: Sorunların üstüne gideceğine sorunları görmezlikten gelen, onlara gözünü kapayan.

Deve nalbanta bakar gibi: Yadırgadığı bir şeye bakarcasına.

Devede kulak: Tümüne göre çok ufak bir parça.

Deveye boynun eğri demişler nerem doğru ki demiş: Bir işin her tarafında bir sorunun olması. Hiç doğru bir tarafının olmaması.

Deveye hendek atlatmak: Kişiye olmayacak veya olması çok zor bir iş yaptırmaya çalışmak.


Deveyi düze çıkarmak: Zorlukları ortadan kaldırıp işi yoluna koymak.

Deveyi havutuyla yutmak: Herkesin gözü önünde çok büyük hırsızlık yapmak, kendine menfaat sağlamak.

Devlet kuşu: Hiç umulmadık yerden zenginlik ve mutluluk getiren talih.

Dırdır etmek: Bir şeyi baş ağrıtacak şekilde sürekli söylemek.

Dırıltı çıkarmak: Bir şeyi zora sokarak geçimsizliğe yol açmak.

Dış kapının dış mandalı: Çok uzakta olan yakın kişiler, akrabalar için kullanılır.

Dışı hoca, içi baca: Görünüş ile özü birbiriyle aynı olmayan. Dıştan bakıldığında iyi, temiz ama gerçekte kötü kimse.

Dışı kalaylı, içi alaylı: Şeklen süslü, güzel ama iç tarafı kötü olan.


Dibine darı ekmek: Harcayıp bitirmek.

Didik didik etmek: En küçük ayrıntısına kadar aramak.

Dik dik bakmak: Bir kimseye sinirli bir şekilde bakmak.

Dik kafalı: Büyüklerinin sözlerine uymayan, inatçı kimse.


Diken üstünde olmak: Her an makamından yerinden olabilir anlamında kullanılır.

Dikili ağacı olmamak: Mal mülk veya geride bırakacağı hiçbir şeyi olmamak.

Dikine gitmek: Kimseyi dinlemeyen, bildiğini okuyan kimse.

Dikiş tuturamamak: Başarılı olamamak.

Dikiz etmek: Birine gizlice bakmak.

Dikte etmek: Birine zorla bir şey kabul ettirmeye çalışmak.

Dil ağız vermemek: Hastanın kendinden geçip konuşamaz bir duruma gelmesi.

Dil çıkarmak: Birisiyle alay etmek.

Dil dökmek: Birini bir şeye ikna etmeye çalışmak.

Dil ebesi: Gereğinden fazla ve esprili bir şekilde konuşan.


Dil otu yemiş: Sürekli ha bire durmadan konuşan.

Dil persengi: Konuşurken sürekli tekrar edilen söz.

Dil uzatmak: Birine, bir şeye aşağılayıcı sözler söylemek.

Dil yarası: Çok ağır ve kişiyi üzen bir sözün gönülde bıraktığı kırgınlık.

Dilden dile dolaşmak: Herkesçe konuşulmak.

Dile düşmek: Hakkında dedikodu çıkmak.

Dile gelmek: Konuşma yeteneği olmadığı halde konuşmak, dillenmek.

Dile getirmek: Bir meseleyi ortaya atmak, açıklamak, anlatmak.

Dili açılmak: Çeşitli nedenlerden konuşamayan birinin bir anda konuşmaya başlaması.

Dili ağırlaşmak: Hastalıktan güç konuşur bir duruma gelmek.

Dili dolaşmak: Korku, heyecan veya bir hastalık nedeniyle şaşırmak, bunu açıkça dile getirip ifade edememek.

Dili döndüğü kadar: Anlatma imkânı elverdiği şekilde.

Dili dönmemek: Bir sözü doğru söyleyememek, düzgün telaffuz edememek.

Dili güllü: Dili tatlı olan.

Dili tutulmak: Bir sebepten konuşamaz duruma gelmek.

Dili uzamak: Haddini bilmeden konuşmak.

Dili uzun: Kişileri incitecek, kıracak sözler söyleyen.

Dili varmamak: Bir şeyi söylemeye bir türlü gönlü razı olmamak.

Dili zifir: Kişileri inciten sözler söyleyen kişilere söylenir.

Dilimin ucunda: Çok iyi bilindiği halde bir şeyin bir türlü anımsanamaması.

Dilin kemiği yok: Kişinin konuşurken hata yapabileceği, yanlış konuşabileceği durumlar için kullanılır.

Dilinde tüy bitmek: Birine yol göstermekten bıkıp usanmak.

Dilinden anlamak: Birinin ne demek istediğini anlamak, duygu ve düşüncelerine anlam verebilmek.

Dilinden düşürmemek: Bir şeyden sürekli bahsetmek.


Dilinden kurtulamamak: Bir yanlıştan ötürü sürekli olarak eleştiri, sitem, sataşmaya neden olmak.

Diline dolamak: Bir kimseyi durmadan kötülemek.

Diline pelesenk etmek: Bir sözü yerli yersiz tekrarlamak.

Diline yörük: Çok fazla konuşkan kimse.

Dilini bağlamak: Bir kişiyi bir şekilde söz söyleyemez duruma getirmek.

Dilini eşek arısı soksun: Kişinin hoşuna gitmeyecek bir şey söyleyene karşı söylenilir.

Dilini tutmak: Bir işin sonunu da düşünerek rastgele konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak.


Dilini yutmak: Bir korku ya da şaşkınlık durumunda konuşamaz bir hal almak.


Dilinin altında bir şey olmak: Kişinin sözlerinden açıkça dile getirmediği bir şeyin var olduğunun anlaşılması.

Dilinin ucuna gelmek: Bir şeyi söyleyecek durumdayken söylemekten vazgeçmek.

Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden veya bir şeyden söz edilmek.

Dillere destan olmak: Bir olayın, durumun halk arasında yayılması, meşhur olmak, duyulmak.

Dilli düdük: Duyduğu her şeyi söyleyen kimse.

Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmeye çalışırken elindekini de kaybetmek.

Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek.

Dingo'nun ahırı: Disiplinin olmadığı, kimin girip çıktığı belli olmayan yer.

Dini bütün: Çok dindar, dinini tam olarak yaşayan kimse.

Dip doruk: Baştan aşağı, tepeden tırnağa kadar.

Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayan bir kişinin durumunu veya verimsiz, sonuçsuz bir şeyi anlatmak amacıyla kullanılır.

Direk direk bağırmak: Yüksek sesle bağırmak.

Dirsek çevirmek: Önceleri birlikte çalıştıkları, çok iyi anlaştıkları kimseleri kendinden soğutacak, uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak.

Dirsek çürütmek: Bir uğraş amacıyla çok uzun yıllar çalışmak.


Diskur geçmek: Nutuk çekmek.

Diş bilemek: Kızdığı birine kötülük yapmak için uygun zamanı beklemek.

Diş geçirememek: Gücü yetmemek, birine istediğini yaptıramamak.

Diş gıcırdatmak: Öfke ve kızgınlığını davranışlarına yansıtmak.

Diş göstermek: Gücünü hissettirmek, birini gücüyle bir şekilde tehdit etmek.


Diş kirası: Bir işe verdiği emeğin dışında fazladan elde ettikleri, kazandıkları.

Dişe dokunur: Önemli, hatırı sayılır bir şey yapmak.
Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, giyeceğinden keserek biriktirmek.

Dişine göre: Kendi gücüne, kuvvetine, kabiliyetine göre.


Dişini sıkmak: Dayanmak, katlanmak.

Dişini tırnağına takmak: Zorluk ve sıkıntılarla, bütün güç ve kuvvetiyle çalışmak.

Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Bir yiyeceğin kişi için çok az gelmesi.

Divan durmak: Hatırı sayılır biri karşısında saygı nöbetinde durmak. Onu ayakta elleri göğsü üzerinde bağlı beklemek.

Diyalog kurmak: Karşılıklı olarak konuşmaya başlamak.

Diz çökmek: Teslim olmak, birinin gücünü kabul etmek.

Dize gelmek: Boyun eğmek.

Dize getirmek: Birine kendi istediği şeyi yaptırmak. Ona boyun eğdirmek.

Dizginini kısmak: Mevcut yetki alanını daraltmak.

Dizginleri ele almak: Bir yerin yönetimini ele geçirmek, orayı yönetmeye başlamak.

Dizginleri salıvermek: Çok sıkı tuttuğu bir yönetimi gevşetmek.

Dizinde oturup sakalını yolmak: Kendine bakan, kendisine menfaati olan kimseye kötülük etmek.

Dizini dövmek: Çok pişman olmak.

Dizinin dibinde: En yakınında, hiç ayrılmadan yanında kalmak.

Dizleri kesilmek: Dizlerinde derman kalmamak, takatsiz olmak.

Dizlerine kapanmak: Kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak.

Dizlerinin bağı çözülmek: Heyecandan, korkudan, yorgunluktan ayakta duramayacak bir duruma gelmek.

Dobra dobra konuşmak: Çekinmeden, düşündüklerini olduğu gibi söylemek.


Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden sözü olduğu gibi açık açık söylemek.   

Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz olmamış bir şey için hazırlık yapmak.

Dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek: Birden fazla işin aynı zamana denk gelip sıkışık bir hal alması.

Dokuz doğurmak: Korkudan veya çok istenen bir şey ha oldu ha olacak diye tasalanmak.

Dokuz körün bir değneği: Yakınlarından birçoğunun kendisinden yardım beklediği kişi.

Dokuz köyden kovulmuş: Çeşitli olumsuz tutum ve davranışlarından dolayı hiçbir yerde tutunamamak.

Dokuz yorgan eskitmek: Ortalamanın üzerinde yaşamak.

Dolaba girmek: Tuzağa düşürülmek.

Dolap beygiri gibi dönüp durmak: Dar bir çevrede boşuna dolaşıp durmak.

Dolap çevirmek: Hile ile iş yapmak.


Dolma yutmak: Kanmak, aldanmak.

Dolmuş yapmak: Bir meslek, iş edinmek.

Dolu dizgin: Son hızla, çok süratli bir şekilde devam eden şey.

Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayacak zor bir durum için kullanılır.

Domuzdan kıl çekmek: Oldukça cimri birinden bir şey alabilmek.

Don gömlek: Bir kişinin üzerinde giysi olarak sadece don ve gömleğinin olması.


Dost kazığı: Birlikte iş görenlerin birbirlerine yanlış yapmaları. Oldukça acı veren durumlar için kullanılan bir deyim.

Dostlar alışverişte görsün: Sırf gösteriş olsun, iş görüyor densin diye.

Dozunu ayarlamak: Ölçülü olmak.

Dökülüp saçılmak: Bir şeye fazla para harcamak.


Döner taşı, öter kuşu olmamak: Mal mülk, evlat gibi hiçbir şeyi olmamak.

Dönüm noktası: Bir şeyin, durumun terk edilip başka bir duruma geçmesi.

Dört ayak üstüne düşmek: Oldukça tehlikeli bir durumdan zarar görmeden kurtulmak.

Dört başı mamur: Her açıdan istenildiği gibi olan.


Dört dönmek: Bir işi yapmak için şaşkınlık ve telaşla sağa sola koşmak.

Dört dörtlük: Tam, hiçbir eksik olmadan.

Dört duvar arasında: Evde, kapalı bir yerde.

Dört elle sarılmak: Yapacağı iş için büyük emek sarf etmek.

Dört gözle ağlamak: Gereğinden fazla yakınmak.

Dört gözle bakmak: Çok dikkatli bir şekilde bakmak.

Dört gözle beklemek: Pek isteyerek, özleyerek beklemek.

Dört köşe olmak: Çok sevinmek.

Dört üstü murat üstü: İşi daima yolunda olan keyifli kimse.

Dört yanı deniz kesilmek: Bir yerden yardım alma umudu olmamak.

Dudak bükmek: Bir şeyi beğenmediğini davranışlarıyla anlatmak.

Dudak ısırmak: Hayran kalmak.


Dudak sarkıtmak: Üzüntüsünü, hoşnutsuzluğunu yüzündeki ifadeyle belli etmek.

Duman attırmak: Bir kimseyi yıldırmak, çok zor duruma düşürmek.

Duman etmek: Ortalığı dağıtmak, yok etmek.

Duman olmak: Çok kötü duruma düşmek.

Dumanı üstünde: Çok taze.

Dumura uğramak: İşlevini yapamaz olmak.


Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim: Kuvvet kazanıp da karşıdaki kişiyi ezmek amacıyla fırsat kollamak.

Durdu durdu turnayı gözünden vurdu: Uzun süre bekledi ama sonunda çok güzel bir şey, büyük bir kazanç elde etti.

Durup dinlenmeden: Ara vermeden, sürekli bir şekilde.


Dut yemiş bülbüle dönmek: Neşe ve konuşkanlığını yitirmek.

Duvar gibi: Çok sağlam, sarsılmayan kimse.


Düdüğü çalmak: Mutlu, sevindirici bir duruma erişmek.

Düğüm noktası: Bir sorunun sonuçlandırılması için çözülmesi gereken en zor yanı.

Düğüm üstüne düğüm vurmak: Parasını cimrilik yaparak saklamak.

Düğün bayram etmek: Büyük mutluluk duymak, birlikte huzurlu, neşeli bir duruma kavuşmak.

Düğün dernek, hep bir örnek: Ne kadar toplantı, konuşma varsa hepsi birbirine benziyor, anlamında.


Düğün evi gibi: Gereğinden fazla kalabalık ve telaşlı yer.


Dümen çevirmek: Bir şeyi hileli bir şekilde yapmaya çalışmak.

Dümen neferi: Arkadaşları içerisinde en geride kalan kişi.

Dümen suyunda gitmek: Bir kimsenin izinden yürümek.

Dümen yapmak: Hileli yollara başvurup başkasını aldatmak.

Dün cin olmuş, bugün adam çarpıyor: Kendi mesleğinde bir uzmanlığı yokken hileli yollara başvuruyor.


Dünden razı: Bunu kesinlikle kabul edecektir, anlamında.

Dünkü çocuk: Deneyimsiz, acemi kimse.

Dünya başına yıkılmak: Bir felaketle karşılaşmak, dara düşmek, çok üzülüp büyük acı çekmek.

Dünya durdukça durasın: Allah size çok uzun ömürler versin, anlamında.

Dünya evine girmek: Evlenmek.

Dünya gözü ile: Hayat devam ederken, ölmeden önce.

Dünya gözünde zindan olmak: Umutsuz bir şekilde karamsarlığa düşmek.

Dünya kelamı etmek: Ortalıktan, olup bitenden bahsetmek.

Dünya yıkılsa umurunda değil: Sorumluluk duygusundan yoksun ,tasasız, gamsız kimse.

Dünyadan elini eteğini çekmek: Daha çok ibadetle meşgul olup dünyaya ait işlerle uğraşmamak.

Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden ve zamanın gereklerinden haberi olmamak.

Dünyalar onun olmak: Çok sevinmek.


Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Çok büyük zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak, insanın başına nelerin gelebileceğini anlamak.

Dünyanın öbür ucu: Çok uzak olan yer.

Dünyası yıkılmak: Hayalleri son bulmak, bir beklentinin olumsuzlukla neticelenmesi.

Dünyaya kazık kakmak: Çok uzun ömürlü olmak.

Dünyayı toz pembe görmek: En olumsuz durumlarda bile iyimser olabilmek.

Dünyayı zindan etmek: Birilerini çok sıkıntılı bir duruma sokmak.

Düşe kalka: Binbir güçlükle çok güçlük çekerek bir işi yapmaya çalışmak.

Düşüncesini almak: Herhangi bir konuda görüşüne başvurmak.

Düşüncesini okumak: Birinin ne düşündüğünü anlamaya çalışmak.

Düşünceye dalmak: Bir şekilde derin derin düşünmek.

Düşünüp taşınmak: Enikonu düşünmek.

Düşüp kalkmak: Bir kimseyle yakın ilişki içinde bulunmak.

Düşeş atmak: Hiç beklenmeyen bir başarı elde etmek.

Düşman çatlatmak: Başarılarıyla düşmanı kıskandırmak, onları kızdırmak.


Düşman kesilmek: Düşmanca bir tavır almak, birine kin ve nefret beslemek.

Düşte görse hayra yormamak: Hiç beklenilmeyen bir durumla karşılaşmak. Güzel, olumlu bir şeye kavuşmak.

Düttürü Leyla: Kılığı ciddi olmayan, hafif ve tuhaf giyimli kadın.

Düzlüğe çıkmak: Engelleri aşıp işi yoluna koymak.

Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak."Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil."

Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek."Öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi."

Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak."Şu densize bak hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor!"

Dağ doğura doğura fare doğurdu: Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.

Dağlara düşmek: Sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşar olmak."Annesinin ölümünden sonra dağlara düştü."

Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak, ağır işleri başarmak."O, dağları devirir bir adamdır."

Dalavere çevirmek: Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak."Yine bir dalavere çevirmesin bu adam!"

Dal budak salmak: 1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak."Bu mesele daha fazla dal budak salmadan hemen halledilmeli."

Daldan dala konmak: Çok sık, düşünce ya da konu değiştirmek."Daldan dala konmayı bırak da bir işe sarıl artık."

Dalına basmak: Hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek."Dalıma basıp da beni çileden çıkarma lütfen!"

Dallanıp budaklanmak: Genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir durum almak."İşi dallandırıp budaklandırmada üstüne yok hani!"

Damdan düşer gibi: Aniden, yersiz olarak (söz söylemek)."Damdan düşer gibi söz söyleyince ortalık birbirine girdi."

Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak."Allah`tan korkmazsan ona hırsızlık damgasını vur da rezil olsun."

Damokles`in kılıcı: Kişiyi korku ve baskı altında tutan büyük ceza tehdidi."Damokles`in kılıcı gibi başımda dikilip durma öyle!"

Dananın kuyruğu kopmak: Olay patlak vermek, beklenen ve korkulan sonucun gerçekleşmesi."Dananın kuyruğu bu gece kopacak, inşallah hayır demezler."

Danışıklı dövüş: Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak."Danışıklı dövüş insanların mertlik anlayışını tamamen öldürdü."

Dara düşmek: 1. Paraca sıkıntıya uğramak. 2. Sıkıntılı, tehlikeli bir durumla karşılaşmak."İyice dara düştük, geçinmekte güçlük çekiyoruz."

Dara getirmek: Aceleye getirmek, gerektiği gibi zaman ayıramamak."Biraz erken kalkalım da dara getirmeden yapalım işi, güzel olsun."

Dar boğaz: Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum."Evel Allah bu dar boğazı da aşacağız."

Dar hayat: Sıkıntılar, güçlükler, zorluklar içinde sürdürülen hayat.

Darda kalmak: 1. Zor duruma düşmek. 2. Paraca sıkıntı çekmek."Öğretmeninin karşısında darda kalmak istemeyen Ahmet, ödevini yapmayı hiç ihmal etmezdi."

Dar gelirli: Geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya yetmeyen."Dar gelirli ailelerin çocuklarının çoğu okulu yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar."

Darısı (dostlar) başına: "Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim" anlamında kullanılır.

Dar kafalı: Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan."Dar kafalı insanlarla anlaşmak oldukça zordur."

Davul çalmak: Bir şeyi herkesin duyabileceği biçimde ortalığa yaymak."Davul çalıp bizi elâleme rezil etti."

Defe (tefe) koymak: Dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak, alaya almak."Sakın söyleme, yoksa bizi defe koyarlar."

Defterden silmek: İlişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak."Ali`yi defterden iyice sildim."

Defteri dürülmek: 1. İşine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. Ölmek ya da öldürülmek."Onun da defterini dürecekler yakında.

Defteri kapamak: İlgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak. "O defteri kapadık biz, artık soru sormayın.

Deli divane olmak: Bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun olmak."Delikanlı o kız için deli divane oluyordu."

Deli fişek: Atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık."Bırak artık şu deli fişek adamla arkadaşlık etmeyi."

Deliksiz uyku: Hiç uyanmadan, çok rahat, uzun süre uyunulan uyku."Bu gece deliksiz bir uyku çekip yorgunluğumu atmak istiyorum."

Demir atmak: 1. Çapasını denize atmak. 2. Bir yerde uzun süre kalmak."Gemiler fırtına başlayınca koya girip demir attılar."

Dem tutmak: Bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.

Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta zorluk çekmek."Eski işinden ayrılıp, yeni işine başlayınca denizden çıkmış balığa dönmüştü."

Derdine düşmek: Yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak."Sana ne ki o işin derdine düştün?"

Dert ortağı: 1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu."Onlar yıllar yılı birbirlerinin dert ortağı olarak yaşamışlardı."

Destan olmak: Yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak."Karısına bağırdı diye annesini kapıya attı, bütün civar köylere destan oldu."

Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça."Onun yaptığı iş devede kulak kalır."

Deve kini: Bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin."Tam anlamıyla bir deve kini besliyordu komşusuna karşı."

Deveye hendek atlatmak: Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak."Senin yaptığın deveye hendek atlatmak, bırak şu garibin yakasını."

Devlet kuşu: Umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.

Dışı eli (seni) yakar, içi beni: "Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü" anlamında kullanılır."Ah bir bilseler işin iç yüzünü, dışı eli yakar, içi beni."

Diken üstünde oturmak: Bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak."İnan, diken üstünde oturuyorum şurada."

Dikine gitmek: İnatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına kulak asmamak."Biraz daha dikine giderse başına büyük bir belâ gelecek bu çocuğun."

Dikiş tutturamamak: Bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp uzun süre kalmamak."Bir şeyde dikiş tutturamadı, şimdi boşta gezip duruyor."

Dikiz etmek: Bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan dikkatlice izlemek.

Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak."Ata sözleri dilden dile dolaşarak günümüze kadar geldi."

Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek."Peşine düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi."

Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan."Dil ebesi bir adam o, sen onunla başa çıkamazsın."

Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak."Allah kimseyi dile düşürmesin, kadıncağız sokağa çıkamaz oldu."

Dile gelmek: 1. Konuşma yeteneği yokken konuşmak, dillenmek. 2. Dile düşmek."Dile geldi dağlar, avuttu onu!"

Dile getirmek: 1. Bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak. 2. Birini konuşturmak."Hiç umulmadık bir anda konuyu dile getirdi, hepimizin anlamasını sağladı."

Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç."Evet, dile kolay, haydi yap da görelim."

Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak."Dili açıldı çok şükür!"

Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek."Babasını aniden karşısında görünce dili dolaştı, kekelemeye başladı."

Dili dönmemek: 1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak."İnşaallah dilim dönmeden meseleyi anlatır da kurtulurum ondan."

Dilinden kurtulamamak: Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak."Ne yapmalıyım da dilinden kurtulmalıyım onun?"

Dilinde tüy bitmek: Sık sık söylemekten bıkmak, usanmak."Size söyleye söyleye dilimde tüy bitti."

Diline dolamak: 1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.

Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak."Dilinin altında bir şey olduğunu biliyorum ama bir türlü söyletemiyorum."

Dilinin ucuna gelmek: 1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek."Dilinin ucuna geldi ama utandığı için söyleyemedi."

Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak."Dilini tutmasını bilmeyenlerin başına neler geldiğini sana söylemediler mi?"

Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek."Korkudan neredeyse dilini yutacaktı."

Dilin kemiği yok ya!: 1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış her şeyi söyleyebilir.

Dili olsa da söylese: "Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu" anlamında kullanılır.

Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek."Sevinçten dili tutuldu bizim kızın."

Dili uzun: İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse."O uzun dilini bana kestirmeden çek içeri!"

Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak."Sana git demeye dilim varır mı sanıyorsun?"

Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek."Cephede gösterdiği yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu."


Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak."Ona öyle bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak!"



Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak."Şey sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun."



Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek."Ben öğretmenime dil uzattıracak adam değilim."



Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık."Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez demişler."



Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek."Gel şu işten vazgeç, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma."



Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak."İnsanı dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri!"



Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.



Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).



Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı."Her Müslüman dini bütün olmak zorundadır."



Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır."Memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar, sıfıra sıfır elde var sıfır."



Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli."Bir aileye önce dirlik ve düzenlik gereklidir."



Dirsek çevirmek: Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak."Onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim."



Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak."Desene boşuna dirsek çürütmüşsün."



Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak."Bana diş bilediği bakışlarından belli."



Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli."Dişe dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum."



Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek."Bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne biçim annesin sen!"

Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek."Dediğini yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı."



Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek."Biraz diş göstersen hemen yola geleceklerdir."



Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek."Seni, dişimden tırnağımdan artırdığım parayla okuttum!"



Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda."Tam da dişime göre, onu yenebilirim."



Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak."Biraz daha dişini sıkmalısın, inşallah yakında rahata kavuşacağız."



Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak."Biz bu evi dişimizi tırnağımıza takarak yaptık, yıkmalarına izin vermeyeceğim!"



Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.



Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için)."Açlıktan kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı."



Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için)."Çukuru diz boyu kazmışlardı."



Diz çökmek: 1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak."Düşman askerleri önümüzde diz çökmüşlerdi."



Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek."Bizim kitabımızda dize gelmek yoktur!"



Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek."İki saatte düşmanı dize getirebiliriz."



Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak."Dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içinde boğulup kalacak, üretim yapılamayacak."



Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek."Yönetim, dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar."



Dizini dövmek: Çok pişman olmak."Çocuklarını küçük yaşta eğitmezsen sonradan dizini döversin."



Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek."Yokuşu çıktım ama dizlerimin de bağı çözüldü."



Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak."Göreceksin, günün birinde dizlerine kapanacak babasının."



Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak."Dobra dobra konuşan insanları severim."



Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.



Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek."İşe geç kalmıştı, yeni araba gelinceye kadar dokuz doğurdu."



Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.



Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak."Yine ne dolap çeviriyor acaba?"



Dolma yutmak: Kanıp aldanmak."Ona dolma yutturacağını hiç sanmam!"



Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak."Kinlerimizi dolu dizgin salıverdik düşmanın üstüne."



Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir. "Her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım" anlamına gelir.



Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek."Domuzdan bir kıl koparmak kârdır."



Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde."Adamı, don gömlek kalacak kadar soydular."



Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil."Güya çalışıyor, dostlar alışverişte görsün!"



Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek."Düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini toplayamazsın."



Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak."Nasıl oluyor da, bu adam hep dört ayak üstüne düşüyor?"



Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi."Alırsam dört başı mamur bir ev alacağım."



Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak."Kadıncağız haberi alır almaz odanın içinde dört dönmeye başladı."



Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek."Başarılı olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine!"



Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek."Annemin yolunu dört gözle beklemeye başladım."



Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek."Yeni alınan elbiseye şöyle bir dudak büküp geçti."



Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak."Beni karşısında görünce dudağını ısıracak eminim."



Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek."Yazdığı son kitabıyla dudak ısırttı herkese."



Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak."Silâhını çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı."



Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak."Askerler ortalığı toz duman ettiler."



Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş."Şu elmalara bak, daha dumanı üstünde bunların."



Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak."Çabuk duman ol buradan, gözüm görmesin seni!"



Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan."Adam durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi!"



Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya."Yıllar yılı durup dinlenmeden çalıştım sizin için."



Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken."Durup dururken bir tokat attı arkadaşına."



Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak."Onu dut yemiş bülbüle döndürmezsem bana da Hasan demesinler!"



Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı."Biz işin daha düğüm noktasını tespit etmiş değiliz ki!"



Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak."Ağabeyim savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik."



Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer."Hayrola, dün akşam sizin sokak düğün evi gibiymiş!"



Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak."Yine ne dümen çeviriyorsunuz siz?"



Dümen kırmak: Yön değiştirmek.



Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak."Başkasının dümen suyundan gidenler kişiliklerini bulamazlar."



Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi."Dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok benim."

Bilgicik.ComTürkçeEdebiyatRoman ÖzetleriDuvar YazılarıAtasözleriHızlı OkumaÖzlü SözlerTürk

Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek."Trafik kazasında kocasını ve iki çocuğunu kaybeden kadının dünyası başına yıkılmıştı."



Dünya bir araya gelse: "Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır."Dünya bir araya gelse de ben o adamla barışmam."



Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak."Bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez oldu sanki."



Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak."Sen dünyadan haberi olmayan bir adamsın, ne anlarsın bu işten, lütfen karışma!"



Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken."Dünya gözü ile Almanya`daki kardeşimi bir daha görsem."



Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek."Babası istediği oyuncağı getirince dünyalar onun oldu sanki."



Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak."Elbet sen de bir gün dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaksın."



Dünyanın öbür ucu: Çok uzak yer."Ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor."



Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk duymamak."Sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana."



Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak."Bırak artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini!"



Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak."Sokak serserileriyle düşe kalka iyice bozuldu, sapıttı."



Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak."Düşeş attı bizim oğlan, şimdi yanına da yaklaştırmaz kimseyi."



Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak."Düşman çatlatmakta da üstüne yok senin!"



Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak."Yalnız benim değil, bütün ailenin düşmanı kesilmişti."



Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak."Acele etme, düşünüp taşın öyle karar ver."



Düşüp kalkmak: 1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek."Seni bu hâle getirenler düşüp kalktığın arkadaşlarındır. Hâlâ anlamadın mı?"



Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın."Sana hiç yakışmamış, düttürü Leylâ gibi olmuşsun."

Yorumlar (2)
Elif özcan 5 yıl önce
Çok güzel
kevser aykaç 4 yıl önce
burası mükemmel bayildım